31 Aralık 2013 Salı

ÜSTÜ ÖRTÜLEN BİR ATATÜRK GERÇEĞİ DAHA : ‘ DOĞU MANEVİYATI’ KAVRAMI



ÜSTÜ ÖRTÜLEN BİR ATATÜRK GERÇEĞİ DAHA : ‘ DOĞU MANEVİYATI’ KAVRAMI

Atatürk’ün, üzerinde hemen hemen hiç durulmayan ama Atatürk’ün ideallerini tanımada birinci derecede önemli olan bir tabir var : ‘Doğu Maneviyatı’ tabiri.
Gazi’nin 6 Mart 1922 tarihli TBMM gizli oturumunda, muhteşem öngörülerle dolu uzun bir konuşması var. Kısa bir bölümünü okuyalım:

“Türkiye, fikir yanlışıyla, zihniyet yanlışıyla
 mâlul olan birtakım adamlar yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken düşüyor ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye, Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı’nın aslî mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz.”

‘Doğu maneviyatı’ tabiri, Atatürk’ü tanımada anahtar kavram olmanın yanında, Atatürk’ten ürküntünün de temel sebeplerinden biridir. Bu kavram, iki zihniyette Atatürk’e yönelik ürküntü yaratmaktadır :

1. Saltanat dincisi Arapçı zihniyet,
2. Emperyalist-haçlı Batı zihniyeti.

Bilindiği gibi, emperyalist-haçlı kuramcı Huntington, daha doğrusu ABD, medeniyetleri çatıştırmak ve Doğu’nun Batı uygarlığından yararlanmasını engellemek peşindedir. Hunting-ton’a göre, Batı’nın bugün temsil ettiği değerler sadece Batı’nındır; dünyanın ortak malı değildir. Batı bu değerleri üretmede tek ve biricik olduğu gibi, bunlardan yaralanmada da tek hak sahibidir. Bu değerlerden yararlanan ötekiler, bunun faturasını ödemek zorundadırlar. Bu değerleri Batı’ya fatura ödemeden yararlanma alanına sokmak hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir.

Atatürk bu savı, bu inadı, bu egoizmi çok erken bir tarihte kırmıştır. Şunu göstermiştir:

Evrensel bilim ve fikir değerlerinin esas sahipleri Doğululardı. Atatürk bu değerlere ‘maneviyat’ diyor ve ‘Doğu maneviyatı’ tabirini gündeme getiriyor. 
Atatürk’e göre, biz esasında Doğu maneviyatına bağlıyız.

MUHAMMED İKBAL’İN ATATÜRK’LE ÖRTÜŞEN TEZİ

Atatürk’ün Pakistan’daki fikirdaşı, Müslüman düşünür Muhammed İkbal (Atatürk’le aynı yılda öldü), bu noktanın altını çizerken şu yolda konuşuyor:

Batı’nın bugün sahip bulunduğu ve kendisini öne çıkaran değerleri biz ondan almaya kalktığımızda yaptığımız iş, o değerlerin esas sahipleri olan Müslüman ecdadımızın mirasını geri almaktır. Bu yüzden biz, Batı’daki evrensel değerleri alırken aşağılık kompleksine düşmemeliyiz. O değerler, temelde bizim atalarımızın ürettiği ve Batı’ya kaptırdığı değerlerdir. Bu değerler Batı’dan geri alınmalı ve ardından da Batı’nın zulüm ve hegemonyasını yıkmak için kullanılmalıdır.

Atatürkçü geçinen bazı gafiller, Atatürk’ü, Müslümanları Batı’ya teslim eden adam gibi göstermeye çalışan dinci müfterilerle işbirliği yaparcasına Gazi’yi, hayatında hiç telaffuz etmediği ‘Batıcılık’ın öncüsü gibi gösterme gayreti içinde oldular. Bunlar Türk Kurtuluş Savaşı’nı ve Türk inkılaplarını Batılılaşmak, hatta Batı’ya uşaklık olarak telakki etmeyi, Atatürkçülük diye yutturmak için ellerinden geleni yaptılar.

Atatürk’ün ‘Doğu maneviyatı’ ve ‘Avrasya’ tezini bugün bir ölçüde Çin hayata geçirmektedir. Atatürk’ün Çin’de yıllardan beri ders gibi okutulması boşuna değildir. Batı bunu biliyor ve Atatürk’ün altını oyarak gereğini yapıyor. Müslüman Doğu bunu bilmiyor ve Atatürk’ü kendinden saymama ahmaklığını sürdürüyor. Attila İlhan, bu noktaya parmak basarken şöyle demiştir:

“TÜRKLERDE, KURTULUŞU DOĞU’DA GÖREN İLK İHTİLALCİ, MUSTAFA KEMAL İDİ.”
ATATÜRK’ÜN BATI’YI ÇILDIRTAN YANI İŞTE BUDUR. BATI, ATATÜRK’Ü İŞTE BUNUN İÇİN ASLA HAZMEDEMİYOR, ASLA HOŞ GÖREMİYOR.

Yaşar Nuri ÖZTÜRK
Yurt Gazetesi

ATATÜRK'ÜN BESLENME ALIŞKANLIĞI (YEDİĞİ VE SEVDİĞİ YEMEKLER)



ATATÜRK'ÜN BESLENME ALIŞKANLIĞI (YEDİĞİ VE SEVDİĞİ YEMEKLER)
  Atatürk'ün siyasal yönleri şimdiye değin yeterince incelenmiştir. O'nun getirdiği Cumhuriyet rejimi, demokrasi anlayışı, devlet yapısı ve siyasal düşünceleri ele alınmış ve literatürde yer almıştır. Bir devlet adamı olarak devlet yönetimi siyasal literatürde yer almıştır. Bir devlet adamı olarak devlet yönetimi siyasal literatürümüzde incelenmiştir. Fakat O'nun bir siyasal önder olarak insancıl yönleri, günlük yaşamı, alışkanlıkları, hoşlandığı, hoşlanmadığı kültürel ögeler, değer yargıları, aile yaşantısı yeterince ele alınıp incelenmiş değildir. Bu bildirimizde onun günlük yaşantısının sadece bir kesitini oluşturan

YEMEK YEME ALIŞKANLIKLARI ÜZERİNDE DURACAĞIZ. ATATÜRKÜN YEMEK YEME ALIŞKANLIĞI
O'nun yemek kültürünü iki açıdan ele almak olanaklıdır.
I. O'nun Sofrası. II. Yediği ve sevdiği yemekler.
 
I. ATATÜRK'ÜN SOFRASI Tarihin ilk çağlarından bu yana devlet başkanlarının çeşitli mesleklerden kişilerle sofrada oturup tartışma geleneği yarattığını biliriz. Eski Yunan'da ünlü filozof Eflatun, öğrencileriyle tarihe “Diyaloglar” diye geçen tartışmalarını “Akademia”da yapardı. Burası, Atina'da bir felsefe okulu durumuna getirdiği evinin bahçesi idi. Eflatun'da tıpkı hocası Sokrates gibi burada öğrencileriyle günün sorunlarını aklın ve bilimin ışığında tartışırdı. Böylece gerçeklere, iyiye, güzele, doğruya varmanın yolları aranırdı. İşte Atatürk'ün sofrası da bu nitelikte bir sofra idi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu bir yazısında şöyle der: “Atatürk'ün sofrasından hepimizin ruhunda ve dimağında nice derin, tatlı ve ibret verici anılar, yaşama ve insanlığa dair, nice değerli dersler kalmıştır Atatürk'ün sofradaki sözleri, felsefesi, yol göstericiliği, fıkraları, vecizeleri gerçekten bir hazine idi. Bu sofrada esen hava sevgi, vefa ve arkadaşlıktı.
Burada ilim, sanat, kültür, nesnel görüşler, gerçeklikler, idealler yer alırdı. Ülke sorunları, geleceği, çözüm biçimleri aranırdı. Gönül sohbet ister, kahve bahane şiirinde olduğu gibi, M.Kemal için de amaç, tartışmalardı, iyiyi doğruyu bulmaktı. Akıla yol açmaktı. Sofra ve içki ise bir araçtı. Gece yemekleri bazen müzikli oluyor, çeşitli sanatçılar konser veriyordu. Karatahta, tebeşir, silgi ve kütüphaneden gelen kitaplar, sofranın bir parçası

I. BESLENME ALIŞKANLIKLARI VE SEVDİĞİ YEMEKLER Atatürk, boğazına düşkün, çok yiyen bir insan değildi. Kendisi bir konuşmasında ziyafetlerde çok yemek yenmesini tasarrufa aykırı bulduğunu ve sağlığa zararlı olduğunu söylemiştir.

SABAH KAHVALTISINDA;
çay, kahve içiyor, fazla bir şey yemiyordu. Soğuk ayranla, bir dilim ekmek yerdi.
Bazen bir kâse yoğurt yer, sonra sütlü kahve içerdi.

ÖĞLE YEMEĞİ:
 Bir iki dilim ekmek yerdi.
Etsiz kuru fasulye, pilav çok sevdiği yemekti.
Kuru fasulyeye, “yağlı fasulye” derdi.
Ayran ve limonata içiyordu.
İki dilim ekmeği ayrana batırarak yiyordu.
Yoğurt da ayrıca yiyordu.
“Kuru fasulyeye okulda alıştım” demiştir.
Kışla yemeği, askerî yemek sayılmıştır kuru fasulye.

İKİNDİ ÜZERİ
 ekmeksiz bir bardak ayran içerdi.
SOFRADAN GENELLİKLE DOYMUŞ OLARAK DEĞİL, AÇ KALKARMIŞ.

AKŞAM YEMEĞİ:
Akşam yemeğinin ayrı bir önemi var.
Konuklarıyla birlikte yiyordu.
Devlet görevi akşam yemeklerinde devam ediyordu.
Omlet seviyormuş, özellikle gece geç saatlerde acıkınca peynirli omlet yermiş.
Sahanda yumurta da severmiş.
Etli taze bamya de sevdiği yemeklerden.
Karnıyarık da severmiş.
Onu pilav karıştırarak yermiş.
Haşlanmış kuşkonmaz da sevdiği bir yemek.
Enginarı hiç yememiş.
İstediği halde hiç yiyememiş.
Hastayken enginar yemek istemiş.
Hatay'dan ısmarlamışlar.
Fakat kendisi komaya girmiş ve yiyememiş.
Arasıra fava denilen zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesinden istediği olurdu.
Tatlılarla arası pek iyi değilmiş.
Ama gül reçeli severmiş.
Kahveyi orta şekerli içermiş.
10-15 fincan içermiş.
Hergün 40-50 sigara içermiş.
Meyvalardan kavun seviyormuş.
Kavrulmuş, tuzlu leblebi, fıstık da sevdiği yiyeceklerden.
Soğan, sarımsak, pastırma gibi kokulu yiyecekleri sevmiyormuş.
İçkilerden rakı ve bira içiyordu.
Sofrasında çeşit bol değilmiş. Köşkte hazırlanan yemekleri yiyordu
.
Atatürk içkisini koydurur sofrasında durur sohbet boyunca bir yudum şeklinde içerdi  tüm sohbetlerinde içtiği içki bir iki kadehi geçmezdi ,ömrü boyunca Atatürkün sarhoş olduğunu gören olmamıştır

SARHOŞLUKTAN HİÇ HOŞLANMADIĞI SÖYLENMEKTEDİR.

Çocukluğunda annesinin yaptığı Selanik'in ıspanaklı böreğini çok severmiş. Seyahatlerinde gittiği yerlerde kendisine ikram edilen yörenin yemeklerini zevkle yermiş. Ama bunlar O'nun sürekli yediği yiyecekler değildi. Kırşehir'de çorba, hindili pirinç pilavı, su böreği, karışık turşu ve meyva ikramları ile karşılaşmıştır. Kırşehir'in su böreğini çok beğenmiş. Kaman'da sahanda yumurta, yoğurt, balbaşı, pekmez ve meyva yemiş. Kızarmış tavuk, bulgur pilavı da orada ikram edilen yemekler arasındadır. Kaman'da ikram edilen yoğurt ve pekmez karışımı bir tatlı olan balbaşı pekmez dürüm ya da sokum biçiminde yufka ekmekle yenir ki Atatürk bu yiyeceği de sevmiş.

Adana'da severek yediği yemekler şunlardı: Bamya dolması, patlıcan hünkâr beğendi, güveç, sini köftesi, domatesli pirinç pilavı, hanım göbeği tatlısı. Tarsus'ta baklava yemiş ve ayran içmiş. Ayrıca çok miktarda marul yemiş. Siroza yakalanıp halsiz düştüğü günlerde tatlı yemesi gerektiğinde Yanya tatlısı ve irmik helvası çok hoşuna gitmişti. Konya'da kendisine sedirler saç böreği ve Höşmerim denen kaymaklı tatlı ikram edilmiş ve Atatürk bu özel yiyeceklerden memnun kalmıştı. Özellikle belediye başkanının evinde hanımı bu yemekleri O'na ikram etmiştir.

SONUÇ
Atatürk'ün yemek ve kültür konusundaki yaşamını günümüz açısından değerlendirecek olursak şu hususlara değinebiliriz: Sofrada uzun süre oturmak geleneğini Atatürk'te görmekteyiz. Bugün çağdaş ülkelerde insanlar, sofralarda uzun zaman oturmaktadırlar. Tartışırlar, eğlenirler, iş hallederler. Atatürk de öyle yapmıştır. Sofrayı O, ülke sorunlarını çözümlemede bir araç olarak kullanmıştır.
O'da bir Türk insanı olarak geleneksel Türk yemeklerini sevmekte idi.

Kuru fasulye ve pilav örneğinde olduğu gibi.
Bugün hepimiz bu yemeği severiz. Askerde de çok pişirilir bu millî yemek. Bazı kimseler askerde bu yemeği çok yedikleri için askerlik dönüşünde artık yemezler. Bıkmışlardır çünkü. Demek ki Atatürk bıkmamış.
Yemekleri fazla yememekle bu günkü çağdaş anlayışı sürdürmüştür. Sağlıklı beslenmenin koşullarından olan az yemek, Atatürk'ün de beslenme politikası olmuştur. Onun sofrasında bol çeşit olmaması da bu hususu kanıtlar. Geleneksel Türk içkisi olarak O'da rakıyı seviyor ve leblebi, kavun gibi mezeler yiyor. Bunlar da O'nun geleneksel yanlarından birisini oluşturuyor. Beslenmesinde Türk zevkinin egemen olduğunu görüyoruz. Türk mutfağının yemekleri, mezeleri, tatlıları, içecekleri ve meyveleriyle besleniyordu. Avrupa mutfağının yiyecekleriyle beslenmemiştir. O'nun döneminde devlet görevlilerinin sofralarında et yemeği hemen hemen yoktu. Kebaplar, yağlı ağır yemekler yemiyordu. Bazen tavuk ya da hindi yeniyordu. Anadolu'da halk eti Kurban Bayramında görebiliyordu. Ülke yoksul durumda idi. Halkının et yemediğini Atatürk çok iyi biliyordu. Kendi sofrasında da bazen etli yemek oluyordu. O'nun ülkenin bu yoksul durumunu göze aldığını ve bu nedenle de et yemediği söylenebilir.
Yemek sofrasında ve sevdiği yemeklerde daha çok sebze ağırlıklı yemekler dikkati çekiyor.
Yemeklerdeki gelenekselliği sürdürmesi, O'nun geleneksel Türk kültüründen kopmayışının bir kanıtıdır. Fakat O, her konuda çağdaşlaşmayı amaç edinmişti. Ama bunu yaparken çağdaşlık ve geleneksellik sentezi içinde, ulusal kimliğin korunarak çağdaşlığın gerçekleştirilmesini istemesi, O'nun çağdaş bir devlet adamı oluşunun en güzel göstergesidir. "İstanbul seyahatinin devamı süresince, Riyaseticumhur musıki heyetinin çalışma programı, ayrı bir özellik gösterirdi.

Şöyle ki; her akşamüzeri Dolmabahçe sarayının üst katında orkestra çalar ve ATA, yemek odasına geçince, orkestra gider, fasıl takımının vazifesi başlardı. Bu vazife ATATÜRK sofradan kalkıp istirahate çekilinceye kadar devam eder, şayet yatla gezmeğe çıkarsa, fasıl takımı da beraber bulunurdu.
  ATATÜRK'ÜN SABAHA KARŞI YATLA SARAYA DÖNÜŞÜ, VEYA SARAYDA GEÇ VAKİTE KADAR UYANIK KALDIĞINI BİLEN BİR ÇOK KİMSELER, ONUN SABAHLARA KADAR ZEVK VE SEFÂ İÇİNDE YAŞADIĞINI SANIRLAR. Oysaki ATATÜRK, daima memleket ve millet için yaşadığı ve ekseriye yatın sabaha kadar adalar civarında ya da boğazda gezmesine rağmen, kendisinin alt kamarada, ciddi mevzuların münakaşasıyla meşgul olduğu, çok sevdiği denizi ve mehtabı dahi seyretmediğini bilmezler.
Prof. Dr. Mahmut Tezcan

28 Aralık 2013 Cumartesi

YÜZÜK VE YÜZÜK PARMAĞI



YÜZÜK VE YÜZÜK PARMAĞI

Benimle evlenir misin?” sözü dilimizden dökülürken, elimizde tuttuğumuz pırlanta; çoktan hedefi gözüne kestirmiştir. Adresi; serçe parmağın yanında duran ve taşıdığı sembolün adıyla bilinen parmaktır.Bu, kültürümüze öyle bir yerleşmiştir ki, yüzüğü başka bir parmağımıza yakıştıramayız bile. Sevginin ve aşkın bir bağlılığa dönüşmesi halinde, yüzük hemen parmağımızdaki yerini alır. Parmakta pırıldayan taşlı bir yüzüğe kim hayır diyebilir ki?Yüzüğün neden bir başka parmağa değil de, sadece yüzük parmağına takıldığını hiç düşündünüz mü? Bu bir tesadüfün sonucu olabilir mi? Değil elbette.

YÜZÜK TAKMA GELENEĞİ

Sol elin yüzük parmağına evliliği sembolize etmek maksadıyla yüzük takma geleneği, Mısır Medeniyeti’ne kadar uzanmaktadır. Mısırlılar, yıllar sonra bilim adamları tarafından da keşfedilen ve sol elin yüzük parmağında bulunan, doğruca kalbe giden "vena amoris"in (aşk damarı) varlığına inanıyordu. Bu inanç gereği de yüzükleri sol elin yüzük parmağına takıyorlardı.

 Yüzük takma geleneğine mağara devrinden kalma bulgulardaki figürlerde de rastlanmıştır. Ancak o yıllarda bu bağ yüzüğe benzeyen bir kelepçe ile yapılıyormuş. Mağara adamı, kelepçeyi ancak kadının kaçmayacağından emin olduktan sonra çıkartırmış.

İnsanlık tarihi boyunca, yüzük hep bağlılığı, bütünlüğü, birliği ve aşkı sembolize etmiştir. Aile kavramının ve kader birliğinin önemi gereği, üstüne eklenen aşkın ardından yüzüğü parmağımıza takar ve hiç çıkartmayız.
Tüm bunları basit, eğlenceli bir testle sınamak da mümkündür. Elbette bu bir delil değildir ancak ilginç olduğunu da göreceksiniz.

İŞTE YÜZÜK TESTİ:
Başparmakların anne ve babamızı, işaret parmaklarının kardeşlerimizi, orta parmakların kendimizi, yüzük parmağının eşimizi ve serçe parmakların da çocuklarımızı temsil ettiğini kabul ediyoruz.
Şimdi ellerimizi fotoğrafta olduğu gibi yapıyoruz. Avuç içlerimizi ve parmaklarımızı, birbirine değecek şekilde yapıştırıyoruz. Sonra parmak uçlarımız birbirine değerken, avuçlarımızı birbirinden uzaklaştırıp, orta parmaklarımızı kıvırarak avucumuzun içine alıyor ve sırt sırta yaslıyoruz. Ardından aşama aşama ilerliyoruz.


 1.aşama: Anne ve babamızdan hayatımızın bir döneminde mutlaka ayrılıyoruz. Bu nedenle onları temsil eden başparmaklarımızı birbirinden ayıralım. Ancak bu sırada diğer parmaklar yerinden asla oynamayacak. Sonra eski haline getirelim.

  2.aşama: Aynı işlemi kardeşlerimizi temsil eden işaret parmaklarımızda da yapalım.

  3.aşama: Orta parmaklar bizi temsil ettiği için çocuklarımızı temsil eden serçe parmağa geçip aynı işlemi tekrarlayalım.

4.aşama: Son olarak da eşimizi temsil eden parmaklarda aynı işlemi yapmaya çalışalım. Ancak bu sırada orta parmaklar yerinden asla oynamayacak.
Ne kadar uğraşırsanız uğraşın yapamayacaksınız. Bunu yapabileni görmedim. Bu durum evlilik bağının gücüne ispat değil midir? :-)) 


  Ayrılık insanın doğasında bile yok!  Lütfen eşinize olan bağlılığınızı yüzüğün kaderine bırakmayın.  Ona, tüm sevginizle sıkıca tutunun.

GAVUR MÜMİN ;KURTULUŞ SAVAŞININ GİZLİ KAHRAMANLARI


GAVUR MÜMİN ;KURTULUŞ SAVAŞININ GİZLİ KAHRAMANLARI
Atatürk’ün özel istihbarat subayı
GAVUR MÜMİN OLMASA İZMİR’İN KURTULUŞU HATTA BÜYÜK TAARRUZ BİLE TEHLİKEYE GİREBİLİRDİ” ..MUSTAFA KEMAL PAŞA..

Miralay Cafer Tayyar (Eğilmez) 23 Temmuz 1920’de Babaeski yöresinde Yunan’a esir düştü.  Edirne’de iki gün kaldıktan sonra Atina’ya gönderildi. Aradan iki yıl geçti, 26 Ağustos 1922 ‘de başlayan Büyük Taarruz’un ardından Uşak yöresinde, Yunanlıların Küçük Asya Orduları Komutanlığına yeni atanan General Trikopis, yanındaki yüksek rütbeli subaylarla birlikte yakalandı. 
İzmir’in 9 Eylül 1922’de ele geçirilmesinden sonra yapılan görüşmelerde Yunanlılar, General Trikopis’e karşı Albay Cafer Tayyar’ı önerdi.   Mustafa Kemal bu öneriyi dinlemedi bile. “Jandarma Yüzbaşısı Mümin’i isterim Trikopis’e karşılık!” diye kestirip attı.  Mustafa Kemal’in bu önerisi hem Yüzbaşı Mümin’i tanıyan hem de tanımayanları şaşkına çevirdi. Tanıyanlar, Mustafa Kemal’in bir vatan hainine sahip çıkmasını anlayamadılar. Tanımayanlarsa koskoca bir orgenerale karşı bir yüzbaşının takası ne menem iştir diyip kafalarını kaşıdılar! Aslında Mustafa Kemal’in dışında hemen hemen hiç kimse Mümin’in ne yaptığını, asıl kimliğini bilmiyordu.
 
Mümin, İzmir’in işgalinden sonra Ankara’nın yolunu tutacaktı ki, çok iyi Rumca bildiği için Mustafa Kemal, Ege’de kalmasını, istedi: Milli Mücadele’nin gözü kulağı olacaktı İzmir’de.  Yunanlıların Ege ve İç Anadolu’daki askeri harekatlarının bilinmesi Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasında çok önemliydi. Mümin artık batılılar gibi giyiniyor, bütün gün Kordon’da Yunan subaylarıyla kol kola dolaşıyor, sabahlara kadar onlarla yiyip içip eğleniyordu. Tabi onlardan aldığı her türlü bilgiyi de Ankara’ya iletiyordu anında.  Gerçeği bilmeyen arkadaşları için o artık işbirlikçi, satılmış, Gavur Mümin’ di...

 Gavur Mümin’in öyküsünü Attila İlhan şöyle anlatır: “Demokrat İzmir Gazetesi’ni yönetirken bana ‘Gavur’ Mümin’in öyküsünü getirdi Naci Sadullah Bey. Okuyunca dehşete düştüm... Onca hakarete hiç sesini çıkarmamış, suratına tükürenlere dönüp bakmamıştı... Türk istihbaratının en önemli görevlisiydi. Sonunda İzmir sokaklarında Yunan istihbaratı onu yakaladı. Yunan Askeri Mahkemesi’nce ömür boyu hapse mahkum edildi. Kim ispiyonlamıştı Mümin’i peki? Türk İstihbaratı’nda çalışan bir Giritli Türk, Yunan İstihbarat görevlisiydi ve Mümin’i, o ele vermiştir. Sonradan kurşuna dizilmiştir ama o ayrı bir hikayedir!” Mustafa Kemal’in işte General Trikopis ve yüksek rütbeli tutsak Yunan subayları karşılığında Mümin’i istemesinin nedeni budur.

 Daha sonra Cafer Tayyar’a karşılık 11. Tümen Komutanı Kladas’ı takas edecekti Ankara.  Yani Mustafa Kemal’in gözünde Mümin, Trikopis’den çok daha değerliydi. General Trikopis ve diğer generaller Atina’da büyük törenlerle karşılanırken Jandarma Yüzbaşı Mümin, sessiz sedasız esaretten gelip Ankara’ya gitti. Albay’lığa kadar yükseldi. Nişanlısı Muhsine Hanım’la evlendi ve 25 Ocak 1948’de İzmir’de öldü. Onu rahmetle ve saygıyla anıyorum.
 Atilla İlhan

O BİR ''GÖREV ADAMI'' VE O İSİMSİZ KAHRAMANLARDAN...Mekanı cennet ola..Allah ondan ve arkadaşlarından razı olsun...Hizmetleri Türk milletinin kurtuluşuna büyük katkılar sağlamıştır..Saygı ve minnetle yad ediyorum..


video