24 Mart 2019 Pazar

İLKBAHARIN SON SOĞUKLARI :MART DOKUZU,ABRULBEŞİ,MART DOKUZU



İLKBAHARIN SON SOĞUKLARI :MART DOKUZU,ABRULBEŞİ,MART DOKUZU
Çiftciler bu soğuklara dikkat etmezlerse büyük ürün ve emek kaybına uğrarlar

MART DOKUZU SOĞUĞU :  Gregoryen takvimine göre martın üçüncü haftasında görülen bir fırtına
Çiftciler ;‘mart bacadan baktırır kazma kürek yaktırır Diyerek soğuğun şiddetini anlatırlar.

ABRULBEŞİ SOĞUĞU : April beşi, Rumi Takvime göre Nisan ayının 5’inci günüdür. Aralarındaki 13 günlük fark da dikkate alındığında Miladi Takvime göre 18 Nisan gününe karşılık gelmektedir. Bu tarihten sonra artık hıdrellez günü yani 6 Mayısa az zaman kalmıştır. Hıdrellez günü ise yazın
kış bittikten, mart kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırdıktan da sonra, nisan ayında öyle bir gün vardır ki kar yağdığı da görülmüştür son yıllarda. işte o güne halk takviminde verilen ad.
Çiftçiler; Kork Abrulun beşinden öküzü ayırır eşinden diyerek samanın yemin yiyeceğin bittiği günleri betimlerler.

MAYIS YEDİSİ SOĞUĞU : her yıl mayıs ayının 7'si (miladi 20 mayıs) Oğuz Türklerinden bugüne geldiği öne sürülen ''Mayıs Yedisi'' geleneğinin adını 20 Mayısın Rumi takvime göre Mayısın 7'sine denk gelmesinden aldığı belirtiliyor.İlk baharın son soğuklarının tamamen sona erdiği yazın tam olarak geldiği gündür .Ordu Trabzon ,Giresun yöresinde bayram olarak kutlanır

17 Mart 2019 Pazar

TÜRK TARIMINDAKİ BÜYÜK OYUN



TÜRK TARIMINDAKİ BÜYÜK OYUN 

YERLİ TOHUMUN SONU!
‘Milli Tarım Projesi’ kapsamında 2018’den itibaren şirketlerin denetiminde üretilip satılan tohumlar çiftçiler için zorunlu hale getiriliyor. Sertifikalı tohum kullanmayan çiftçilerin desteklerden yararlandırılmayacağı açıklandı.
CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal, yerli (atalık) tohumları bitirecek bu düzenlemenin sakıncalarına dikkat çeken bir rapor hazırladı. Raporda, Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş ile Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik’in duyurduğu “2018 yılından itibaren tüm tohumların sertifikalı hale getirilmesine ilişkin düzenlemeyi” eleştiren Sarıbal, bununla birlikte tohum üretiminin çokuluslu şirketlerin denetimine gireceğini bildirdi.
Sarıbal raporunda, yerel çiftçileri zor günlerin beklediğini belirtirken “Atalarından kalma yerel tohumlarla yetiştirdiği ürünlerini pazarlamaya çalışan küçük çiftçiler bu düzenlemeden sonra suçlu muamelesi görecek” ifadelirini kullandı.
Sarıbal, piyasada denetim ve sertifika verme yetkisinin Türk Tohumcular Birliği’nde olduğuna, ancak birliğin içinde de birçok çokuluslu şirketin bulunduğuna dikkat çekti. Alınan kararın Türk Tohumcular Birliği tarafından milat olarak nitelendirildiğini ve üretimin iki katına çıkacağının ileri sürüldüğünü anımsatan Sarıbal, “Sertifikalı tohum kullanımından esas kârlı çıkacaklar, bu tohumların sertifikasını elinde tutan çokuluslu şirketler ve onların yerli ortakları olacak” dedi.
Ayrıca, çokuluslu şirketlerin bütün Dünya’da tekelleştiğini belirten Sarıbal, yerli çiftçinin her geçen gün biraz daha tehdit altına alındığını belirtti. Sarıbal, 2015 yılı sonu itibarıyla Türkiye’nin tohum ihracatının 103 milyon, ithalatın ise 202 milyon dolar olduğunu bildirerek düzenleme yapılacaksa Türkiye’de yerli çiftçinin yerli tohum üretimini teşvik eden düzenlemeler yapılması gerektiğini vurguladı.
***

Faruk Çelik: Sertifikalı tohum kullanmayan destek alamayacak
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Çelik, “2018’de sertifikalı tohum kullanmayan destek alamayacak. Yağmurlama ve damlama sistemi kurmayanlara da destek verilmeyecek” dedi.
Tohum Sanayicileri ve Üreticileri Alt Birliği (TSÜAB) tarafından Antalya’daki bir otelde gerçekleştirilen “Milli Tarımda Tohumculuğun Rolü ve Geleceği” konulu çalıştaya katılan Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, yaptığı konuşmada, tohum çalıştayının turizm kadar tarım şehri de olan Antalya’da düzenlenmesini anlamlı bulduğunu söyledi. “Milli Tarım” projesine değinen Çelik, onun için bugün tarımın temel konularından birisi olan tohumu masaya yatırdıklarını söyledi. Çelik, stratejik bir alan olan tarımda, tohumun en önemli stratejik unsur durumunda bulunduğunu kaydetti.
***
‘Yerli tohumları önlemek yerine teşvik etmek gerek’
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık, sertifikalı tohumların atalık tohumların sonunu getirebileceğini kaydetti. “Binlerce yıldır kendi tohumunu üreten köylü kendi geliştirdiği tohum çeşitlerini satarak geçimine katkı sağlıyordu. 2006 yılında çıkarılan Tohumculuk Kanunu ile çiftçinin bu imkanı elinden alındı” diyen Atalık, “Tohumunu satarak kazanç elde etme imkanı kaldırılan köylüye bir de tohumu sertifikalı olmaz ise destek verilmeyecek olması atalık tohumların bir diğer değişle yerli tohum çeşitlerinin hızla azalması anlamına gelir” dedi.
Atalık “Şirketlerin tek tip tohumlarıyla çeşitliliğin azalması tarımda hastalık ve zararlıların artması, tarım ilaçlarının daha çok kullanılması anlamına da gelmektedir. Biyolojik çeşitliliğe sahip çıkmak hem insan hem de çevre açısından büyük önem taşımaktadır. Köylünün ve çiftçinin yeni tohumlar üretme, çeşitliliği geliştirme imkanlarını önlemek yerine teşvik edilmelidir” diye konuştu.
***
Türkiye’de 223 şirket faaliyette
Tohumculuk Yasası, Türkiye’deki tüm tohumculuk kuruluşlarının kamu kuruluşu niteliğindeki bir meslek kuruluşu çatısı altında zorunlu olarak bir araya gelmesini öngördü.
Tohum Sanayici ve Üreticileri Alt Birliği (TSÜAB), 2008 yılında bu amaçla kuruldu. TSÜAB üyeleri sertifikalı tohumlukların çoğaltımı, işlenmesi, ambalajlanması, yurt içi ve yurt dışında pazarlanması ve yurt dışından yeni bitki çeşitleri ve tohumlukların tedariki konularında faaliyet gösteriyor. Halen 223 şirket TSÜAB üyesi olarak faaliyet yürütüyor.
***
Buğday Derneği: Dünyanın tam tersi, bir an önce geri adım atılmalı
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, ‘Milli Tarım Projesi’ kapsamında 2018 yılından itibaren tüm tohumların sertifikalı hale getirilmesinin gıda bağımsızlığını tehdit edeceğini ve küçük çiftçiye büyük zarar vereceğini açıkladı.
Buğday Derneği tarafından yapılan açıklama şu şekilde: “Atalık yerli tohumların satışı 2006 yılında çıkan Tohumculuk Kanunu ile zaten yasaklanmış, dolayısıyla dağıtımı ve kullanımı kısıtlanmıştı. Bu noktada küçük çiftçi; sağlıklı gıda ve tarımda ekonomik bağımsızlık anlamlarında yolun sonuna doğru geliniyor. Acilen yerel tohumla ilgili söz konusu hazırlıktan geri adım atılması, aksine; söz konusu tohumların özgürleştirilmesi, bu tohumları kullanarak üretim yapan küçük çiftçilere ilave destekler verilmesi gerekiyor. Aksi halde bu tohumu kullanarak üretim yapan üreticiler adeta suçlu durumuna düşmüş olacak. Organik tarım, kendine ihtiyacı için üretim ve ülkemizde yeni yaygınlaşan bir kavram olan ‘gıda toplulukları’ kapsamında üretim yapan üreticilerin birçoğu, hali hazırda söz konusu yerel tohumları kullanıyor. Doğaya saygılı ve sürdürülebilir/onarıcı olan bu üretim biçimleri; endüstriyel ve konvansiyonel tarıma karşı tüm dünyanın artık kabul ettiği bir yönde ilerliyor. Bizler; bu yönde halen avantajımız varken söz konusu yasadan bir an önce geri adım atmalı ve yerel tohum için ilgili düzenlemeleri yapmalıyız.”
***
‘Sağlıklı yaşam da bitiriliyor’
İstanbul Şile’de yerli tohumlarla üretim yapan Fatma Denizci ise yerli tohumların engellenmesini, “Bu bizim açımızdan korkunç bir şey” diyerek değerlendirdi. Denizci, “Yerli tohumların yasaklanmasıyla çabalarımız boşuna gidiyor. Bizim yerli tohumla, organik tarımla birlikte gelen sağlıklı beslenmemiz gözardı ediliyor. Bu topraklarda gelenek ve göreneklerle oluşan tarım kültürü, beslenme kültürü, damak kültürü şirketler için yok sayılıyor. Sağlıksız bir toplum olarak hayata devam etmemiz isteniyor” diyor. “Sesimizi duyuracak, geri adım atılmasını sağlayacak bir kampanyaya bir mücadeleye acil ihtiyaç var” diyen Denizci, “2010’dan beri 6 yılda biriktirdiğim tohumlarım heba olacak. İlçe tarım müdürlükleri köylere fide göndermeye başladı. Tohum şirketlerinden alınıp köylüye ücretsiz veriliyor. Yani seçilen köylülerle denemeler başladı. Biz bunu kabul etmiyoruz” ifadelerini kullandı.



14 Mart 2019 Perşembe

TIBBİYELİ HİKMET


TIBBİYELİ HİKMET
TIBBİYE ÖĞRENCİLERİNİN SİVAS KONGRESİ’NE DELEGE SEÇMESİ  VE TIBBIYELİ HİKMET(orhan boranın babası)
SIVAS KONGRESİNE TIBBIYELİLERİ TEMSİLEN KATILAN  TIBBIYELİ HİKMET(HİKMET 

BORAN) MUSTAFA KEMAL E DÖNEREK ŞUNLARI SÖYLER: “Paşam, murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle red ve takbih ederiz. Farzı muhal, man­da fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i “vatan kurtarıcısı” değil, “vatan batırıcısı” olarak adlandırır ve tel’in ederiz,” diye bağırır
Tıbbiye öğrencileri vatanın işgal edilmesi karşısında boş zamanlarında bildiriler ha­zırlayıp İstanbul sokaklarına gizlice yapıştırıyorlardı. Tıbbiye’de yapılan bir toplantıda öğrenci Emin Ali (Şavlı) Bey “Arkadaşlar, imza toplamak, bildiri dağıtmak gibi şeyler boştur. Yapılacak iş, bugünlerde Anadolu’ya geçen kumandanın arkasından gitmek veorada hizmet etmektir,” diyerek harekete geçilmesini önermişti.
Bu sırada Tıbbiye’de çalışan ve “Parmaksız” diye anılan Dr. Talat Bey öğrencilerin Sivas Kongresi için delege seçmelerini teşvik etti ve Tıbbiyeli Yusuf ’la konuşarak top­lantı yapılmasını sağladı. Öğrenciler Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas’ta yapacağı kongreye katılmak için alacakaranlıkta okulun hamamındaki göbek taşında toplandılar. Son sınıf öğrencileri bir an önce mezun olabilmek için imtihanlarla meşgul olduğundan (1335 mezunları) toplantıya bu sınıftan sadece Nazım Hülagü ve Baydur, üçüncü sınıftan Hik­met Mehmet (Boran), Yusuf İsmail (Balkan), Sudi Cavit (Ural), Yusuf Naci (Ceylan), Şefik Tevfik (Ural) ve Faik; dördüncü sınıftan Reşat Mahmut Ayan, Şükrü Sevki, Fahri Ünseren, Kamil Kaptanoğlu, Sezai Konukgil, Emin, Ekrem Şerif Eğeli (sonradan Tıp Fa­kültesi 2. Dahiliye Kliniği Profesörü ve Dekanı olmuştur), Nüzhet Şakir Dirisu (1941’de Gülhane’de Türkiye’nin ilk yataklı Fizik Tedavi kliniğini kurmuştur, 1899-1948), Şefik Tevfik (Erdemir), Nermi (Karadeniz), Ahmet Hamit (Selgil), Kamil Hurşit (Kaptanoğlu) ve Hüsnü Ahmet (Gürol) olmak üzere toplam 25 kişi katıldı.

Toplantıda Sivas Kongresi’ne iki kişinin gönderilmesi kararlaştırıldı. Bunlar üçüncü sınıftan Hikmet’le Yusuf Bey’di. Arkadaşları onlara oradaki duruma göre hareket etme­lerini ve memleketin istiklali için çalışmalarını söyledi. Sonra Sivas’a kadar gitmeleri için gerekli olan parayı sağlamak amacıyla öğrenciler ceplerindeki 25, 35 ve 50 kuruşları çıkarıp verdi. Toplam 950 kuruş toplandı (Dr. Kemal Özbay 15 lira olduğunu belirtir). Bunun üzerine Yusuf, bu parayla Hikmet’in gönderilmesini teklif etti ve arkadaşları da bu öneriyi kabul etti. Tıbbiyeli Hikmet’in gidebilmesi için bir belgeye ihtiyacı vardı. As­keri idareden bu belgeyi alma imkânı olmadığı gibi, fakülte kâtibine yapılan müracaattan da bir sonuç alınamamıştı. Sonunda dördüncü sınıf sivil talebesi olan Talebe Cemiyeti Reisi Kemal Bey Yusuf ’tan durumu öğrenince hemen kalemini çıkarıp Hikmet’in Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti adına gönderildiğine ait bir vesika yazıp mühürledi ve Hikmet ancak bu vesikayla Sivas Kongresi’ne gidebildi.
Tıbbiyeli Hikmet, trenle Haydarpaşa’dan Ankara’ya gitmek üzere yolcu edildi ve Ankara’da İsmail Fazıl Paşa’yla (Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın babası) Sivas’a hareket ederek, kongreye katılmış ve on beş gün sonra geri gelmişti.

Tıbbiyeliler, Sivas Kongresi öncesi “İzmir Faciaları” adlı bir kitap hazırlamışlardı. 1000 tane basılacak olan kitap için bin lira gerekiyordu. Bu parayı Ali Sait Akbaytugan (1864-1950) Paşa’nın kardeşi Hayriye Melek (Hunc) Hanım verdi. Hayriye Melek Ha­nım İstanbul’da yapılan mitinglerde heyecanlı konuşmalar yapan milliyetçi ve aydın bir kadındı. Ağabeyi Ali Sait Paşa da İstanbul’un işgal olduğu gün (16 Mart 1929) tutukla­narak Malta’ya sürülmüştür. Nermi (Karadeniz) Bey ve Hikmet (Boran) Bey’in düzeltme ve baskı işlerini bitirmesiyle, Hikmet Bey’in kongreye gitmesinden önce kitabın baskısı tamamlandı.1607 Kitabı Tıbbiyeli Hikmet, Sivas Kongresi’nde delegelere dağıttı.
Öğrencilerden Zileli Abdullah Mazhar (Ataay), Düzceli Rusuhi, Nureddin Osman, lah Mazhar Ataay Amasya Askeri Hastanesi’nde Sıhhiye onbaşısı olarak çalışmıştır. Sivas Kongresi’nden döndükten sonra, Hikmet’le Yusuf, 1920’de Çamlıca-İzmit-Adapazarı yoluyla milli mücadeleye katılmak üzere Ankara’ya gitti. Bir yıl kaldıktan sonra mektebi bitirmek üzere İstanbul’a döndüler. 1338 yılında mezun olan diğer askeri tıp öğrencileri teğmen olarak mezun olduğu halde, Yusuf ve Hikmet üsteğmen olarak mezun oldu.

SİVAS KONGRESİ VE TIBBİYELİ HİKMET’İN MANDAYI REDDETMESİ
 Mustafa Kemal ve arkadaşları 2 Eylül’de Sivas’a varır. Şehir dışında Sivas’ta bulunan 3. Kolordu Kumandanı Albay Selahattin Bey, Müftü Abdürrauf Efendi, Müdafaa-i Hu­kukçular ve halk büyük bir karşılama töreni yaparlar. Tehditler savuran Fransız Binbaşı Bruno Malatya’ya kaçmıştır. Sivas Müftüsü Abdürrauf Efendi Sivas Kongresi esnasında Erzurum’dan gelecek misafirleri karşılamak için ev ev, dükkân dükkân dolaşır ve arka­daşları ile birlikte Atatürk’ün kalacağı odayı evlerinden getirdikleri eşyalarla tefriş ederler.
Sivas’ta 4 Eylül 1919’da başlayan ve 11 Eylül’de sona eren kongrede 120 kişi olma­sı gerekirken ancak 31 delege vardı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının bu yüzden çok canı sıkılmış ve “bu olmadı” diyerek Büyük Anadolu Kongresi adı altında başka bir kongre hazırlığına bile girişmişlerdi. Oysa Sivas Kongresine gelenlerin birçoğu da bura­ya Amerikan mandasını kabul ettirmek için gelmişlerdi. Erzurum Kongresinde özellikle Trabzon delegelerinin yaptığı İttihatçılık suçlamaları nedeniyle Mustafa Kemal Paşa ted­bir almış ve ilk icraat olarak kongre delegelerine ne ittihatçılık ne de fırkacılık yapılma­yacağına dair yemin ettirmişti. Böylece hem iç ve hem dışarıya bu hareketin İttihatçı bir hareket olmadığı duyuruluyordu.
Kongrenin ilk günü Mustafa Kemal 31 oyla reis seçilir. Sivas’ta alınan kararla Ana­dolu ve Rumeli’deki Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri birleştirilerek “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adını aldı ve ordu birliklerinin gizlice Kuvayi Milliye birlik­lerine dönüştürülmesi kararı alındı. Bu nedenle Umum Kuvayi Milliye Komutanlığı’na Ali Fuat Paşa atandı. Ayrıca İstanbul ile haberleşmenin artık kesilmesi gerektiği bütün vali ve komutanlara 12 Eylül 1919 tarihli beyanname ile duyuruldu.

Sivas Kongresi’ne katılan delegeler içinde Askeri Tıp Okulu’nun öğrencisi Hikmet Bey de vardı. Okuldaki ismi Kara Hikmet idi. Tıbbiyeli Hikmet asker-sivil bütün tıp öğrencileri adına İsmail Fazıl Paşa (Cebesoy) ve İsmail Hami Bey’le (Danişment) birlikte İstanbul’un üçüncü delegesi olarak Sivas Kongresi’ne gitmişti. Sivas Kongresi’nde 7 Eylül 1919’da yapılan ikinci celsede verilen önergede Tıbbiyeli Hikmet’in de imzası vardı.
Sivas Kongresi toplanmış; ancak 8 Eylül günü İsmail Fazıl Paşa (Ali Fuat Paşa’nın babası), Bekir Sami Bey ve İsmail Hami Danişment’in sundukları ve 25 delegenin imzası olan önergede Amerikan mandası isteniyordu. Mandacılık demek bağımsızlığı kabul et­meden bir devletin himayesi altına girmek demekti. Mustafa Kemal, yaptığı konuşmada Amerikalı gazeteci Brown ile konuştuğunu ve Amerika’nın manda istemediğini anlatı­yordu. Daha sonra manda tartışmaları devam etti. Bekir Sami, İsmail Fazıl Paşa ve İs­mail Hami Danişment yaptıkları konuşmada Amerikan mandasını savundular. Erzurum delegesi Hoca Raif Efendi “Hedef ve gayemiz tam bağımsızlıktır” dedi. Refet Paşa ise yine mandayı savundu. Bursa delegesi Ahmet Nuri Bey “Ya ölürüz ya tam istiklal sahibi oluruz” diye bağırmıştı. Vakit geçtiği için Mustafa Kemal oturumu ertesi gün açmak üze­re kapattı. O gece manda tartışmaları yapılmaya devam etti. Sivas’ta Temsil Kurulu’nun kaldığı lise binasında, 9 Eylül 1919 gecesi manda konusu tartışılırken odada bulunan Tıbbiyeli Hikmet Mustafa Kemal’e mandayı reddettiğini heyecanlı bir şekilde söylemişti.

Mazhar Müfit Kansu anılarında bu anı şöyle anlatır:
“…Hikmet isminde Askeri Tıbbiye talebesi ve Sivas Kongresi’nde Askeri Tıp talebesi dele­gesi olan bir genç, İstanbul efendi ve paşalarına vatanseverlikte, memleketçilikte, milliyetçi­likte rehber ve örnek olacak ölçüde doğru düşünce, milli inan ve imanın sahibi bulunuyordu.
Bu genç de Paşa’nın odasındaydı. Sanki birdenbire ateş ve heyecan kesilmiş olarak, yüksek sesle “Paşam, murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle red ve takbih ederiz. Farzı muhal, man­da fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i “vatan kurtarıcısı” değil, “vatan batırıcısı” olarak adlandırır ve tel’in ederiz,” diye bağırdı.
 Bu gencin yürekten kopup gelen bu sözleri karşısında hazırunun birçoğunun gözleri yaşarmıştı. Mustafa Kemal Paşa da müteheyyiç olmuştu. Heyecanlı bir sesle “Arkadaşlar gençliğe bakın, Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin,” dedi. Sonra da Hikmet Bey’e dönerek “Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, ekaliyetle kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm!”
Tıbbiyeli genç, hemen yerinden fırladı: “Var ol Paşam…” diyerek Mustafa Kemal’in elini öptü.
Kongrede Türk münevver gençliğinin olduğu kadar daima ileri ve inkılâpçı fikirlere alemdarlık etmiş, Tıbbiye’nin de mümessili olan ve askeri üniformasıyla kongreye iştirak eden bu biricik gencin de Mustafa Kemal alnından öptü.
“Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağ­lanmıştır,” dedi. Ve mecliste hazır bulunan bütün murahhaslar da aynı hararetle paşayı teyid ettiler.”
Mustafa Kemal Paşa yıllardan sonra Ankara’da “Acaba bizim Sivas Kongresi’ndeki biri­cik ateşli genç Tıbbiyelimiz nerede?” diye sormuştu. Hikmet’i mebus yapmak istiyordu. Bulu­namadı ve ölmüş dendi. Oysa ki geçen sene hayatta olduğunu, albay rütbesini ibraz etmiş bu­lunarak bir askeri hastanenin başhekimliğinde bulunduğunu memnuniyetle öğrendim.”

Sivas’tan dönen Hikmet (Boran) yakın arkadaşı Yusuf Balkan’la birlikte tekrar Anadolu’ya geçip Ankara’ya gitmiş ve milli mücadele için hizmet vermiştir. Bir yıl sonra İstanbul’a dönmüş ve tahsilini tamamlamıştır.
Yıllar sonra Atatürk eski günleri anarken tıp öğrencisi Hikmet Bey’in hemen bulu­nup mebus yapılmasını emreder. Fakat Hikmet Bey bulunamaz ve öldüğü söylenir. Çok üzülen Atatürk, sofrayı dağıtır. Oysa Hikmet Bey sağdır ve Anadolu’nun bir köşesinde doktorluk yapmaktadır. Hiçbir zaman kendini Atatürk’e hatırlatmak istemez. Atatürk’ün ölümünden birkaç ay sonra Mazhar Müfit Kansu sokakta Hikmet Bey’e rastlar. Boynuna sarılır ve yapılan yanlışlığı anlatır.
Aradan yıllar geçer, Dr. Hikmet Boran bir gün Balıkesir’den mebus yapılmak iste­nir, ancak “Balıkesir’in yabancısıdır, Giresunludur,” diye aleyhinde propaganda yapılır. Oysa Hikmet Boran Balıkesir-Savaştepe’lidir. Savaştepe’nin eski adıysa Giresun’dur. Dr.Hikmet Boran’ın oğlu ünlü sanatçı ve spiker Orhan Boran’dır. Dr.Yusuf Balkan, Dr.Hikmet Boran’ın kız kardeşiyle evlidir. 1970’te yazar Mahmut Goloğlu hastanede Dr.Yusuf Balkan’ı ziyaret ederek bu durumu öğrenir.

Dr. Hikmet Boran hakkında detaylı bilgileri okul arkadaşı Dr. Ahmet Selgil, yazar Mahmut Goloğlu’na 29 Ocak 1970’de şöyle anlatmıştır:
“Hikmet çok sessiz, fevkalade hassas, sinirlendiği zaman yıkıcı, kırıcı fakat arkadaşları tarafından çok sevilen bir gençti. 1943 yıllarında Halk Partisi tarafından Balıkesir’den mil­letvekili adayı gösterilmek istendi. Karadeniz Giresunlusudur diye propaganda yapıldığından kaybetti. Zannederim 1944 veya 1945 yıllarında tüberkülozdan vefat etti.
Rahmetli Mazhar Müfit bir gün mecliste anlatmıştı. Atatürk sofrada konuşurken Hikmet’i hatırlamış. Mebus adayı gösterilmesini söylemiş, Mazhar Bey de “Paşam Allah sizle­re ömür versin, Hikmet öldü” demiş. Atatürk çok üzülmüş, o akşam sofrayı dağıtmış. 1938’de Atatürk vefat ettikten sonra Mazhar Bey köprüden geçerken Hikmet’e rastlamış ve şaşırmış.
“Boynuna sarıldım, yaptığım yanlışlığı anlattım,” derdi.
Hikmet çok mütevazi, iddiasız, fakat kıymetli bir insan, eşsiz bir hekimdi. Hiçbir gün kendini Atatürk’e hatırlatmamış, hatta rahatsız ederim düşüncesiyle, Atatürk Hikmet’in çalıştığı şehirlere geldiği zaman karşısına çıkmaktan sakınmış. Hakkında biraz daha ge­niş malumat almak isterseniz Ankara’daki Numune Hastanesi altındaki Rehabilitasyon Hastanesi’nde, bir ameliyat dolayısı ile maalesef bacaklarında hasıl olan rahatsızlık yüzün­den yatan Dr. Yusuf Balkan’la konuşunuz.”
Tıbbiyeli Hikmet, 1901 yılında Balıkesir’in Savaştepe bucağında doğmuştur. Posta- Telgraf memurlarından Hakkı Bey’in oğludur. Dr. Hikmet Boran 1922 yılında Askeri Tıbbiyeden mezun oldu (Sicil No: 1337-53). Hariciye ihtisası yaptıktan sonra operatör oldu ve çeşitli hastanelerde çalıştı. 1945 yılında vefat etmiştir.
http://www.astibder.org/tibbiyeli-hikmet/  

6 Mart 2019 Çarşamba

KADIN VE KIZLARDA SÜNNET

KADIN VE KIZLARDA SÜNNET
'KADIN SÜNNETİ'NE KARŞI SIFIR TOLERANS GÜNÜ: 'KADIN SÜNNETİ' NEDİR, HANGİ ÜLKELERDE YAYGIN, NEDEN DURDURULAMIYOR?
Birleşmiş Milletler'in (BM) tahminlerine göre dünyada her 20 kız çocuğu ve kadından biri farklı yöntemlerle sünnet ediliyor. Günümüzde dünyada sünnet edilmiş 200 milyona yakın kadın yaşıyor.
BM, 6 Şubat Kadın Sünnetine Karşı Sıfır Tolerans Günü'nde bu uygulamaya son verilmesi çağrısı yapıyor.
Kadın üreme organlarının "sakatlanması" (Female genital mutilation- FGM) olarak da bilinen bu işlemle, ya bebekken ya da ileri yaşlarda kadınların üreme organları kesiliyor, çıkarılıyor veya anatomileri değiştiriliyor.
Kadın sünnetinin hem fiziksel hem de zihinsel sağlık üzerinde kalıcı etkileri var.
Kenya'nın Isiolo bölgesinde yaşayan Borana Kabilesi'nden Bishara Sheikh Hamo, 11 yaşındayken sünnet edilmiş. "Büyükannem saf ve temiz olmak için her kızın 
bunu yapması gerektiğini söylüyordu" diyor.
Ancak Bishara'ya hayatı boyunca idrara çıkma sorunları, tekrarlayan enfeksiyonlar ve adet düzensizliği gibi etkilerinden, zamanı geldiğinde de ancak sezaryenle doğum yapabileceğinden bahsedilmemiş.
Bugün ise kadın sünnetiyle mücadele eden bir aktivist.

KADIN SÜNNETİ NE DEMEK?
Kamuoyunda "kadın sünneti" olarak da bilinen bu uygulama, kasten kadınların dış genital bölgesinin, klitoris ve vajina dudaklarının kesilmesi ya da çıkarılması demek.
Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) tabiriyle, "tıbbi olmayan nedenlerle kadınların üreme organlarını yaralayan her türlü prosedür" bu kategoriye giriyor.
Ancak kadınlar çoğunlukla rızaları olmadan sünnet ediliyor ya da bunu yapmaya zorlanıyor.
Kadınların kendilerine olan bakışını zedeleyerek psikolojilerini etkileyen bu işlem, başkalarıyla ilişkilerini de olumsuz yönde etkiliyor.
diğer kız çocuğuyla beraber sünnet edildiğini söyleyen Bishara, gözlerini ve ellerini bağladıktan sonra bacaklarımı iki yana açtırıp, labyasını (vajinanın dudak kısımları) kestiklerini söylüyor.
"Birkaç dakika sonra keskin bir ağrı hissettim. Bağırdım çağırdım ama beni duyacak kimse yoktu. Kalkmaya çalıştım ama biri bacaklarımdan tuttu. Olabilecek en ağır tıbbi müdahalelerden biri olduğu gibi, hiç hijyenik değildi. Oradaki tüm kızlarda da aynı kesici aleti kullandılar."
Ağrı kesici olarak kullandıkları, geleneksel bir bitkisel kürden ibaretti:
"Bacaklarımı keçi gibi bağlayıp üzerime sürdüler. 'Sıradaki, sıradaki' diye bağırıp, diğer kızları da sünnet ettiler."
Kadın sünneti pek çok ülkede yasak olsa da, Afrika, Asya ve Orta Doğu'da düzenli olarak yapılan bir işlem.
Bu ülkelerden dünyanın başka yerlerine göç eden gruplar arasında da yaygın.
Mısırlı blogger ve film yapımcısı Omnia Ibrahim da sünnet edilen kadınlardan biri. "Buz kübüne dönüyorsun. Hiçbir şey hissetmiyor, kimseyi sevemiyor, arzu duyamıyorsun" diyor.
Ibrahim, "insan bedeni seks demektir ve seks günahtır" öğretisiyle büyüdüğünü söylüyor:
"Aklım, bedenimi üzerindeki bir lanet gibi görmeye başlamıştı. Cinsel yönelimim konusunda kafam karışıktı. Korkmam gerektiğini söyledikleri için mi seksten nefret ediyordum, yoksa canım mı istemiyordu?"

KADIN SÜNNETİNİN 4 TÜRÜ
1. KLİTORİDEKTOMİ: Hassas klitoris bölgesi ve etrafındaki derinin tamamı ya da bir kısmının çıkarılması.

2. EKSİZYON: Klitorisin bir kısmı ya da tamamı ile labya minora yani vajinadaki iç dudakların çıkarılması.

3.İNFİBÜLASYON: Hem iç dudak hem de vajiyı çevreleyen dış dudakların kesilmesi, yapılarının değiştirilmesi.
Bu işlemde çoğu zaman dudaklar, idrar ve kan akmasına yetecek kadar bir aralık bırakılarak birbirine dikilir.
Bu uygulama ağrılı olduğu gibi enfeksiyon riski de barındırıyor.

Vajina ve idrar yolu arasında bırakılan bu aralık bazen o kadar küçük oluyor ki bu kadınların doğum yapabilmek, cinsel ilişkiye girebilmek için o dikişi kesmesi gerekebiliyor. Bu durum, doğumlarda hem bebek için hem de anne için risk yaratıyor.

4.KLİTORİS YA DA GENİTAL BÖLGENİN DELİNMESİ, KAZINMASI VE OYULMASI GİBİ ZARARLI İŞLEMLERİN TAMAMI.
 Kadın sünneti, bekareti korumak için bir yöntem olarak da görülebiliyor. Bazıları kadının sünnet olarak erkekte cinsel arzuyu artıracağını, daha "evlenilesi" olacağını iddia ediyor.
Bazı kültürlerde yetişkinliğe geçiş ritüeli olarak görülen bu uygulama, evliliklerden önce de bir ön gereksinim olarak niteleniyor. Bazılarında ise sünnet olmayan kadınlar "sağlıksız, pis ya da değersiz" olarak görülebiliyor.
Uluslararası toplum bu müdahaleyi bir tür "kadına yönelik şiddet" ve "insan hakları ihlali" olarak, kız çocuklarının sünnet edilmesini de "çocuk istismarı" olarak niteliyor.

HANGİ ÜLKELERDE GÖRÜLÜYOR?
Unicef'in raporuna göre Afrika ve Orta Doğu'da 29 ülkede bu işlem yaygın.
Oysa bu ülkelerden 24'ünde kadın sünneti yasaklayan bazı yasalar ya da düzenlemeler mevcut.
Kadın sünnetinin yasadışı olduğu İngiltere'de dahi birçok bebek ve yenidoğan giderek daha fazla bu uygulamaya maruz kalıyor.
Bu konu, yaygın görüldüğü coğrafyalarda ise kadınlar için bir tabu.
Kadınlar çoğunlukla çevresinden gelecek tepkilerden korkarak sünneti tartışamıyor bile.
https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-47137898?ocid=socialflow_twitter


KADIN VE KIZLARDA SÜNNET
Dünya sağlık örgütüne göre dört türü bulunmaktadır:
Tip I: Prepusla birlikte klitorisin bir kısmının veya tamamının kesilmesi.
Tip II: Klitoris, prepus ve çevredeki küçük (Labia minör) ve bir kısım büyük dudakların (Labia majör) kesilmesi.
Tip III: Klitoris ve prepus ile birlikte küçük ve büyük dudakların neredeyse tümüyle kesilmesi, açık yaranın dış çeperlerinin biraraya getirilerek yaranın tümüyle dikilmesi, sadece idrar ve aybaşı kanamasının akabileceği ve ancak küçük parmak genişliğinde olan bir açıklık bırakılması.
Tip IV: Diğer genital tahripler: Sembolik olarak klitorisi veya dudakları çizmek; klitorisi dağlamak; vaginayı genişletecek şekilde kesmek veya bazı ilaçlarla daraltmak.
Notlar DSÖ'ye göre kadın genitali kesimlerinin %85i Tip I ve Tip II, % 15'i ise Tip III'e dahildir. Tip III genelde Doğu Afrika'da uygulanmaktadır.
Tip III, cinsel organın dış kısmının tümüyle alındığı kemiğe inme veya Firavun sünnetidir. Mısır firavunu Pharaoh dan dolayı Firavun Sünnetiolarak adlandırılır. Antik Mısır mumyalarında bu tür genital kesimlere rastlanmıştır.

COĞRAFİ ALAN
Klitoris kesimi Afrika'nın büyük kısmında uygulanmaktaysa da türleri ve yaygınlığı bölgelere göre farklılıklar göstermektedir. En yüksek oranda uygulandığı Somali Cibuti, Eritre gibi ülkeler Tip I ve II türü kesimin yaygın olduğu yerlerdir.
Afrika dışında sınırlı olsa da Batı Asya'da Suriye  Irak ve İran'da rastlanmaktadır. Güneydoğu Asya ülkelerinden Hindistan, Endenozya ve Malezya'da ise ritüel amaçlı, genitali çizerek kan akıtma şeklinde, uygulanmasına rastlanabilmektedir.

TEPKİLER
Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Teşkilatı, Uluslararası Af Örgütü ve çeşitli dünya devletleri, "jenital sakatlama" olarak adlandırdıkları klitoris kesimini, kadının kendisi ve doğacak çocuklarının sağlığı açısından son derece sakıncalı görmekte ve uygulamayı sona erdirmeye çalışmaktadırlar. Jenital bütünlük savunucuları ise kadın ve erkek sünneti arasında ayrım yapılmasına tepki göstermekte ve her iki uygulamayla birden mücadele edilmesini istemektedirler.

DİNLERDE KLİTORİS KESİMİ
Klitoris kesimi özellikle orta Afrika'da olmak üzere çeşitli din mensuplarınca uygulanabilmektedir.

AFRİKA KABİLE DİNLERİ
Klitoris kesimi özellikle orta Afrika kabile toplumlarınca yapılan bir uygulamadır. Afrika geleneklerine göre klitoris kesimi kadının temizliği ve saf bir anne olabilmesi için gereklidir. Klitoris kesimi yapılmamış kadınların evlenmesini doğru karşılamazlar. Bazı kabileler ise çocugun doğum sırasında kesilmemiş klitorise değmesi durumunda öleceğine inanırlar.
YAHUDİLİK
Etiyopya Yahudi Topluluğu (Beta Israel) tarafından dini olmayan bir törenle uygulanmaktadır. Ancak kesimin Yahudi bir kadın tarafından yapılması şartı vardır

İSLAM
Kadın sünneti, İslam dininin dîni bir vecibesi değildir. Birçok insanın bu olayı İslam ile ilişkilendirdiği, ama yapılan araştırmalar sonucu ortaya çıkan gerçeğin ; kadın sünnetinin herhangi bir din tarafından desteklenmediği, buna rağmen " birçok dîni lider tarafından insanların bu işleme mahkum edildiği, dolayısıyla uygulamanın dîni engelleri geçtiği " anlatılmakta ve uygulamanın; Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi inancına sahip topluluklarda olabildiği belirtilmektedir.
Bu inançların hiçbirisinin kadın genital uzvunun kesilmesini desteklemediği hatta gerçekte; İslam Şeriatının, çocukları ve onların haklarını koruduğu vurgulanmaktadır. Kadın sünneti uygulaması yapılan ülkelerden: Etiyopya, Fildişi Sahili, Senegal, Kenya, Benin ve Gana'da yaşayan Müslüman nüfus gruplarının, Hıristiyan gruplara nazaran daha fazla kadın sünneti uygulama olasılığının yüksek olduğu; Nijerya, Tanzanya, ve Nijer'de ise, uygulama yaygınlığının Hıristiyan gruplar arasında daha çok olduğu ifadesi yer almaktadır
Bu ifadeler kadın sağlığı üzerine yapılmış ciddi araştırma sonuçları üzerine düzenlenen yayınlarda yer almaktadır
Bazı Afrika müslüman toplumlarında kadın genital uzvunda kesim yapılması (kadın sünneti) olayı, bazı araştırmacılar tarafından daha çok " Afrika gelenekleri " kaynaklı olduğu şeklinde açıklanır.
İslâm'da kadın genital uzvunun kesilmesinin yeri hakkında âlimler arasında bir görüş birliği yoktur. Ancak, islama aykırı olmadığını iddia edenler tarafından temel dayanak olarakEbu Davud'da yer alan bir hadis gösterilmektedir. Ebu Davud kitabında bu hadisin rivayet zincirinde kopukluklar olduğunu ve zayıf olduğunu da belirtmiştir. "Dünya Müslüman Ulemalar Birliği" genel sekreteri ve El Ezher Üniversitesi üyesi Dr. Muhammad Salim al-Awwa klitoris kesiminin islam da yeri olmadığını iddia eder ve zayıf bir hadise dayanarak hüküm verilmesini rededer.

KADIN SÜNNETİ NEDİR?
2 bin 500 yıl kadar önce Mısır'da başladığı tahmin edilen sonraları Yeni Gine, Mısır, Etiyopya olmak üzere Afrika'daki birçok ülkede yaşayan Müslüman topluluklarda ve Avusturya Aborjinleri'nde yaygın hale gelen bir gelenek.
2 bin 500 yıl kadar önce Mısır'da başladığı tahmin edilen sonraları Yeni Gine, Mısır, Etiyopya olmak üzere Afrika'daki birçok ülkede yaşayan Müslüman topluluklarda ve Avusturalya Aborjinleri'nde yaygın hale gelen bir gelenek.
Bu geleneğe göre kadınların vajinasının dudakları kesilip atılır.
Anestezi kullanılmadan, uyuşturmadan, açık jiletle gerçekleştirilen bu işlem kan kaybından ölümlere bile neden olmaktadır.
Sünnet işlemi sırasında ülkeler farklı kesici aletler kullanmaktadır. Avustrulya Aborjinleri ise birden fazla farklı alet kullanarak klitoris kesimini gerçekleştirir.
1: Prepusla birlikte klitorisin bir kısmının veya tamamının kesilmesi.işlemi sırasında ülkeler farklı kesici aletler kullanmaktadır.
Avustrulya Aborjinleri ise birden fazla farklı alet kullanarak klitoris kesimini gerçekleştirir.
2: Klitoris, prepus ve çevredeki küçük (Labia minör) ve bir kısım büyük dudakların (Labia majör) kesilmesi.
3: Klitoris ve prepus ile birlikte küçük ve büyük dudakların neredeyse tümüyle kesilmesi, açık yaranın dış çeperlerinin bir araya getirilerek yaranın tümüyle dikilmesi, sadece idrar ve aybaşı kanamasının akabileceği ve ancak küçük parmak genişliğinde olan bir açıklık bırakılması.
4: Diğer genital tahripler: Sembolik olarak klitorisi veya dudakları çizmek; klitorisi dağlamak; vaginayı genişletecek şekilde kesmek veya bazı ilaçlarla daraltmak.
Kız çocukları genellikle 14 yaşına kadar sünnet ediliyorlar ancak, evlenmeden önce veya hamile kadınlarda doğumdan önce sünnete de rastlanabiliyor.
Bu eylemin amacının, kadınların haz için değil sadece üreme için cinsel ilişkiye girmesine olanak sağlayıp, cinsel özgürlüğünü ortadan kaldırmak olduğu biliniyor.
Geleneksel olarak yaşlı kadınların yaptığı sünnet günümüzde ebeler, hemşireler ve hatta doktorlar tarafından da yapılabiliyor.
BM verilerine göre, her yıl yaklaşık 2 milyon kız çocuğu, sünnet nedeniyle hayatını kaybetme tehlikesi yaşıyor.
UNICEF tarafından yapılan en son tahminlerde, 29 ülkede en az 120 milyon kız çocuğunun ve kadının kadın sünnetine maruz kaldığı, 15 yaşından küçük 30 milyon kız çocuğunun halen risk altında olduğu belirtiliyor.
2 bin 500 yıl kadar önce Mısır'da başladığı tahmin edilen sonraları Yeni Gine, Mısır, Etiyopya olmak üzere Afrika'daki birçok ülkede yaşayan Müslüman topluluklarda ve Avusturya Aborjinleri'nde yaygın hale gelen bir gelenek.
kaynak;viki pedia