24 Nisan 2016 Pazar

ATATÜRK ALLAH’IN TÜRK KAVMİNE GÖNDERDİĞİ KURTARICI BİR VELİ RESULÜ MÜYDÜ?



ATATÜRK ALLAH’IN TÜRK KAVMİNE GÖNDERDİĞİ KURTARICI BİR VELİ RESULÜ MÜYDÜ?
Yusuf 111: Andolsun ki, onların(peygamberlerin) kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır.”
Kur’an-ı Kerim, tüm zamanlara hitap eden, okuyanların ve ayetler üzerinde derinlemesine düşünenlerin kendisinden faydalanabileceği, sonsuz ilmin kaynağı olan müthiş bir kitaptır. Allah, bu eşsiz kitabında, peygamberlerin hayat hikâyelerine de yer vermiş, insanların kendilerine bu hikâyelerden dersler çıkarmalarını istemiştir. Daha önceki Peygamber ve Resul Karmaşası adlı başlıkta, Allah’ın sadece peygamberlerine resul demediğini, peygamberlerden sonra da onlara verilen kitap ile yeryüzünde amel edip, hüküm veren, dini koruyup, ayakta tutmaya çalışan, aynı mesajları tebliğ edip, ayetlere şahitlik eden alim, arif, veli ve resullerinin olduğunu incelemiştik. Biz de bu yazımızda, Kuran’dan ayetler eşliğinde peygamberlerimizin bazılarının hayatlarından örnekler ve ibretler alarak, Atatürk’ün bazı kendini bilmezlerin iddia ettiği gibi Deccal mi yoksa tüm bu inanılanların aksine gerçekte Allah’ın veli bir kulu ve resulü mü, onu inceleyeceğiz.
Kur’an’da Hz.Zulkarneyn adında Allah’a inanan bir şahıstan bahsedilir. Ayetlere göre Allah’ın kendisine ilim verip, yol-yordam gösterdiği, kendi yolunu tutmasına izin verdiği, çok akıllı, ferasetli ve basiret sahibi bir mümin bir kuludur. Allah’ın verdiği bu özellikler sayesinde, karmaşık gibi görünen her soruna hemen çözüm bulmakta, aksaklıkları gidermektedir:
Kehf Suresi 83-98 Ayetler: (Ey Muhammed!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir anı okuyacağım.’ Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda (amacına ulaşabileceği) bir yol verdik. O da (Batı’ya gitmek istedi ve) bir yol tuttu. Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. ‘Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın’ dedik. Zülkarneyn, ‘Hak­sızlık edeni cezalandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülür. O da kendisini görülmedik bir azaba uğratır’ dedi. ‘Her kim de iman eder ve salih amel işlerse ona mükafat olarak daha güzeli var. (Üstelik) ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.’ Sonra yine (doğuya doğru) bir yol tuttu. Güneşin doğduğu yere ulaşınca; güneşi, kendileriyle güneş arasına bir siper koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu. İşte böyle. Şüphesiz biz onun yanındakileri ilmimizle kuşatmışızdır. Sonra yine bir yol tuttu. Sonunda iki dağ arasına ulaşınca, ora­da, hemen hemen hiçbir sözü anlamayan bir millete rastladı. Dediler ki: ‘Ey Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc (adlı kavimler) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktadırlar. Onlarla bizim aramıza bir engel yapman karşılığında sana bir vergi verelim mi?’ Zülkarneyn, ‘Rabbimin bana verdiği (imkan ve kudret, sizin vereceği­niz vergiden) daha hayırlıdır. Şimdi siz bana beden gücünüzle yardım edin de, sizinle onla­rın arasına sağlam bir set yapayım’ dedi. ‘Bana (yeterince) demir madeni getirin’ dedi. İki ya­macın arasındaki boşluğu (dağlarla) bir hizaya getirince ‘körükleyin!’ dedi. Demiri eritip kor (gibi) yapınca da, ‘Bana erimiş bakır getirin, bunun üzerine boşaltayım’ dedi. Artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler. Zülkarneyn, ‘Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi (kıyametin kopma vakti) gelince onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi gerçektir’ dedi.
Ayetlerden anlaşılacağı üzere, Hz.Zulkarneyn, ileri bir inşaat tekniği kullanarak, iki dağ arasına bir set inşa etmiştir. Bu set Yecüc ve Mecüc’ün zulmünü durdurmuştur. Ayetlerde, onun Allah’ın izniyle inşaa ettiği bu güçlü setin kıyamete yakın bir zamanda yıkılacağı bildirilmektedir. Bu setin yıkılması ile birlikte, Yecüc ve Mecüc adlı kavim ya da insanlar her tepeden akın edecektir.
 Enbiya 96 – 97: “Nihayet Yecüc ve Mecüc’ün setleri açıldığında, onlar her bir tepeden akın ederler. Gerçek vaad (kıyametin kopması) yaklaştığında, bir de bakarsın inkâr edenlerin gözleri açılıp donakalmıştır. Onlar, ‘Eyvahlar bizlere! Doğrusu biz bundan gafildik. Hayır, hatta biz zalim kimselermişiz’ derler.”
Ayetlerde gördüğümüz gibi Hz.Zulkarneyn ilk önce batıya yolculuk yapmış, orada bozulmuş, yozlaşmış, dinin doğru yolundan çıkmış, güne­şin siyah balçıklı bir suyun üzerine battığı (belki de petrolü keşfetmiş olan) kâfir bir medeniyet ile karşılaşmıştı. Bu medeniyet ile savaşıp, onlara galip gelerek, onları cezalandırmıştı. Sonra doğuya giderek, orada güneşten korunmaya ihtiyacı olmayan ya da korunacak ilime veya medeniyete sahip olmayan gelişmemiş bir kavim buldu. Onlar hakkın­da bir cezalandırma ayeti olmadığı için, Hz.Zulkarneyn’in onlarla savaşmadığı şeklinde bir yorum yapabiliyoruz. Bunun sebebi de, onların Allah’ın kendilerinden hoşnut olduğu bir kavim olması olabilir.
Sonrasında, Hz.Zulkarneyn’in yine yola koyulup, iki dağ arasında, kendilerine söylenen ve anlatılan hiç birşeyi anlayamayan, yani bana göre eğitim seviyesi düşük, doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirinden ayırt edemeyen, kolayca kandırılıp, yönlendirilebilen bir topluluğa ya da bir kavime rastladığını görüyoruz. Onlar Hz.Zulkarneyn’den kendilerine bozgunculuk yapan Yecüc ve Mecüc adlı kavimlere karşı bir set yapmalarını istiyorlar. Bu bozgunculuklar ne olabilir? Elbetteki yine ahlaksızlık, yozlaşma, kanun tanımamazlık, halkı hiçe sayıp istedikleri gibi orada hüküm sürme, faşist bir diktatörlük ya da firavunluk düzeni kurma çabaları, istedikleri gibi insan­ları öldürebilme, hapse atabilme, insanlar arasında ayrımlar, kutuplaşmalar yaratıp, onları birbirine düşürme, savaştırma ve bölme çabaları olabilir.
Bütün bu anlatılanlar, günümüzde tanıklık ettiğimiz olayları göz önüne getirdiğimizde ne kadar da tanıdık geliyor, öyle değil mi?
Görüldüğü üzere Hz.Zulkarneyn, Allah’ın kendisine ilim verdiği, yol yor­dam gösterdiği, çok akıllı ve pratik zekalı bir dostu olduğu için, Rabbimizin verdiği bu özellikler sayesin­de, karmaşık gibi görünen her soruna hemen çözüm bul­makta, aksaklıkları gidermekteydi. Yani içerisinde bulunduğu toplumun sorunlarını, ihtiyaçlarını iyi analiz edip, anlayıp, onlara kolayca çözümler üretebilen bir zattı.
Ayetlerden yola çıkarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Ke­mal Atatürk’te de Hz.Zulkarneyn’i çağrıştıran özelliklerin mevcut olduğunu görüyoruz.

 Çünkü Atatürk, parlak zekâsı ve engin görüş yeteneği ile zamanının en değerli komutanı ve lideriydi. O, çağının bütün gereksinimlerini bilen, ait olduğu toplumun örf ve adetleriyle yetişmiş, kendi zamanının insanlarının ve içinde yaşadığı toplumun sorunlarını bilip, analiz edip, onlara kolayca çözüm yolları üreten gerçek bir yönetici ve devlet adamıydı. İslâm’ı ve kitabı da çok iyi biliyordu. Hz.Zulkarneyn nasıl ileri bir inşaat tekniği konu­sunda uzman ise, Atatürk de askeri ve siyasi konularda bir uzman idi.
Atatürk mütevazı bir aileden geliyordu. Onun bu özel­liğinin, ileride halkın nabzını tutmada, halkın eğilimlerini sezmesinde büyük faydası olacaktı. Yakınları onun bir halk çocuğu olmakla övündüğünü ifade etmişlerdi.
Okul çağına geldiğinde, eğitimi konusunda an­nesi ile babası arasında görüş ayrılıkları belirdi. Geleneklere ve dinine bağlı bir aileden gelen Zübeyde Hanım, eğitim sisteminin karışık olduğu bu dönemde, Atatürk’ün dini ek­sende eğitim veren Mahalle Mektebi’ne gitmesini istiyordu. Babası Ali Rıza Bey’in tercihi ise yeni açılan ve döneme göre oldukça modern bir anlayışla kurulan Şemsi Efendi İlkokulu’ndan yanaydı. Zira okulun kurucusu olan ve okula kendi ismini veren Şemsi Efendi, ezbercilik yerine aktif eğitim metodu uygulatıyordu, ayrıca okulda kız bölümünü de açmış bir eğitimciydi.
Ali Rıza Bey’in önerisiyle okul konusundaki ikilem çözümlendi. Buna göre Atatürk, önce ilâhîlerle ve dinî bir törenle mahalle okuluna başlayacak, bir zaman sonra da Şemsi Efendi okuluna geçecekti.
Şemsi Efendi Okulu’nda dönemin mahalle okullarından farklı olarak yeni öğretim metotları uygulanmakta ve kara tahta, tebeşir, silgi, öğretmen masası, okumayı kolaylaştıracak levhalar gibi yeni araçlar kullanılmaktaydı. Atatürk’ün peda­gojik esaslara göre eğitim veren bu okulda öğrenim görmesi, onun çağının gereksinimlerine göre gelişmesinde de oldukça etkili oldu. Zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda ar­kadaşlarının ve öğretmenlerinin sevgisini kazanan Atatürk, matematikteki başarısıyla da dikkat çekiyordu.
Babasının ölümü üzerine okuldan ayrılmak zorunda ka­lan Atatürk ve ailesini zor günler bekliyordu. Maddî durumu yetersiz olan Zübeyde Hanım, çocuklarını alarak Langaza’da tarım işiyle uğraşan ağabeyi Hüseyin Ağa’nın çiftliğine yer­leşti. 1901 yılında Atatürk’ün kız kardeşi Naciye, verem hastalığına yakalanıp hayatını kaybetti. Babasını ve kısa bir süre sonra kız kardeşini kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşayan Atatürk’ün, dayısının çiftliğinde ailenin erkeği olarak aldığı sorumluluklar artmıştı. Çiftlikte geçen bu dönemde Atatürk, peygamberlerin büyük bir çoğunluğu gibi çobanlık yaparak, doğayla iç içe oldu. Şehir hayatından uzak bu ortamda, daha küçük yaşında iç dünyasına kapanarak, başına gelenleri, hayatı ve yaratılışı sorgulayıp, bunları içinde sindirdi. Dayısına çiftlik işlerinde yardımcı olduğu için el becerileri de arttı. Ancak Zübeyde Hanım oğlunun öğreniminin yarım kalmasından üzüntü duyuyordu. Onun caminin imamından ve özel öğ­retmenden aldığı eğitimin yetersiz kaldığını düşünen Zübeyde Hanım, Atatürk’ü iyi bir eğitim görmesini sağlamak için halasının yanına, Selanik’e gönderdi.
Halasının yanına taşındıktan sonra Mülkiye İdadisi’ne kaydolan Atatürk, bu okulda başka bir çocukla kavga ettiği için Kaymak Hafız lakaplı hocasından ağır bir dayak yiyince, zaten orada okumasını istemeyen büyükannesi tarafından derhal okuldan aldırıldı. O dönemde okul formasını çok beğendiği komşularının oğlu, Askeri Rüşdiye’ye gidiyordu. Ona özenen Atatürk, asker olmasını istemeyen annesinin karşı çıkmasına rağmen, kendi yolunu tuttu ve gizlice Selanik Askeri Rüştiyesi’nin sınavına girdi. Sınavı kazandığı haberini alan Atatürk yine gizlice bu okula kaydını yaptırdı. Böylece adeta “Nihayet Firavun ailesi kendilerine düşman ve üzüntü kaynağı olacak olan o çocuğu bulup aldı. Şüphesiz Firavun, (veziri) Hâmân ve onların askerleri hata yapıyorlardı” (Kasas 8) ayetindeki durumu anımsatan olaylar zincirine bir başlangıç verilmiş oldu.
Dini eğitim altyapısını çocukken almış olan Atatürk, Allah’ın bir askeri dehası olarak ileride İslam adına kazanacağı zaferler ile doğu ile batı arasına Hz.Zulkarneyn’in inşa ettiği set gibi bir ülke inşa etmesi için yetiştirilmek üzere, Allah’ın onun kade­rini ve kalbini yönlendirmesiyle askeri okula girdi. Osmanlı gelenek ve göreneklerine göre askeri eğitim veren Selanik Askeri Rüşdiyesi’nde oldukça başarılı olan Atatürk sınıf başkanıydı ve üstün zekâsıyla matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin de dikkatini çekiyordu. Genç öğrencisinin yeteneklerinden oldukça etkilenen Yüzbaşı Mustafa Efendi onu benzersiz kılmak adına, “bilgi ve erdem bakımından olgunluk ve eksiksizlik” anlamına gelen Kemal ismini ekledi. Genç Mustafa, o günden sonra Mustafa Kemal olmuştu. Ata­türk, Selanik Askeri Rüşdiyesi’nde iken, matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin mazereti olduğu zamanlarda, onun yerine birçok kez ders vermekle görevlendirilmişti.
Atatürk, 1898’de Selanik Askeri Rüşdiyesi’nden üstün başa­rıyla mezun oldu. Artık askerî lisede öğrenimine devam etmesi gereken Atatürk, Lise eğitimini imparatorluğun başkenti olan İstanbul’da tamamlamak istiyordu. Ancak sınav mümeyyiz­lerinden Hasan Bey’in kendisine tavsiye etmesiyle, Manastır şehrindeki Manastır Askerî İdadisi’ne yazıldı.
Renkli etnik yapısıyla farklı din ve ırkların bir arada yaşa­dığı Makedonya’nın en gelişmiş şehri olan Selânik’te, Atatürk yeni fikirlere açık bir ortamda kendini geliştirme ve vizyon sahibi olma imkanı buldu. Allah onu her topluluğun içerisinde bulundurarak, değişik yaşam tarzlarını ve kültürlerini inceleme, gözlemleme ve tanıma olanağı kazandırıyordu. Onu hayatın içerisinde yoğuruyor, pişiriyor, ilimlendiriyor, kendisine bir komutan yaratıyordu.
Manastır Askerî İdadisi’ndeki eğitimi sırasında, arkadaşla­rından Ömer Naci, Atatürk’ün edebiyata ilgi duymasında rol oynadı. Şiir ve hitabet sanatıyla yakından ilgilenmeye başlayan Atatürk, Namık Kemal’den ve eserlerinden ciddi şekilde etki­lendi.
Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Naküyiddin Yücekök Bey’de Atatürk’le yakından ilgileniyordu. Zira Atatürk başarılı bir öğrencisiydi ve bir kurmay subayının mutlaka bir yabancı dil öğrenmesi gerektiğine inandığı için Fransızca derslerine büyük önem veriyordu. Ancak, Fransızcası diğer derslerine göre zayıf olan Atatürk, bunu çözmek için tatil dönemlerinde gittiği Selanik’te College des Frères de la Salle’in özel kurslarına devam ederek lisanını geliştirdi. Yakın arkadaşı Fethi Okyar’ın da desteğiyle Fransız İhtilali’nin öncüleri Voltaire, J.J. Rousseau gibi filozofları tanıdı, tarih ve siyaset konusundaki bilgisini arttırdı. O dönem ayrıca sonradan sürekli işbirliği yapacağı arkadaşları, Nuri Conker, Salih Bozok ve Fuat Bulca’yla da tanıştı. Atatürk’ü en çok etkileyen derslerden birisi de tarihti. Zira tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik Bey (5. Dönem Diyarbakır Milletvekili) geniş kapsamlı bir tarih vizyonu ile Atatürk’e yeni ufuklar açtı. Lisede başlayan tarih sevgisi hayatı boyunca devam etti.
Manastır Askerî İdadisi’ndeki eğitimi sırasında Atatürk’ü en çok etkileyen olay 1897 tarihli Türk-Yunan Savaşı olmuştu. Türk Ordusu’nun savaş meydanında parlak bir zafer kazan­masına rağmen barış masasında zararlı çıkmasına içerleyen Atatürk, coşkun bir vatan sevgisiyle dolmuştu. Bir arkadaşı ile gönüllü olarak savaşa katılmak için girişimde bulunsa da bu arzusunu gerçekleştirme imkânı bulamadı. Ancak sonsuz vatan sevgisiyle kabına sığmaz olan Atatürk’ün bu özelliği hayatı boyunca devam edecekti. Manastır Askerî İdadisi’nin en parlak öğrencilerinden biri olan Atatürk, okuldayken, bıkıp usanmaksızın çalıştı. Kendisini son derece “bilinçli” olarak geleceğe hazırladı. Sonunda 1898 yılının Kasım ayında bütün derslerden tam not alıp, 54 kişilik sınıfın ikincisi olarak, dere­ceyle okulunu bitirdi. Öğrenimi boyunca vatansever, kendini her konuda geliştiren, ilerleme tutkusuyla dolu, çalışkan, azimli, kendine güveni sonsuz, seçkin, temiz ve iyi giyinen bir öğrenci oldu. Dünyayı ve günceli sürekli olarak takip eden, çalışkanlı­ğının yanında sosyal hayatta da oldukça başarılı olan Atatürk, hem dünyanın nimetlerinden faydalanan hem de başarıya ulaşmak için çok çalışan bir yapıdaydı.
13 Mart 1899’da İstanbul’a gelerek Osmanlı Harp Oku­lu’ndaki eğitimine başlayan Atatürk, iki ay sonra arkadaşları arasında sivrilerek sınıf çavuşu oldu. Burada yıllarca dost ka­lacağı arkadaşları Ali Fuat Cebesoy ve Asım Gündüz’le tanıştı.
Harp Okulu’ndaki ilk yılını gençlik hayalleri ve çok sevdiği İstanbul’un çarpıcı güzelliği içinde geçiren Mustafa Kemal, sınavlarını başarıyla vererek ikinci sınıfa başladı. İlk yıl, ağır­lığı sosyal hayata vermesine rağmen oldukça başarılı olan Atatürk, ikinci ve üçüncü sınıflarda dersleriyle çok daha fazla ilgilenmeye başladı. Zira, Harp Okulu’nda dereceye girmek oldukça önemliydi. Çünkü kurmay sınıfına ayrılmak ancak okulda üstün başarı göstermekle mümkündü. Atatürk, 3’üncü sınıfta 459 öğrenci arasından 8’inci olarak dereceye girdi ve kurmaylığa hak kazandı. Mustafa Kemal 10 Ocak 1902’de teğmen rütbesi ile Harp Akademisi’nde öğrenimine başladı.
Mustafa Kemal Harp Akademisi’nde iken onun üstün niteliklerini ilk keşfeden Osman Nizami Paşa olacaktı. Paşa, Ali Fuat’ın babası İsmail Fazıl Paşa’nın evinde kendisini mah­cubiyetle dinleyen Atatürk’le konuşup şunları söylemişti:
“Mustafa Kemal Efendi oğlum, görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni takdir etmek hususunda yanılmamış. Şimdi ben de onunla hemfikirim. Sen, bizler gibi yalnız Erkân-ı Harb zabiti olarak normal hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzere müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma, sende memleketin ba­şına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum.”
Gelecek günler Osman Nizami Paşa’nın görüşlerini haklı çıkaracaktı.
Siyasal düşüncelerinin Harbiye Okulu’nda olgunlaşmaya başladığını ifade eden Atatürk, diğer yandan öğreniminde başarılı olmak için sürekli çalışıyor, bir yandan da ülkesinin ve halkının kaderine, içerisinde bulunduğu eksikliklere, sorunlara, halkının ihtiyaçlarına kafa yoruyordu.
Zira ülkenin siyasetinde, idari yönetiminde ve gidişatında bir takım yanlışlar olduğunu fark etmişti. Ülkedeki yanlışlar hakkında herkesin bilgi sahibi olmasını isteyen Atatürk, Harp Okulu’nda başladığı el yazısı ile gazete hazırlama işine geri döndü ve gazete çıkarmaya başladı. Ancak bir süre sonra durum Mektepler Nazırı Zülüflü İsmail Paşa tarafından öğre­nildi. Bu durumla ilgili bilgi alan akademi komutanı bir gün ansızın dershaneye bir baskın yaptı ve öğrencileri suçüstü yakaladı. Komutan konu hakkında takibat yapmayıp sert bir ihtarla yetindi. Fakat Atatürk ve arkadaşları faaliyetlerine ara vermediler. Bir ev tutarak gazeteyi çıkarmaya devam ettiler. Ancak halkın uyanmasını istemeyen bir muhbir tarafından ele verilerek tutuklandılar. Meslek hayatlarını söndürmeyen, ancak birkaç ay hapiste kalmalarına neden olan olay sonra­sında serbest bırakıldılar. Mustafa Kemal 11 Ocak 1905’te üç yıllık notlarının toplamına göre akademiyi beşinci olarak bitirdi. Harp Akademisi yıllarını yabancı dilini geliştirerek, Namık Kemal’in düşüncelerini izleyip, bunları okul içinde yayarak geçirdi. Askeri eğitimi boyunca yabancı dil, şiir, dans, hitabet gibi o dönemin askeri öğrencisi için pek de alışık olunmayan konularla ilgilendi.
 Atatürk, almış olduğu eğitim ve kişisel gelişimleri sayesinde içerisinde bulunduğu kavmin, yani kendi memleketinin sorunlarını, ihtiyaçlarını çok iyi görebilen, onlara çözüm arayışı içerisinde olan çok bilgili, basiretli, faziletli ve öngörüşü yüksek birisi olmuştu.
 “Olgunluk çağına erişince ona ilim ve hikmet verdik. İşte biz, iyilik edenleri böyle mükafatlandırırız.” (Yusuf 22)
Arkadaşları da ılımlı, akıllı ve düzgün kimselerdi. Onun yapabileceklerini ve bu konudaki eksikliklerini görüyor, ona göre eğitim alması için yardımcı oluyorlardı. Adeta, Allah tarafından özellikle seçilmiş ve yanına yerleştirilmişlerdi.
“İşte böyle. Şüphesiz biz onun yanın­dakileri ilmimizle kuşatmışızdır.”(Kehf 91)
Atatürk’ün gerçekleştirdiği seyahatleri ve savaşları incele­diğimiz zaman ise O’nun da doğuya ve batıya yolculuklar yap­tığını görüyoruz. İlk askeri görevi olarak doğuda Suriye’nin başkenti Şam’a gitmiştir. Atatürk, Şam’da 5. Ordu’nun emrinde kaldığı üç yıl içinde Suriye’nin hemen her yerini görev nedeniyle dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklık­ları, ordunun eğitimindeki eksiklikleri, insanların yaşam ve yönetim şeklindeki eksiklikleri yakından görmüştür. Tıpkı Hz. Zulkarneyn’in doğuya yaptığı seyahatte gördüğü ve oraların işleyişine fazla karışmadığı, güneşle aralarına siper konmamış kavim gibi, Şam’da eski geleneklere göre yaşayan, ibadet ve yaşam tarzını halen eski devirlerdeki gibi sürdüren bir kavim arasında bulunmuştu.
Daha sonra tekrar batıya yolculuk yapmış, ilk önce İstanbul’a, 1910 yılında da Fransa’ya gönderilmiş ve Picardie Manevraları’na katılmıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında Fransa ve Almanya’da bulunmuş, oralarda çeşitli incelemeler yapmış ve görevler üstlenmiştir.
 “Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. “Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın.” (Kehf 86-88)
 Sonrasında Atatürk, incelemelerde bulunduğu bu batı kavimleri ile adeta Hz.Zulkarneyn gibi savaşacaktı:
1911’de, İtalyanların Trablusgarp’a hücumu ile başlayan Trablusgarp Savaşı’nda, Atatürk bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911’de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşı’nı kazandı.
 İngilizler 6–7 Ağustos 1915’te Arıburnu’nda tekrar taar­ruza geçmişlerdi. Anafartalar Grubu Komutanı Atatürk, 9–10 Ağustos’ta komuta ettiği ordusuyla Anafartalar Zaferi’ni kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos’taki Kireçtepe ve 21 Ağustos’taki II. Anafartalar Zaferi takip etti. Çanakkale Savaşları’ndan sonra 1916’da Edirne ve Diyarbakır’da görev aldı. 1 Nisan 1916’da tümgene­ralliğe yükseldi ve Ruslarla savaşarak Muş ve Bitlis’in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep’teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917’de İstanbul’a giden Atatürk, Veliaht Vahdettin Efendi’yle Almanya’ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalanıp, Viyana’ya ve Karisbad’a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918’de Halep’e 7. Ordu Komutanı olarak geri döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı kahraman­ca savaştı. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Gru­bu Komutanlığı’na getirildi ve daha sonra bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelip Harbiye Nezareti’nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Ekim 1912’de Balkan Savaşı başlayınca Atatürk, Geli­bolu ve Bolayır’daki birliklerle savaşa katıldı, Dimetoka ve Edirne’nin geri alınışında önemli hizmetler verdi. 1913 yılında Sofya Ataşe Militerliği’ne atandı ve 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı ve Osmanlı İmparatorluğu da savaşa girmek zorunda kalmıştı. Atatürk, 19’uncu Tümen’i kurmak üzere Tekirdağ’da görevlendirildi. 18 Mart 1915’te Ça­nakkale Boğazı’nı geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verdi. 25 Nisan 1915’te Arıburnu’na çıkan düşman kuvvetlerini, Atatürk’ün komuta ettiği 19‘uncu Tümen, Conkbayırı’nda durdurdu. Çanakkale’de kahramanca savaşan Atatürk, “Çanakkale geçilmez!” sözünün de doğduğu bu büyük askeri başarısıyla albay­lığa yükseldi.
Atatürk’ün, hem doğuya, hem de batıya olan yolculukları sürekli devam etmekteydi. Kazanılan zaferler ve Mondros Antlaşması, bu milletler tarafından tanınmadığı için İtilaf devletleri Anadolu’yu işgal etmeye başladı. Ne yazık ki, padi­şahın eli kolu bağlıydı ve fazla bir şey yapamıyordu. Osmanlı İmparatorluğu artık neredeyse ortadan kaldırılmak üzereydi. Padişahlık ya da halifelik sistemi de artık çağın ve halkın gereksinimlerine cevap veremiyordu. Bir zamanlar Allah inancı ile iç içe olan bu sistem, artık bir başka hal almıştı ve hak yolundan sapmıştı.
 * * *
 Burada konuya bir mim koyup, insanlık tarihinde örnekleri sık sık görülen, bugün de yeryüzünde halen devam ettiğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz, Kur’an’ın da önemle üzerinde durduğu “Firavun” kelimesinin anlamını ve “Firavunluk Sistemini” incelemek yararlı olacak.
Firavun eski Mısır hükümdarlarına verilen isimdir. Firavun olabilmek için Firavun aile soyundan gelmek, ya da o soydan birisiyle evlenmek gerekir. Daha çok babadan oğula geçen bir yönetim sistemi biçimindedir. Aile malını ve servetini kendi içinde tutabilmek için bazen akrabalarıyla da evlilikler yapabilirler. Ender durumlarda fethedilen yerlerdeki başka kavimlerden eşler aldıkları da bilinmektedir.
 Eski Mısır’da firavunlara Tanrı gözüyle bakılmakta, dedik­leri Tanrı’nın sözleri ve emirleriymiş gibi algılanmaktaydı. On­lar bir nevi Tanrı’nın yeryüzündeki halifeleri konumundaydı. Bunu halkın gözünde krallıklarının ve saygınlıklarının artması, yönetimleri altındaki insanların kendilerine kulluk ve kölelik etmeleri için siyasi bir güç olarak kullanıyorlardı. Firavunlar vergilendirir, başka ülkelere asker gönderir, fethettikleri yer­lerdeki insanların mallarına el koyardı. İnsanları bir sözleriyle mahkemesiz ölüme mahkûm etmek gibi yetkileri vardı. Eski insanların inanışlarına göre firavun; evrensel dengeyi sağlayan, güneşi temsil eden, çeşitli tanrıların azaplarını engelleyen bir Tanrı olarak da bilinirdi. Adaleti ve ülke güvenliğini sağlayan, iç ve dış siyaset ile orduyu yöneten tek yetkili kişiydi. Sömürü düzenine dayalı, makam ve menfaati kaybetmemek uğruna zalim davranan, nefsine ve keyfine göre ülkeyi yöneten, buna ortak olan politikacıları, bilim ve din adamlarını etrafında tutan, onları kayıran, tahtını ve saltanatını tehdit eden her­kesi acımasızca katledebilen, sihirbazları ile çeşitli hileler ve yöntemlerle halkın gözünü boyayan idarecilerin olduğu bir sistemdi.
 Oysa ki İslam, Allah’ın kitabında insanları sürekli bu tip yönetimlere ve insanlara karşı uyardığı, bu tarz akıllarını çalıştıramamış kavimlerin içlerinden de her zaman bir takım peygam­berler, veliler, müceddidler, alimler, Musa’lar çıkarıp onlarla savaştırdığı bir dindir. Çünkü Rabbimiz kendisinden başka birşeye kulluk etmeyi kesinlikle yasaklamıştır.
 Halife, sözlük anlamı olarak, bir işte birinin yerine geçen kişi, onu temsil eden kimse demektir ve genellikle devlet baş­kanı için kullanılır.
 İslam terminolojisinde ise, Hz.Muhammed’in ölümünden sonra onun yerine geçen kişi, yani Müslümanların din ve devlet başkanı anlamına gelir. İslami anlayışa göre halife, cismani ve ruhani bir kişiliktir. Bu anlamda, hem devlet başkanı ve ordu komutanı olarak dünyaya ait iktidarı temsil eder, hem de baş imam olarak ahiret işlerini yürütür. Dolayısı ile Müslüman halk üzerinde büyük tesiri vardır.
 Halifeliğin ta­rihçesine kısaca baktığımızda, Hz.Muhammed’in ölümünden sonra, ilk dört halifenin seçimle iş başına geldiklerini görüyo­ruz. Halifeler ilk başlarda, tıpkı şimdiki Cumhuriyet rejiminde olduğu gibi seçimle başa getirilmiş ve devlet yönetimi o kişiye bu şekilde teslim edilmiştir. Dolayısıyla, halifeliğin, demokratik seçimlerden ve rejimlerden hiç bir farkı olmadığını ve bu sistemi ilk dört halifenin uygulamış olduğunu görüyoruz. Ancak, Emeviler devrinde, seçim geleneği bir tarafa bırakı­larak, halifelik saltanat usulüne göre, babadan oğula geçen bir müessese haline dönüştürülmüştür. Bu olaydan sonra da bu makam, seçimle iş başına getirilen liderlik vasfını kaybetmiştir. Yani bir nevi firavunluk sistemi ve saltanat makamı haline dönüştüğünü de söyleyebiliriz.
 İslamiyet’in geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte bazı sultanlar, değişik zamanlarda ve yerlerde, kendi topraklarında bir hükümranlık ifadesi olarak da halife ünvanını kullanmaya başladılar. Halifelik Osmanlı İmparatorluğu’na Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılındaki Mısır seferinden sonra geçti. Bu tarih itibarıyla artık Osmanlı padişahları aynı zamanda halifelik sıfatını da aldı. Dolayısıyla Padişahlar, hem imparatorluk tebaasının hükümdarı, hem de bütün Müslümanların dini lideri duru­mundaydı.
 Osmanlı, halifelikle birlikte, İslam dünyasının en güçlü siyasi otoritesi haline geldi. Bu sebeple padişahlar, siyasi üs­tünlükleri devam ettiği müddetçe, ayrıca halifeliğe dayanan bir nüfuz elde etmeyi, yani bu makamın maddi ve manevi gücünden faydalanmayı asla düşünmemişlerdi. Kendileri zaten neredeyse yaşayan ayaklı Kur’an-ı Kerim oldukları için, İslam’a ve Kuran’a ters düşen hareketleri asla sergilememiş, aksine Kur’an ahlakı ile hükümranlıkları altındaki topluluklara adaletle hükmetmeye çalışmış ve İslam’a hizmet etmeyi seçmiş, halifeliğin gerekliliğini yerine getiren karaktere ve ahlaka sahip olan kimselerden olmuşlardı. Halk onlara bu üstün ahlaklarından dolayı saygı duyuyor, adaletle yönettikleri ve korudukları, baskı ve zulüm yapmadıkları için padişahlarına ve devletlerine hürmet ediyordu. Padişahlar genellikle dini konularda Şeyhülislamların fetvalarına başvurarak, bu fetva­larda öngörülen hususlara göre hareket etmeye çalışmışlardı. Şeyhülislam, Osmanlı Devleti zamanında dini konularda en yüksek yetkiye sahip devlet görevlisi demekti. Cumhuriyetin ilanı ve 1924’te laiklik ilkesinin kabulünden sonra Şeyhülis­lamlık, Diyanet İşleri Başkanlığı adını almış ve aynı görevi sürdürmüştür.
 ***
Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarındaki padişahları ve devlet büyükleri, Allah’ın İsra 16’da “Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmü­müz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz” dediği gibi yozlaştılar. İslam’dan ve kitaptan uzaklaşıp, kendilerini birer firavuna dönüştürdüler. Hatta öyle ki, bu makamları ve saltanatları ellerinden gitmesin diye, halklarının düşman tarafından katledilmesine bile göz yumarak, düşmanın emellerine destek verdiler. Ancak elbette ki Allah asırlardır İslam’a hizmet etmiş, yayılmasına vesile olmuş, binlerce veli, evliya, eren, derviş ve alimler çıkarıp, şehitler vermiş bir kavimi kurtarıcısız ve koruyucusuz bırakmayacak, düşmanın yok etmesine izin vermeyecekti.
 Tıpkı her bozulmuş ve darda kalmış kavime gönderdiği gibi, kendi içlerinde yetiştirip çıkardığı, herkesin onu çok iyi tanıdığı ve saray halkına azap olacak olan bir kuluna zamanı gelince padişaha gitmesini söyledi.
 “Firavun’a git, çünkü o azmıştır.”(Ta-Ha 24)
Atatürk bütün bu olup biten bozgunculuklara ve zulümle­re daha fazla dayanamayarak kavminin firavunu olan padişa­ha gitti. Artık padişahla aralarında ne gibi bir konuşma geçti, bilinmiyor. Belki memleketin kurtuluşu için hiç kimsenin bilmediği bir anlaşma yaptılar ve padişah kendi koltuğundan olmak ve sürgüne gitmek pahasına dahi bir fedakârlıkta bulundu ve Mustafa Kemal’i gizlice destekledi. Planın bozulmaması ve yanındakilerin kendisine karşı çıkmaması için de bunu tüm saray halkından gizledi. Ya da Mustafa Kemal, padişahtan tıpkı Hz. Musa’nın firavuna önerdiği gibi yönetimi ve mem­leketin idaresini kendisine teslim etmesini istedi. Kendisinin insanları kurtarabileceğini ve doğru yolu bildiğini, padişahın kendisine uyarsa bunun onun için daha hayırlı olduğunu, uymazsa başına gelecek olan musibetlerden ve felaketlerden mesul olmayacağını anlattı.
 “Mûsâ dedi ki: Ey Firavun! Şüphesiz ki ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir resulüm. Bana, Allah’a karşı sadece gerçeği söylemem yaraşır. Ben size Rabbinizden açık bir delil (mucize) getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder.” (Araf 104-105)
“Firavun şöyle dedi: Seni biz küçük bir çocuk olarak alıp aramızda büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirdin.” (Şu’arâ 18)
 “Firavun: Eğer benden başka bir ilah edinirsen, andolsun seni zindana atılanlardan ederim.” (Şu’arâ 29)
 “Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: Şüphesiz bu adam usta bir sihirbazdır. Sizi yerinizden çıkarmak istiyor. Firavun ileri gelenlere, ‘Öyle ise siz ne düşünü­yorsunuz?’ dedi. Onlar şöyle dediler: Mûsâ’yı ve kardeşini (bir süre) beklet (haklarında bir işlem yapma) ve şehirlere toplayıcılar yolla. Bütün usta sihirbazları (toplayıp) sana getir­sinler. Sihirbazlar Firavun’a geldiler. ‘Galip gelenler biz olursak mutlaka bize bir mükafat vardır, değil mi?’ dediler. Firavun, ‘Evet. Üste­lik siz (ücretle de kalmayacaksınız) mutlaka benim en yakınlarımdan olacaksınız’ dedi.” (Araf 109 – 114)
 Neticede ayetlerde anlatılanlara benzer bir sihirbaz rolü Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya verildi. O da İstanbul’dan uzaklaşarak oyalansın ve Samsun’da işgal devletlerinin çıkarlarına ters düşen ayaklanmalar sergileyen Türk halkını zapt etsin diye Atatürk’ü Samsun’a Ordu Başmüfettişi olarak görevlendirip gönderdi. Ancak Atatürk, Samsun’da Türk halkının başlat­tığı ayaklanmayı engelleyeceğine, onlarla birlikte olduğunu açıkladı.
“Mûsâ kavmine, ‘Allah’tan yar­dım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Al­lah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınan­larındır’ dedi. Dediler ki: Sen bize gelmeden önce de bize işkence edildi, geldikten sonra da. Mûsâ, ‘Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizi bu yerde egemen kılıp, nasıl davranacağınıza bakacaktır’ dedi.” (Araf 128-129)
 Padişah, Atatürk ve ona tüm uyanlar hakkında yakalanma emri çıkarttı ve tüm ünvanlarını geri aldığını söyledi. İnsanlar Atatürk’ün bir kurtarıcı olduğuna inandılar ve onunla birlikte savaşmak istediklerini söylediler. Ondan sonra da aşağıdaki şu ayetlerin benzerleri gerçekleşecekti.
 “Firavun, ‘Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha!’ dedi. ‘Şüphesiz bu halkını oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktır. Göreceksiniz! Mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da (ibret olsun diye) sizin tümünüzü elbette asacağım.” (Araf 123-124)
“Firavun ve ileri gelenlerinin kötü­lük yapmaları korkusu ile kavminin küçük bir bölümünden başkası Mûsâ’ya iman etmedi. Çünkü Firavun o yerde zorba bir kişi idi. O gerçekten aşırı gidenlerdendi.” (Yunus 83)
 “Dediler ki: Biz mutlaka Rabbi­mize döneceğiz. Sen sırf, Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde iman ettiğimiz için bize hınç duyuyorsun. ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak bizim canımızı al’ dediler.” (Araf 125-126)
 Bu arada padişahın çevresindeki sihirbazlar ve satılmış kişiler ona makamını terk etmemesi için vesveseler vermeyi sürdürüyorlardı.
“Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: Sen (sihirbazları cezalandıracaksın da) Mûsâ’yı ve kavmini, bu ülkede fesat çıkar­sınlar, seni ve ilahlarını terk etsinler diye bıra­kacak mısın? Firavun, ‘Biz onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Biz onların üzerinde ezici bir güce sahibiz’ dedi.” (Araf 127)
 Tüm ünvanları elinden alınan Atatürk ise sade bir vatandaş olarak, tıpkı sarayı ve sahip olduğu her türlü makamı ve imkanı terk edip, kendi insanlarının yanında hak davasını sürdürmeye giden Hz.Musa gibi halkın arasına karıştı. Kendisine inananlar ile birlikte hem padişaha hem de yabancı işgal devletlerine karşı Kurtuluş Mücadelesi’ni başlattı. Sonra da gizlice Samsun’dan Anadolu’ya geçmeye karar verdi.
 İşte bu Anadolu’ya geçiş hareketi, tüm peygamberlerin yaptığı zoraki göç ile Hz.Zulkarneyn’in en son varacağı ve iki dağ arasına bir set inşa edeceği kavime geçiş hareketi gibiydi. Atatürk, Köroğlu ve Toros dağları ile korunmuş iki dağ arasında, hemen hemen kendilerine söylenen hiçbir şeyi anlayamayan, yöneticilerine kulluk ettikleri halde onların kendilerine bu kadar kötülük yapacağına inanmayan, saf ve temiz yürekli Anadolu halkıyla karşılaştı. Bu halk arasında, doğuda ve batıda kendilerine zulmeden, Yecüc’le Mecüc benzeri bozgunculardan kaçarak bu bölgeye sığınmış insanlar da vardı. Bu göç eden halk öyle bir halktı ki, kendilerine batılı kuvvetlerin düşman olduğu ve padişahın onlarla işbirliği yaptığı ne kadar anlatılırsa anlatılsın, hiçbir şey anlamamışlar, padişahın fetvasına ve emirlerine uyarak kendileri için savaşan Türk askerlerine ateş açıp, öldürmüşlerdi. Memleketlerine bozgunculuk yapmak için girenleri ise alkışlarla karşılayarak, onlara yardımda bulunmuşlardı. Ta ki zulüm kendilerine dokunana, gözleri önünde eşleri, anaları, bacıları, kız evlatları tecavüz edilip öldürülünceye kadar. Sonradan gözleri açılmıştı.
 İşte bu iki dağ arasında tarih yeniden tekerrür etti ve tıpkı bir zamanlar Kuran’da geçen topluluğun Zulkarneyn’den me­det umması gibi Anadolu halkı da Atatürk’ten medet umdu.
Adeta “Bu Yecüc’le Mecüc bize zulm ediyor, buralarda bozgunculuk çıkarıyor, sana bir ücret ya da vergi versekte, sen bunlarla aramıza bir set kursan. Bizi bu bozgun­lardan ve ölümlerden kurtarsan” (Kehf 94) dediler.
 Atatürk’te sanki onlara: “Rabbimin bana vereceği imkan sizinkinden daha hayırlıdır, siz bana beden gücünüz­le, insan kuvvetinizle yardımda bulunun da, sizlerle onlar arasına bir set kurayım”(Kehf 95) dedi.
 Bunun üzerine halk, onun dediklerini yaptı. Atatürk bu halk ile bir ordu kurdu. Halk ellerinde ne kadar demir çelik, altın varsa, Atatürk’e verdi. Bunların içerisinde eski kılıçlar, tabancalar, mızraklar, sağ­dan soldan binbir güçlükle elde edilmiş ve zulmeden yabancı kuvvetlerden çalınan cephaneler de vardı. Atatürk, bütün bu demiri çeliği halka erittirdi. Onlarla silah, tüfek, top döktürüp, bu topa tüfeğe kovan yaptırttı. Bakırı erittirip, bu kovanlara mermi yaptırttı. Allah, Atatürk’ü ilmiyle kuşatmıştı. O bütün bunların nasıl yapılacağını, düşmanla nasıl savaşılacağını çok iyi biliyordu. Allah etrafında ona bu konularda yardımda bulunacakları da ilmiyle kuşatmıştı. Daha sonra halk, ona beden gücüyle yardımda bulundu. “Allah, Allah” nidalarıyla bu bozgunculuk çıkaran Yecüc ve Mecüc ile savaştılar.
Yabancı devletlere karşı yapılan Kurtuluş Savaşı’nın yanı sıra, Allah katında ortakları varmışçasına dini kendilerine mal edip, şahsi menfaatle­ri ve çıkarları için kullanan, din ile kendilerine dünyalık saltanatlar kurup, insanların başına dinden sorumlu birer bekçi kesilerek zulmeden, zorbalık eden, her birisinin kendi katındaki dinî anlayış ile sevinip böbürlendiği ve dinlerini darmadağınık edip gruplara ayırdığı tüm hacı, hoca, şıh, şeyh, cemaat, ta­rikatlarla da savaştılar.
 Tıpkı “Hiçbir zulüm ve baskı kalma­yıncaya kadar ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (Bakara 193)ayetindeki gibi…
Düşmanı hem doğuda, hem batıda, hem de içeride yenil­giye uğratarak, sağlam sınırlar çizdiler ve tıpkı kıyamet günü gelinceye kadar yıkılmayacak olan o seti Yecüc’le Mecüc’ün arasına inşa eder gibi doğu ile batının arasına kurdular.
 Bir daha böyle hatalar yapılmaması, memlekette bozgun­culuk çıkmaması, doğru yoldan sapılmaması için Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye çevirip, bedava halka dağıttılar. Eğitim kurumları, sanayi ve endüstri tesisleri oluşturdular. Bu setin korunması için de ‘Altın Ordu’yu, yani Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kurdular.
Böylece “Hor görülüp ezilmekte olan kavmi, toprağına bolluk ve bereket verdiğimiz yerin doğu ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğulla­rına verdiği güzel söz, onların sabretmeleri karşılığında gerçekleşti. Firavun ve kavminin yaptıklarını ve (özenle kurup) yükselttiklerini yerle bir ettik” (Araf 137) ayeti Türkler hak­kında da gerçekleşmiş oldu.
 Allah, kim iman edip salih amel işlediyse, onlara mükâfat olarak daha güzelini verdi. Allah içlerinden bu yolda cihat edip ölenleri şehit olarak katına aldı, yaşayan diğerlerini de altlarından ırmaklar akan, orada her türlü meyveden yedikleri, tertemiz eşleriyle mutlu bir şekilde yaşadıkları bu cennet vatanla ödüllendirdi. İnsanlar, “Doğrusu biz kendi­mizi kendi öz ailemizin yanında bile bu kadar güvende hissetmiyorduk, tıpkı daha önce rızıklandırıldıklarımızın aynısıyla rızıklandırılıyoruz. Şükürler olsun bizi cennetine yerleş­tiren Rabbimize, şüphesiz o vaat edenlerin en hayırlısıdır.” dediler.
Bu rızıklar onlara cennettekine benzer olarak verilmişti. Allah, doğru yoldan sapan Türk milletini, içlerinden cihat edenleri ve sabredenleri ayırt etmek, iman edip, salih amel işleyenleri cennetine sokmak için bu savaşlarla sınamıştı.
 Atatürk ise bu iki dağ arasındaki kavimle ve kurmuş oldukları bu setin devamlı ayakta kalabilmesiyle ilgili olarak şu sözleri söyleyecekti:
“Gözlerimizi kapayıp, dünyadan soyutlanmış yaşadığımızı varsayamayız. Ülkemizi bir çember içerisine alıp evren ile ilgisiz yaşayamayız. Tersi­ne, ileri, uygar bir ulus olarak uygarlık alanının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat, ancak bilim ve teknikle olur. Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız.”
 Atatürk bu sözlerle ileri teknolojiye sahip olup, zulmeden Yecüc ve Mecüc kavimlerinden daha yüksek seviyeye çıkmak gerektiğini, bu setin ancak bu ülkü ile korunabileceğini bizlere anlatmak istemişti.
* * *
Yaşadığımız dönemde, tarihi tekrar ettirecek unsurlarla yeniden karşı karşıyayız. Ne yazık ki, Allah’ın verdiği ni­metlere burun kıvırmaya başladık. Şükretmiyoruz. Birlik ve beraberlik içerisinde olacağımıza Yecüc ile Mecüc’e uyup, onların süslü gösterdiklerine kanıp, doğru diye yanlış yolda ilerliyoruz. Binlerce gruba, cemaate, tarikata bölünüyor, Kur’an yerine başka kitaplara ve insanlara inanıyoruz. Hızla cahiliye devrine geri dönerek, kendi kendine zulmeden bir topluma dönüşerek, Allah’ın gazabını üzerimize çekiyoruz. Böylece Allah’ın gözünden düşüyor, yaptığımız se­tin yıkılmasına neden oluyoruz. Oysaki Allah, kurtulanların sadece Kur’an’a sarılmasını, O’nun dosdoğru yolundan giderek birlik ve beraberlik içerisinde olmalarını, akıllarını kullanarak yaşamalarını ve onları bu güzel yurda yerleştirdiği için O’na şükretmelerini istemişti. Ancak biz Türkler, batılın peşinden koşmaya başladık.
 Böylece aşağıdaki ayetlerde bahsedilen ve dinlerini darmadağınık edip gruplara ayrılan, her bir grubun da kendi katındaki dinî anlayış ile sevinip böbürlendiği ve kendi elleriyle birbirlerine zulm ettiği bir kavim haline geldik.
 “Resul, ‘Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terkedilmiş bir şey haline getirdi’ dedi.”(Furkan 30)
 “Onlar Kuran’ı da inanılan, inanılma­yan olarak kısım kısım ayırdılar.”(Hicr 91)
 “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ın­dır. Onu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar.”(Zümer 3)
 Eğer aklımızı başımıza toplamaz, millet olarak birlik ve beraberlik içerisinde olmaz isek, bu ülke için kıyametin kopma vakti gelmiştir. Kıyamet kelimesinin anlamı diriliş olduğuna göre de, artık bu kavmin insanlarının uyanması, dirilmesi, üzerlerindeki gaflet uykusunu atıp, dinine, değerlerine, kendilerine ve vatanlarına sahip çıkması gerekmektedir. Hem imparatorluk hem de Cumhuriyet döneminde yapılan hatalardan ders alın­ması, birlik ve beraberlik ile yepyeni, tertemiz bir nesil ve kavim meydana getirilmesi gerekmektedir.
* * *
Peki, Allah tarafından böylesine ilimlendirilmiş bir kur­tarıcı olarak İslam coğrafyasına gönderilmiş, memleketini düşman işgalinden kurtaran, camilerin ayakta kalmasını, ezanların okunmasını ve Allah’ın adının günde beş vakit bu ülkede anılmasını sağlayan, her söylediğine büyük bir özen gösteren Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1937’deki meclis açılışında şu konuşmayı nasıl oldu da yapmış olabilir?
 “Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizde­ki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yaprak­larından çıkardığımız sonuçlardır.”
Pek tabii ki, Atatürk’ün kutsal kitaplarla ilgili yorumları kendisini bağlar. Ancak Kur’an’da kitabın bize Cebrail(A.S) vasıtasıyla indirildiğini söyleyen pek çok ayet vardır:
“De ki: Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine indirmiştir.” (Bakara 97)
 “Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh (Cebrail) senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir.” (Şu’arâ 193,194,195)
 Acaba Atatürk, Allah Kuran’ı yeryüzünde iki ayağı üzerinde dola­şan, beşer bir kulu olan peygamberin kalbine indirdiği için mi bu şekilde söylemiştir?
 Belki de “Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” derken, kendi yazmış ve belir­lemiş olduğu bu kitabın, programın ve prensiplerin, Allah’ın Kur’an hakkında Bakara 23’te “Kulumuza indirdiğimiz Kuran’dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sure meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allah’tan başka, güvendiklerinizi de yardıma çağırın”dediği gibi eşsiz ve emsalsiz bir kitap olmadığını, o kitabın Kur’an gibi algılanmaması, inanılmaması ve takip edilmemesi gerektiğini, aklın ve ilmin gösterdiği doğrultuda, günün şartları insanlık için neyi uygun gösteriyorsa, ona göre değiştirilebilen prensipler olduğunu ima etmiştir.
Ayrıca belki de “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, yaşamın içerisinden alıyoruz” derken de, kendisini peygam­beri takip eder gibi takip edenler ve ilahlaştıranlar varsa, kendisinin bir peygamber ya da ilah olmadığını, her sözünün ve hareketinin peygamberin sünneti ya da tanrının sözü gibi takip edilmemesi gerektiğini, bu izlenen politikaların ve ki­tapta açıklanan prensiplerin Allah’ın peygamberine bildirir gibi kendisine verdiği gayb bilgileri olmadığını, kendisinin kendi hayatı içerisinde edinmiş olduğu tecrübeler, gözlemler ve analizlerden ibaret olduğunu söylemiş de olabilir.
 Çünkü Atatürk “bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır” diyerek bu programın din işlerini değil, devlet ve siyaset işlerini idare etmedekullanılacağının ve kullanılması gerektiğinin önemini be­lirtmiştir.
 Ne var ki, kimileri bu sözlerini referans yaparak ve yanlış anlayarak Müslü­manlığı bir gericilik unsuru olarak gördü ve dindar insanları aşağılayarak onlara zulmetti. Onlara ikinci sınıf vatandaş mu­amelesi yaptılar. Kuran’dan ve Allah’ın dininden uzaklaştılar. Atatürk’ün her yere heykellerini dikip, onu ilahlaştırıp, Hz. İsa’nın ya da herhangi bir varlığın heykellerini yapıp onlara tapan putperestler gibi onu da putlaştırdılar.
Baskı ve zulümle dışlanan dindar kesim ise, tıpkı gençli­ğinde işsiz kaldığı dönemi Yahudilerden bilen ve onlara iyice düşman kesilen Adolf Hitler gibi, Atatürk’e, onun inkılâplarına ve laikliğe kin bilediler. Hitler’in gerçek bir Alman’ın Yahudi olmayacağını savunduğu gibi, gerçek bir Müslüman’ın da asla laik olamayacağını iddia edebildiler. Oysaki Atatürk, tıpkı aşağıdaki ayette belirtildiği gibi Allah’ın izniyle bu ülkeyi orta bir ümmet haline getirmişti.
 “Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve resul de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın hidayet edip doğ­ru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak; Resûl’e tabi olanlarla, gerisin geriye dönecek­leri ayırd edelim diye kıble yaptık. Allah ima­nınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.” (Bakara 143)

“Bir de elini koynuna sok! Bir başka mucize olarak lekesiz, bembeyaz bir halde çıksın.” (Tâhâ 22)

Cüneyt Aktan
Kaynakça:
1) Kur’an-ı Kerim ve Meali, Mehmet Nuri Yılmaz, Horo Yayıncılık, Açıklamalı 2.Baskı, Ankara-2000
 2) Üçü Birarada Kur’an-ı Kerim (Arapça-Meal-Türkçe Okunuşu), Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır, Kabe Basın Yayın Dağıtım
 6) Arayışname, Cinius Yayınları, Cüneyt Aktan, Nisan 2013, Sayfa 245









23 Nisan 2016 Cumartesi

ATATÜRKÜN : GÖKTEN İNDİĞİ SANILAN KİTAPLAR SÖZÜ



ATATÜRKÜN : GÖKTEN İNDİĞİ SANILAN KİTAPLAR SÖZÜ
BAZI KÖTÜ NİYETLİLER VE ATATÜRK DÜŞMANLARI ATATÜRKÜN BU SÖZLERİNİ DİN DÜŞMANLIĞI OLARAK ALGILARLAR
DOGMA : Değişmeyen demekdir din kitaplarında yazılanlar değişmez ama diğer şeyler değişkendir
Gökten indiği sanılan kitaplar : hiçbir din kitabı gökten inmez.
Kaf Suresi'nin 16. Ayeti şöyledir:
"İnsanı Biz yarattık. Onun için, nefsinin kendisine neler fısıldadığını, neler telkin ettiğini de Biz pek iyi biliriz. Çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız."

Allahı gökte aramakda ayrıca bir şirk dir

O Yalan Çürüdü (Atatürk'ün "Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları" Sözünün Sırrı)

Atatürk'ün 1 Kasım 1937 Meclis Açış Konuşması Nasıl Cımbızlandı

Öncelikle peşinen söyleyeyim ki bu yazıda amacım bazılarının yaptığı gibi elime bir "iman ölçer!" alıp Atatürk'ün imanını ölçmek değildir. Ayrıca bu kimsenin haddine de değildir. Atatürk yapıp ettikleriyle her şeyden önce Türk insanının canını, namusunu, vatanını kurtarmıştır. Bu ona minnet duymak için yeter de artar bile. Benim bu yazıdaki amacım çokça çarpıtılan bir konuyu açıklığa kavuşturmaktır.

Son zamanlarda sözüm ona “Atatürk’ün dinsizliğine” en büyük kanıt olarak onun 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasının sonundaki “Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları!” sözü gösterilmektedir. Atatürk’ün sürekli istismar edilen ve çokça çarpıtılan bu sözünü açıklamanın zamanı geldi de geçiyor bile:

Öncelikle Atatürk’ün o sözünü –Atatürk’ü dinsiz göstermek isteyenlerin yaptığı gibi cımbızlamadan- öncesiyle sonrasıyla ortaya koyalım. İşte Youtube’da yayınlanan “o videoda” yer almayan bölümleriyle Atatürk’ün 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasındaki o kısım:

“Aziz milletvekilleri,
Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.(Alkışlar)
Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.
Elimizdeki programın ruhu, bizi sadece bir kısım vatandaşlarla ilgilenmekten engeller, biz bütün Türk ulusuna hizmet ederiz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet kuruluşunu birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk. (Var ol sesleri) Bu olayın bizim, devlet yönetiminde kabul ettiğimiz, ‘Kuvvet birdir ve o ulusundur’ gerçeğine uygun olduğu ortadadır.(Alkışlar) Gücün tek kaynağı olan Türk Milletinin seçkin vekillerini, büyük mutlulukla, eğilerek selamlarım.(Bravo, yaşa sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar)” (Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3, 1 Kasım 1937).

O Sözler, "CHP Prensiplerinin Hayattan Alındığı" Vurgusunu Güçlendirmek İçin Söylendi

Her şeyden önce Atatürk -tamamını buraya sığdıramayacağım için koymadığım- 1937’deki bu Meclis açış konuşmasında daha önceki Meclis açış konuşmalarında olduğu gibi Türk milletinin yükselmesi, ilerlemesi, refahı, mutluluğu için neler yapılacağını açıklamıştır. Ağır sanayinin kurulmasından, madenlerin işletilmesine, demiryollarından, kültür sanat politikalarına kadar Türk milletinin kalkınmasını sağlayacak birçok farklı alanda yapılanları ve yapılacakları sıralamıştır. Bütün bunları dönemin hükümetinin, CHP’nin yapacağını ifade etmiştir. Daha sonra “Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir.” demiş ve bu prensiplerin, yani CHP’nin ilkelerinin (6 ilke) zamana göre değişebilirliğini çok etkili bir şekilde vurgulamak için de “Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” demiştir. Böylece Atatürk CHP’nin prensiplerinin (ilkelerinin) dogma (donmuş, kalıplaşmış, değişmez) olmadığını, bu prensiplerin hayattan alındığı belirtmiştir. Yani Atatürk, “gökten indiği sanılan dogmalar” sözünü kutsal kitapları aşağılamak amacıyla değil, CHP’nin prensiplerinin hayattan alındığını, dolayısıyla dinamik prensipler olduğunu çok güçlü bir şekilde ifade etmek için söylemiştir. Bu söylem tarzı (teşbih/benzetme) Atatürk’ün sıkça başvurduğu yöntemlerden biridir. Atatürk konuşmalarında özellikle öne çıkarmak, altını çizmek istediği noktaları böyle dikkat çekici, sarsıcı benzetmelerle, karşılaştırmalarla belirginleştirmiştir. Burada da CHP’nin prensiplerinin hayattan alındığını, bu prensiplerin değişebilirliğini, zamana uygunluğunu, dinamikliğini vurgulamak için çok radikal bir şekilde bu prensipleri kutsal kitaplardaki hükümlerle karşılaştırmıştır. Ancak Atatürk bu karşılaştırmayı yaparken –hep iddia edildiği gibi- asla dinlere, kutsal kitaplara hakaret etmemiştir. Burada kutsal kitapları yanlış anlayan din bezirganlarına üstü kapalı bir gönderme yapmış, onların kutsal kitap algılarını eleştirmiştir. Bunu ilerde ayrıntılı açıklayacağım.

Atatürk'ün, "Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları" Sözünün Şifresi

Sırayla gidelim:

1. "Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” ifadesi İslam dinine saygısızlık değildir: Açıkça görüldüğü gibi Atatürk burada hangi kitaptan, hangi dinden söz ettiğini belirtmemiştir. İslam dini veya Kuran ifadesini kullanmamıştır. Genel olarak "kitaplar" ifadesini kullanmıştır. Burada İslam dinine ve onun kutsal kitabı Kuran’a bir hakaret söz konusu değildir.

2. “Gökten indiği sanılan kitaplar” ifadesinde ilahi dinlere hakaret yoktur: Şöyle ki: Evet! Burada bir eleştiri vardır, ancak bu eleştiri kutsal kitaplara değil, kitapların "gökten indiği sanrısına" yönelik bir eleştiridir. Çünkü ilahi dinlerin (Tanrısal kaynaklı-kitaplı dinlerin) kutsal kitapları "gökten inmemiştir". Hele hele son İslam dininin “gökten indiğini iddia etmek” abesle iştigal olur. Çünkü Kuran’ın gökten indiğini iddia etmek her şeyden önce Allah’ı gökte sanmak olur ki bu büyük bir yanılgıdır. İslam'da Allah mekan ve zaman üstüdür. Belli ki İslamın Semavi (göksel) din, Kuran’ın Semavi (göksel) kitap olduğu şeklindeki genel kabulden hareket edenler, yüzeysel bir bakışla, Kuran’ın gökten yere indiğini düşünmektedirler. Aslında gökteki bir tanrı inancı Hem İslama inananların hem de ona inanmayanların ortak bilinç altıdır. Oysa ki, İslama göre ne gökte bir tanrı vardır, ne İslam semavi bir dindir, ne de Kuran gökten inen bir kitaptır. Burada “inmek” sözüyle kastedilen “boyutsal” bir durumdur. İslami kaynaklara göre Kuran İslam peygamberi Hz. Muhammed’e vahiy şeklinde “ilham” edilmiştir, indirilmiştir, ama "gökten" indirilmemiştir. Kuran’da geçen “İnme” sözcüğünün Arapçası “Nüzul”dur ki, “Nüzul”(İnme) çok farklı anlamlarda kulanılmıştır, kullanılabilir. Bir kaç örnek vermek gerekirse: Örneğin “Nüzul” sözcüğünün kökü “NZL"dir. Buradan hareketle örneğin, “teNZiLat” indirimdir, ama “gökten indirim değil”, fiyatlarda indirimdir! “NeZLe” “sinüslerdeki akıntının akciğerlere inmesi” olayıdır. Burda "sinüs akıntısının gökten inmesi" değildir kuşkusuz! Hatta birde “inme” vardır, yani “felç”. Bilindiği gibi felç de gökten inmemiştir! Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Aslında bizzat İslam dininin ana kaynağı Kuran’da, Kuran’ın indiği ancak gökten inmediği açıkça ifade edilmiştir. Şöyle ki. Kuran’da (39-Zümer-1)’de “Tenzîlul kitâbi minallâhil azîzil hakîm(hakîmi)”. (نزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ) yani “Bu kitabın indirilişi aziz ve hakim olan Allah’tandır”. Elmalılı Hamdi Yazır başta olmak üzere bütün Kuran tercümelerinde bu ayet burada verdiğim meale yakın bir şekilde çevrilmiştir. Hiçbir tercüme de “gökten indirildi” ifadesi yoktur. Daha doğrusu “gök” “gökyüzü” ifadesi yoktur. Görüldüğü gibi Atatürk çok haklıdır. Gerçekten de kutsal kitapların, özellikle Kuran’ın gökten indirildiği hakikaten de bir “sanrıdır”. Demek ki, asıl dine hakaret “Kuran’ın gökten indirildiğini” sanmaktır. Demek ki neymiş! Atatürk Kuran’a, bugün ona dinsiz damgasını yapıştıranlardan çok daha fazla hakimmiş.

3. “Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” cümlesindeki “dogmalar” ifadesi kutsal kitap sözlerine hakaret değildir: Şöyle ki: bütün sözlüklerde “Dogma” sözcüğü “Kat'i olarak ileri sürülen fikir.” anlamındadır. Sözcük Fransızca “Dogme” sözcüğüne dayanmaktadır. “Dogma” sözcüğü Türk Dil Kurumu’nun “Türkçe Sözlüğü”nde aynen şöyle tanımlanmıştır: “(Fr. Dogme. Yunan. Fel.)Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas.” (TDK, Türkçe Sözlük, 9. bas. Ankara, 1998, s. 609). Dolayısıyla kutsal kitapların “dogma” olduğunu söylemek gerçeği ifade etmektir. Bilindiği gibi Kuran’daki ilkelerin değişmez, zaman ötesi ilkeler, Fransızca söylersek (dogme) olduğunu bizzat Kuran ifade etmiştir, Müslümanlar da bu ilkeye inanmıştır. Asıl Kuran'ın "dogma" (değişmez) olmadığını söylemek Kuran'a hakarettir! Bu nedenle Atatürk “kitapların dogmaları” derken kutsal kitaplara ve özellikle de Kuran'a hakaret etmemiş, gerçeği ifade etmiştir. Nitekim Atatürk, söz konusu konuşmasında, “Bizim prensiplerimizi dogmalarla bir tutmamalıdır” dedikten sonra, “Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” demiştir ki, burada da “dogma” sözcüğünün birebir sözlük anlamından, yani “Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas.” açıklamasından hareket etmiştir. Atatürk, “Bizim prensiplerimiz dogma değildir” derken kendi prensiplerinin doğrudan doğruya yaşamdan alındığını, yani dogmaların aksine “doğruluğunun sınandığını” anlatmak istemiştir. Böylece devletin din kurallarıyla değil hayattan alınan kurallarla yönetileceğini anlatmak istemiştir. Yani laiklik vurgusu yapmıştır.

SONUÇ

“Fakat bu prensipleri (CHP ilkeleri), gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.” diyen Atatürk’ün aslında ne demek istediğini özetlersek:

1. Atatürk, bu sözü, CHP ilkelerinin değişebilir, zamana, hayata uygun ilkeler olduğunu daha iyi vurgulamak için “anlam güçlendirici” olarak kullanmıştır. Bu onun yöntemlerindendir.

2. Üstelik kutsal kitaplar, hele İslamın kutsal kitabı Kuran gökten inmemiş, Allah tarafından indirilmiş/ilham edilmiştir. Bu konuda “Zumer Süresi-1”de “Kuran’ın Allah tarafından indirildiği” ifadesi vardır, ancak Kuran’ın “gökten indirildiği” ifadesi, daha doğrusu “gök” ifadesi yoktur. Çünkü zaten İslam göre Allah gökte değildir. “Allah insana şah damarından daha yakındır, Allah her yerdedir.” Allah’ın gökte olduğu inancı eski pagan dönemlere (İslam öncesi zamanlara) ait bir kavramdır. Örneğin, eski Türklerde Tanrı’nın gökte olduğunun düşülmesi ve “Gök-Tanrı” ifadesinin kullanılması gibi. Yani Atatürk haklıdır, kutsal kitaplar, hele Kuran “gökten” inmemiştir. Bunu düşünmek Atatürk'ün dediği gibi "sanmaktır", "sanrıdır".

3.“Kitapların dogmaları” ifadesi de çok doğru bir kullanımdır. Çünkü “dogma” sözcüğü “değişmeyen kurallar” anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi Kuran da sonsuza kadar değişmeyen, değişmeyecek bir kitaptır.

4. Atatürk, ölümünden yaklaşık bir yıl kadar önce bu kısa cümleye adeta o büyük DEHASINI saklamış gibidir. Nereden bilebilirdi cahil bırakılmış, dinle kandırılmış gelecek nesillerin onun bu kısa cümlesinde saklı dehayı görmek yerine bu cümleyi anlayamayacağını, hatta çarpıtacağını...

Görüldüğü gibi Atatürk, günümüzün dindar geçinen Atatürk düşmanlarından çok daha fazla İslam dinine ve o dinin kutsal Kitabı Kuran’a hakimdir. Atatürk düşmanları Müslüman Türk insanının algıda seçiciliğine, derin bilinç altına hitap ederek, Atatürk’ün 1937 Meclis konuşmasını cımbızlayıp, o konuşmada geçen bazı ifadelerini -bütün cehaletleriyle- çarpıtarak “Atatürk’ün dinsizliğine kanıt” olarak göstermişlerdir. Ama ne demişler: Yalancının mumum yatsıya kadar yanar. Yatsı vakti beyler!...

Ah Atatürk’ümüz ah! Nelerle uğraşıyoruz! Bıraktığın eserin anlamının ve kıymetinin farkında olmayan cahil “din istismarcıları” senin sözlerini çarpıtıp, sana nasıl iftiralar atıyor! Ah!..
Sinan Meydan Tarihçi yazar




20 Nisan 2016 Çarşamba

BİR KADIN ÇALIŞMAYI TERCİH EDEREK FUHUŞA HAZIRLIK YAPMIŞ OLUR

Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nureddin Yıldız, "bir kadının çalışmayı tecih ederek fuhuşa hazırlık yapmış oldığunu" iddia etti.
Daha önce de "Duyarlı Müslüman bir hanım, internet gibi insandan cine kadar herkese açık ve bir daha kapatılamayan bir ortama fotoğraflarını nasıl koyabilir" açıklaması ile tartışmaya yol açan Yıldız,çalışan kadınlar için hakaretamiz suçlamalarda bulundu. Yıldız, "çalışan kadınların erkekleri doyumsuz hale getirdiğini ve ümmete zarar verdiğini" söyledi. Çalışan kadınlar için "erkeği ile ilişkisinde kadınlığı arızalıdır" diyen Yıldız, şunları söyledi:
"Her çalışan kadın, gözü doymamış erkek demektir. Çalışan kadın ya evlenmeyi erteleyerek erkeklerin evlilik sürecini baltalıyor ya da evli olduğu halde çalıştığı için yorgunluğu ve vakit darlığı nedeniyle erkeği ile ilişkisinde kadınlığı arızalıdır. Kadınlığı arızalı olduğu için erkeğin gözü açtır. O evinde erkeğini eksik bırakıyor erkeği de iş yerinde bir başka kadına tasallut oluyor. Böyle fuhuş değil ama fuhuşa hazırlık yapan sürece destek oluyor. Ayrıca çalışan kadın doğurmayan ya da az doğuran kadın demektir. Yani benim ümmetim zarar gördü.​"
Kaynak