17 Aralık 2014 Çarşamba

KUR’AN DEĞİŞTİRİLDİ Mİ?



KUR’AN DEĞİŞTİRİLDİ Mİ?

Kur’an’ın halife Osman zamanında elden geçirildiği bir gerçektir. Ancak değiştirildiği ispat edilememiştir. Çünkü yakıldığı söylenen önceki yazımlar bilinmediği için karşılaştırma yapılamamaktadır. Buna rağmen “Kur’an tahrif edilmemiştir” diyebilmek için bundan emin olmak gerekir. Halbuki tahrif edildiği ispatlanamamış olsa da kuvvetle muhtemel. Çünkü orijinal Kur’an’ın yok edilmesi bunu gösteriyor. Ayrıca Yemen’de bulunan San’a Kur’an’ının incelemesinin kesin sonuçlarını görmek gerekiyor. Bugüne kadar yapılan incelemelerde San’a mushafının ayetleri üzerinde oynandığı,  sayfalarda siliklere ve karalamalara rastlandığı, bazı ayetlerin 1925’de hazırlanmış ve bugün müslümanların sahip olduğu Kahire yazımı Kur’an’dan farklılık gösterdiği belirtiliyor. Henüz ciddi anlamda bir tahrifat kanıtlanmamış olsa dahi, dönem dönem Kur’an’la oynandığı bir gerçek. Yani, bir harfinin bile değişmediği iddiası kesinlikle doğru değil.

1. DÖNEM: İlk toplanma dönemi ki Tevbe süresinin son iki ayeti ile ilgili kuşkuların ve iddiaların yanısıra recm ayeti meselesi var ki bu çok önemli bir konu.
Ayrıca bu dönemde ilk toplanan ve nuzül sırasına göre derlenmiş olan HZ ALİ’NİN MUSHAFININ REDDEDİLİŞİ VE AKIBETİ DE AYRI BİR MESELE.


2. DÖNEM: Halife Osman’ın Kur’an’a müdahalesi ki bu konuda çok hadis var. Özellikle Ayşe’den naklolan hadisler de kimi surelerin kısaldığı ifade ediliyor. Ayrıca İbni Ömer’in şu sözü çok önemli:
“Hiçbiriniz ‘ben Kur’an’ın tümüne sahibim’ demesin, sadece ‘ortada mevcut olan bende de var’ desin” diyor.


3. DÖNEM: Emevi dönemidir ki bu dönemde işaretlemeler yapılmıştır. Esire’ler, ötüre’ler konmuştur harflere ki Arapça bir kelime bir işaret ile anlam değiştirebilir.
4. DÖNEM: Yakın zamanımızdır. Kur’an’ın içeriğiyle oynanmasa da meal ve yorumları çağa uydurulmaya çabalanmaktadır. Buradan da “evrenin genişlediği” nin Kur’an’da yazdığı şeklinde mucizeler oluşturulmaya çalışılmaktadır.



KUR’AN’DA KORUNACAĞI YAZIYOR AMA TEVRAT VE İNCİL’DE DE YAZIYOR:

Müslümanlar Kur’an’da bir değişiklik yapıldığını asla kabul etmezler. Çünkü
 Hicr suresi 9. ayetteHiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” diye yazılmıştır.
 Buna karşın Tevrat’ın ve İncil’in tahrif edildiğini söylerler ama o kitaplarda da korunacağı ve asla değiştirilemeyeceğinin yazdığını bilmezler. Bilseler bile görmezden gelirler.

“Ot kurur, çiçek solar: fakat Allah’ımızın sözü ebediyen durur”  Yeşaya 40:9

“Gök ve yer ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden, Kutsal Yasa’dan (Tevrat’tan) en küçük bir harf ya da bir nokta bile eksilmeyecektir” (İncil, Matta 5:18).

“Gök ve yer ortadan kalkacak, benim sözlerim ise asla ortadan kalkmayacaktır.” İncil, Markos 13:31)

Bu ayetlerin Allah sözü olmadığı ve sonradan ilave edilmiş olduğu söylenirse, aynı şey Hicr 9 için de söylenir.
http://panteidar.wordpress.com/2011/01/31/tevrat-incil-ve-kuranin-tahrifi/  

9 Aralık 2014 Salı

SULTAN ABDÜLHAMİD: LATİN ALFABESİNİ KABUL ETMEK YERİNDE OLUR





SULTAN ABDÜLHAMİD: LATİN ALFABESİNİ KABUL ETMEK YERİNDE OLUR

''Ben tahta çıktıktan sonra ilkokul sayısı 10 misline çıkmıştır.(20000 mektep) Bu sayısı maalesef kifayetsizdir. Ulemanın ifrat derecesinde tutucu olmasından dolayı yüksekokullarımızı asri hale getirmemiz çok zordur. Yazımızı öğrenmek çok kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de latin alfabesini kabul etmek yerinde olur. Her ne kadar bu harflerle lisanımızdaki bazı sesleri vermek güçlüğü mevcut ise de bunu ayarlamak şüphesiz kabil olabilir. Aklı başında hiçbir kimse öğrenmeye düşman olamaz. Ben de bütün dindaşlarıma iyi ve faydalı olan her yeniliği tanıtmak istiyorum.''
(Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, Sayfa: 189-192)


Latin harflerinin bilinmeyen ve kendini gizleyen bir taraftarı, Ali Vehbi Beyin yayınladığı hatırata göre Sultan II. Abdulhamiddir. Ona göre, ;Halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma yazma öğrenimindeki güçlüktür. Bu güçlüğün nedeni ise harflerimizdir.; Sultan Belki bu işi kolaylaştırmak için Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur.demektedir.
(İlber Ortaylı, Gelenekten Geleceğe, Ufuk Kitapları, 2001, İstanbul, s.103)


ABDÜLHAMİT HAN'IN LATİN ALFABESİNE GEÇME TEŞEBBÜSÜ
Abdülhamit Han’ın Latin Alfabesine geçme Teşebbüsü yakın tarihin magazinsel vakaları arasında yeteri kadar dikkat çekmemiş olsa da Cumhuriyet Dönemi Harf Devriminin mesnedini teşkil etmesi bakımından fevkalade önemlidir.
Abdülhamit Han’ın Latin Alfabesine geçme Teşebbüsü yakın tarihin magazinsel vakaları arasında yeteri kadar dikkat çekmemiş olsa da Cumhuriyet Dönemi Harf Devriminin mesnedini teşkil etmesi bakımından fevkalade önemlidir. Zira 1928 yılında gerçekleştirilen Harf Devrimi, aslında 66 yıl önce gündeme gelmiş, 2. Abdülhamit Han bu teklife ilgi göstererek üzerinde çalışmalar yaptırmış olsa da muvaffak olamamıştır.

Evvela belirtelim ki söz konusu bulguların yegane kaynağı bizzat 2. Abdülhamit Han’dır. Abdülhamit Han, tahttan indirildikten sonra kendi kalemiyle hayatını ve saltanat makamındaki siyasi vakaları kaleme almış ve bizzat Abdülhamit Han tarafından katip Ali Vehbi Bey’e Fransızcası tercüme ettirilerek yayınlatmıştır. (Bkz. “Siyasi Hatıralarım”, Dergay Yayınları, ISBN:975-7032-00-X)

Latin Harflerine geçilmesi hususu, Osmanlı’nın son dönemlerindeki reformist hareketler içerisinde pek çok kez gündeme gelmiş, kimi zaman bu konu hilafet makamına kadar ulaşmış ve üzerinde tetkik ve incelemeler yapıla gelmiştir. Latin Harflerine geçilmesi konusundaki ilk gündem 1850 yılında ortaya atılmıştı. Türkçe üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Azeri yazar ve bilim adamı Mirza Fethali Ahundzade Efendi, Türkçenin Arap Alfabesi ve Fars gramer yapısı ile kullanılmasındaki zorlukları tetkik etmiş, hem kullanılması hem de öğrenilmesi açısından ortaya çıkan müşkülleri belirten bir çalışma yaparak Osmanlı Hükümetine sunmuş, çözüm olarak da Latin Harflerinin kullanılmasını teklif etmiştir.

Mirza Fethali Ahundzade Efendinin teklifi halife Abdülmecit tarafından incelenip dönemin bilim kurumu olan Encümen-i Daniş’e sevk edilerek tetkik edilmesi istendi. Konu üzerinde mülahaza eden Ali Paşa, Fuat Paşa, Mustafa Reşit Paşa ve Cevdet Paşa bu tetkik ve teşhisi dikkate alıp müspet görüşlerini bildirdiler ve nihayetinde siyasi yönleriyle mülahaza edilmek üzere zapt altına alarak Mirza Fethali Ahundzade Efendiye müspet çalışması için mecidiye nişanı vererek kendisini onurlandırdılar. Konu üzerinde tetkiklerini gerçekleştiren Encümen-i Daniş, tetkiklerini siyasi mecraya nüfuz ettirse de neticelenememişti ancak Latin Harflerinin kullanımı ile ilgili fikir pekala reddedilmemiş, söz konusu teklif dinsizlik ya da zındıklık olarak tahkir edilmemiştir.

Sultan Abdülmecit döneminde gündeme gelen Latin Alfabesinin kullanılması meselesi her ne kadar itibar görmüş olsa da dönemin şartları gereği gerçekleştirilememiş ancak reform hareketleri içerisinde bir gündem maddesi olarak canlılığını korumuştur. Abdülmecit’in vefatı ve 2. Abdülhamit Han’ın hilafet makamına geçmesi ile daha da canlanan reform hareketleri, Latin Alfabesinin kullanılması meselesini yeniden gündeme getirdi. Osmanlı tebaası olan Arnavutlar, din ve mezhep ayrılıkları nedeniyle üçe bölünmüşlerdi ve Osmanlı Alfabesini kullanan Müslüman Arnavutlar, yazı dillerini batının literatürlerinden faydalanabilir hale getirmek amacıyla Latin Harflerini kullanmayı gündeme getirmişlerdi. Bu doğrultuda çalışma yürüten Arnavut kökenli Abdül ve Şemsettin Sami kardeşler, Latin harflerinden esinlenerek adına İstanbul Alfabesi dedikleri yeni bir Alfabe geliştirdiler. Giriştikleri bu çalışma ile İstanbul’daki mekteplerde okutulmak üzere gramer ve medrese kitapları basmışlarsa da yeteri kadar yaygınlık kazanamadı ancak Latin Harflerinin kullanılabilirliği ve Osmanlı dilinin ıslahı yeniden gündeme gelmişti (1879).

Latin Harflerinin kullanılması meselesi İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla daha da ateşlendi. Arnavutlar, din ve mezhep ayrılıklarına rağmen Latin Harflerinden esinlenerek meydana getirilen bir Alfabeyi kullanmaya karar vermiş, bu gayretlerinde de başarılı olmuşlardı. Arnavutların Latin Harflerine geçiş teşebbüsü Meşrutiyet reformcularının bu konu üzerindeki hassasiyetlerini ve heveslerini arttırtmıştı. Giderek yükselen reform hareketleri neticesinde yeniden gündeme gelen Latin Alfabesine geçme düşüncesi, Saltanatının son dönemlerine doğru Abdülhamit Han’ın taktirine kadar ulaştı. Latin Harflerinin kullanılması ile ilgili en net ve dikkate değer yorum Abdülhamit Tarafından ortaya koyulmuştur. Arap Alfabesi, Fars Gramer yapısı ve Türkçe anonslara uymayan diziliş ve yerleşimin Osmanlı Türkçesinin okunup yazılmasında teşkil ettiği engellerin farkında olan Abdülhamit Han, bizzat kendisinin kaleme aldığı ve ifade ettiği üzere Latin Harflerinin kullanılmasında yarar görmüş, nasıl uygulanabileceği konusunda fikir alışverişlerinde bulunarak mahiyetiyle istişare etmiştir.

Abdülhamit Han, Saltanat makamından indirildikten sonra kaleme aldığı “Siyasi Hatıralarım” kitabında naklettiği bilgilerde Latin Harflerine geçilmesi yönündeki düşüncelerini şöyle açıklamıştır ;

“Yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin Alfabesini kabul etmek yerinde olur. “ (Siyasi Hatıralarım, Sayfa 192)

Abdülhamit Han’ın bizzat kaleme aldığı hatıralarında bahsettiği gibi Latin Harflerinin kullanılması, Osmanlı Türkçesinin halk nezdinde yaygınlaşması için faydalı görülmüş, bu konuda verilecek kararın yerinde olduğu kanaati belirtilmiştir.

Abdülhamit Han’ın Latin Harflerinin kullanılması yönündeki kanaatleri elbette gerçekleşememişti. Zira dönemin önemli siyasi aktörlerinden biri olan Enver Paşa, Latin Harflerinin kullanılması yerine hali hazırda kullanılan Arap Harflerinin ıslahında ısrar etmiş, Latin Alfabesine muhalif tüm görüşleri etrafında toplayarak Abdülhamit Han’a ihtilaf ederek Latin Harflerine geçişe engel olmuştur.

Sultan Abdülhamit’in bu konudaki ön niyeti her ne kadar süregelmiş olsa da 31 Mart Ayaklanmaları neticesinde Saltanat Makamından indirilmesi Latin Harflerine geçilmesi meselesinin topyekun rafa kaldırılmasına neden olmuştur.

Latin Alfabesinin Osmanlı’nın son dönemlerinde ele alınması ve üzerinde tartışılması esasen tarihi bir vakadır ve tartışılır bir tarafı yoktur. Zira hem Saray Tarihi ve zabıtları 1850’li yıllarda başlayan Latin Alfabesi görüşlerini kayıt altına almış, hem de Sultan Abdülhamit Han’ın kendi kaleminden naklettiği bilgilerle teyit edildiği üzere konu hakkındaki müspet görüşleri Damat Ferit ve reform muhalifleri tarafından bertaraf edilmiştir.

Burada sorulması gereken esas soru şudur ki ; Cumhuriyet Dönemi uygulamalarına ve bizzat Latin Alfabesi’nin varlığına ihtilaf eden günümüz Cumhuriyet ve Atatürk karşıtları, Latin Harflerine geçişe Abdülhamit Han döneminde muvaffak olunabilseydi yine de ihtilaf edebilecekler miydi? Açıkça görülmektedir ki tarihi vakaların ideolojik saplantılarla tahrif edilmesi bizi tarihi gerçeklerden uzaklaştırıp hamasete ve derin yanılgılara sevk edecektir.
http://www.turktarihim.com/Abdülhamit_Hanin_LatinAlfabesine_Geçme_Teşebbüsü.html













10 Kasım 2014 Pazartesi

ATATÜRK‘ÜN SON SÖZÜ AÇIKLANDI!







































ATATÜRK‘ÜN SON SÖZÜ AÇIKLANDI!
Ne dedi? Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi ALİ GÜLER, Atatürk'ün ölmeden önce SON SÖZÜNÜN "ALEYKÜMESSELAM" olduğunu söyledi.


ATATÜRK'ÜN SON SÖZLERİ "ALEYKÜMESSELAM"
Yrd. Doç. Ali Güler, Atatürk'ün pek bilinmeyen son günlerini Vatan gazetesine anlatarak, Atatürk'ün ölmeden önce son sözünün "Aleykümesselam" olduğunu söyledi.

İŞTE ALİ GÜLER'İN ANLATIMIYLA ATATÜRK'ÜN SON GÜNLERİ;
Atatürk'ün hastalığı ilk olarak 1938 Ocak ayında Yalova'da belirti verdi. Kanamalar ve kaşıntılar başladı. Doktorlar sirozdan şüpheleniyorlar. Fransızlar Hatay meselesinin çözümünde geri adım atar endişesiyle hastalığı duyurulmuyor. Programını aksatmıyor. Hatta hastayken Mersin seyahatinde askeri birlikleri bile denetliyor.


ZEHİRLENMEDİ
Atatürk iddia edildiği gibi Mason doktorlar tarafından civalı ilaç verilerek zehirlenmedi. O dönem civalı Saligran adlı bir idrar söktürücü kullanıyordu. Araştırmalarımda gördüm ki 1950'ye kadar civasız bir diüretik yok. Tıp alemi böyle bir ilaçla daha tanışmamış bile.

ÖLÜM NEDENİ KANLI KARACİĞER İLTİHABI
Atatürk'ün ölüm sebebi siroz denilen kanlı karaciğer iltihabı. Doktor raporlarına nedeni Alkol kullanması. Ani bir şekilde ölmediği için otopsiye gerek görülmemiş

GECE ÖLMEDİ
Atatürk'ün ölüm anının gece olduğu ancak tören yapılamayacağı gerekçesiyle 09.05 olarak ilan edildiği iddiası doğru değil. Son dönemi dakika dakika raporlandı

"VEFAT EDENE KADARKİ 38.5 SAAT KONUŞMADI"
Atatürk'ün son komaya girişini Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak anlatıyor.

Özel hekimi Prof. Dr. NEŞET ÖMER İRDELP
ATATÜRK'TEN DİLİNİ UZATMASINI İSTİYOR ama Atatürk dilini içeri çekiyor. Kafasını sağa çevirip, biriyle konuşur gibi "Aleykümesselam" diyerek  8 Kasım 1938 saat 19.00'da komaya giriyor. Vefat edene kadarki 38.5 saat boyunca konuşmuyor.

"AZRAİL'E SELAM VERDİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM"
Ben Nahl Suresi 32'inci ayet ve Vakıa Suresi 91, 92'inci ayetlerde anlatılan inançlı bir insanın ölüm anının gerçekleştiğine inanıyorum.
Kuran-ı Kerim'de anlatıldığı gibi Atatürk'ün ruhunu almaya gelen Azrail'e selam verdiğini düşünüyorum." ifadesinde bulundu.
İlker Akgüngör / Vatan
http://www.haberatesi.com.tr/yasam/ataturkun-son-sozunu-aciklandi-ne-dedi-h2932.html


ATATÜRKÜN ÖLÜRKEN SÖYLEDİĞİ SON SÖZ (Kılıç Ali’nin Anıları Sh 659. Hulusi TURGUT)

İnsanın karşılaşacağı ölüm gerçeğinin son saniyeleri geldiğinde, o sırada yanında bulunanlardan Dr. Neşet Ömer bey “Dilinizi göreyim efendim. Lütfen dilinizi dışarıya doğru çıkartın” diye telaşlanırken, Atatürk, Dr. Neşet Ömer beye bakarak “VE ALEYKÜM SELAM” diyerek gözlerini kapatmıştır.”
(Kılıç Ali’nin Anıları Sh 659. Hulusi TURGUT)

Peki, o sırada Atatürk’ün yanında bulunanlar telaş ve çaresizlik içerisinde kıvranırlarken ve hiç gereği yokken Atatürk’ün “VE ALEYKÜM SELAM” demesinin anlamı ne olabilir diye bir soru akla gelebilir.
İşte Kur’an’ın söyledikleri:

İyiliklerini içeren kitabı sağ tarafından verileceklere, melekler: ‘SELAMÜN ALEYKÜM derler.''

(Vakıa Suresi 90,91)


5 Kasım 2014 Çarşamba

ATATÜRK UYARIYOR: İÇ DÜŞMANLARIMIZ



ATATÜRK UYARIYOR: İÇ DÜŞMANLARIMIZ

İki Mustafa Kemal vardır: Biri benim, et ve kemikten, geçici Mustafa Kemal...

Diğeri Ölümsüz Mustafa Kemal… Onu "ben" kelimesiyle anlatamam; o, ben değildir, o bizdir! O, ülkemizin her köşesinde yeni fikir ve yeni hayat için, büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasıyım sadece. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir.

O Mustafa Kemal sensin; o Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan Mustafa Kemal, yaşaması ve başarılı olması gereken, Ölümsüz Mustafa Kemal sizlersiniz!


Bu yazıda Mustafa Kemal, milletimizin iç düşmanlarını tanıtıyor. Ölümsüz Mustafa Kemal tamamlıyor, yorumluyor ve güncelliyor.
MİLLİ MÜCADELE’DE KARŞIMIZDA İKİ DÜŞMAN VARDI
Biz Milli Mücadele’de iki sınıf düşmanla karşılaştık. Biri dış düşmanlarımız: İstilacı-sömürgeci Batı ülkeleri; diğeri iç düşmanlarımız, onlarla işbirliği yapan fesat güçleri: Padişah, Saray ve Babıâli... Bu ikinciler düşmanla birlik olup millete karşı harekete geçmişlerdi. Kullandıkları temel hıyanet aracı, ne yazık ki İslam’dı.

BİRİ EMPERYALİZM, DİĞERİ İÇİMİZDEKİ HAİNLERDİ

İşte, ben ve arkadaşlarım zulme karşı bu iki cephede mücadele ettik: Bir yandan istilacı Emperyalizm’le, despotizm zulmüyle mücadele ettik; bir yandan da içerdeki hainlerle, namussuzlarla, karanlıkla ve eğitimsizlikle mücadele ettik, “Allah ile aldatma” gibi bilgisizlik zulmüyle mücadele ettik.

MİLLETİMİZ, BUNLARIN KÖTÜLÜKLERİNE KARŞI KOYMAYA ÇALIŞIYORDU

Büyük çoğunluğu rençber ve köylü olan milletimiz, Batı’nın emperyalizm ve kapitalizm mahkûmiyetinden kendini kurtarabilmek için bunlara karşı birleşmiş olarak mücadeleye karar verdi ve bu kararını uyguladı. Ülke ve milletimiz her taraftan emperyalist ve kapitalistlerin hücumlarına maruz bulunmaktaydı. Aynı şekilde fiilen bunlara iştirak eden İstanbul hükümetinin padişahına atfen ülke dahilinde çıkarılan karışıklıklardan doğan yerel anlaşmazlıklara da karşı koymak zorundaydı.

DÜŞMANLIKLARI LOZAN’DAN SONRA DA DEVAM ETTİ

Cumhuriyetimiz Lozan’dan sonra da kendi haline bırakılmadı: Nasıl emperyalizm ve kullandığı çeşitli isyanlar daha Kurtuluş Savaşı sırasında devrimi hırpalamaya, başarısını engellemeye çalışmışsa, ondan sonra da birtakım iç isyanlar, dış gailelerle genç cumhuriyetin temelini sarsmaya gayret ettiler.
 AYNI FELAKETLERLE BUGÜN DE KARŞI KARŞIYAYIZ
Yıllarca zayıf ve kararsız hükümetlerin yönetiminde yaşadık. Bu zayıf ve kararsız hükümetler ki emperyalizmin baskılarına boyun eğerek iç kuvvetlerin gelişmesini kısıtladılar. Ya emperyalizmin, iktidarların önemli şahsiyetleriyle içte ve dışta ilişki kurarak, millete telkin edip durduğu açık ve doğru olmayan umutlar?... Bütün bunlar, tıpkı Millî Mücadele yıllarında olduğu gibi Türkiye’nin kuşatılmasını ve içerden çökertilmesini amaçlamıyor mu? Benim saptamalarım o kadar doğru ve yerindedir ki, yalnız o dönemdeki iç isyanları, siyasal kargaşalıkları, yönetimi zayıf düşüren silahlı eylemleri değil, bugünkü anarşiyi, tırmanan terörizmi ve yaygınlaşan bölücülük faaliyetlerini de açıklamaktadır.

Emperyalizm Ve İşbirlikçileri Bugün de Aynı Şekilde Çalışıyor

Benim o zaman, emperyalizmin, ülkeyi çökertmek için başvuracağı çarelere ilişkin söylediklerim bugün de geçerli: Yeni Türkiye, içinden oyularak çökertilmek isteniyor, yine siyasal kargaşa çok iyi bir araç olarak kullanılıyor, yine emperyalizm bu araçtan ve bazı makamların kesin teslimiyet taraftarlığından istifade ederek çalışıyor.
Sizi Nutuk’ta uyardım, ah o iç bedhahlar, o iç düşmanlar!… Onlar millî birliği ihlal ve ülkeyi
 İÇ DÜŞMANLAR DIŞ DÜŞMANLA İŞBİRLİĞİ YAPAN HAİNLERDİ
parçalanmaya götürmek için, düşman emellerine âlet olanlardı. Onlar İngilizlerin satın aldığı, milleti birbirine düşürmek maksadını güden hainlerdi; halkı aldatmak için türlü yalanlar söylüyorlardı. Düşman istilasına uğramış vatanımızı savunanları, din ve milletin şerefi için kan döken kardeşlerimizi arkadan vurmak ve vurdurmak isteyen alçaklardı.
ONLAR VİCDANSIZ, ÇIKARCI, VATANSIZ, HALK DÜŞMANLARIDIR
Onlar vicdan yerine düşman parası taşıyan alçak şahıslardır. Onlar birtakım eli kanlı, muhteris, vatansız adamlardır ki bugün de aranızdadır. Sırf çıkar temini amacıyla yabancı parmağı ve parasıyla, millî varlık ve bağımsızlık için, ülke namusu için mücadele eden milletin evlatlarını birbirine kırdırmaya çalışırlar. Allah’ın laneti düşmana yardım eden bu hainlerin üzerine olsun.
DAVAMIZ BÜYÜKTÜ, HAİNLERE MERHAMET EDEMEZDİK

Dâvâmız çok büyüktü. Bir ölüm kalım savaşına girişmiştik. Batıdan düşman kan dökerek geliyordu, ocakları söndürerek geliyordu. Vatanın dört yanı ateşten bir çembere dönmüştü, her taraf alev alev yanıyordu. Vatansız, istiklalsiz kalmak tehlikesi her gün biraz daha yaklaşıyordu. Ayrıca, bir de içimizdeki düşmanlarla uğraşmak, ne güçtü, ne kadar acı idi. Biz o vatan hainlerine merhamet edemezdik. Eğer biz onları yok etmesek, onlar bizi daha feci şekilde yok edeceklerdi.
İNGİLİZLER ÖNCE PADİŞAHI ELE GEÇİRDİLER
İngilizler esaretleri altında bulundurdukları İslam âlemi üzerindeki baskılarını muhafaza edebilmek için değerli bir alete, bir araca muhtaçtılar. Bu ihtiyaçlarını devir devir göstermişlerdir. Onların gözünde bu değerli araç, hilafet makamına oturtacakları zattı. İşte bu teşebbüs içinde bulunan İngilizler; Mütareke’nin ardından o aradıkları araç –ki kendi tabirlerince, kendilerinden işittim: Ün şoz presiyöz, ‘pek değerli cevher’dir- mutlaka bu cevheri avuç içinde bulundurmak gerektiği kanısındaydılar. Gerçekten de onu avuçları içinde buldular. İngiliz avucunun içine giren bu şey, Padişah Vahdettin’di.
BİR GÜCÜ KALMADIĞINI GÖRÜNCE FIRLATIP ATTILAR
İngiliz veya herhangi bir millet, herhangi bir hükümet ancak kuvvet karşısında konum alır, kudretten ve kuvvetten yoksun olduğu maddeten sabit olmuş olan bir şahsın, kendi tabirlerince “Petro”luğu kalmamıştır. Artık, kendilerince hiçbir değeri kalmayınca, Zatı Şahane’yi de bırakıvermişlerdir.
DÜŞMANDAN KURTULUŞ BEKLENİR Mİ?
Oysa ben o padişaha yazmıştım ki Selçuk Türklerinden beri nerdeyse bin yüz yılı aşan bir zamandır, bağımsızlık, özgürlük ve din için gaza eden büyük milletiniz, Asya’nın ve İslam’ın bayraktarı diye dünya çapında şöhreti olan milletiniz; kurtuluşunu, hiç canına susamış düşmanlarının merhametinden bekler mi?
İSTANBUL HÜKÜMETLERİ DÜŞMANLA BİR OLUP MİLLET ALEYHİNE ÇALIŞIYORDU
Milletimiz, o büyük vatandan artakalan son parçada, son kaleye çekilmiş, en son savunmasını yaparken, hükümet adını alan heyetler, düşmanlar hesabına, düşman safları arasında kendi milletleri aleyhine çalışıyorlardı. Bizans’ın son günlerinde, Fatih’in teslim çağrısına karşı "Allah’ın bana bir emaneti olan bu ülkeyi, ancak Allah’a teslim ederim" diyen son Rum kayserinin tahtına vâris bir hanedandan gelen bugünkü halife ve sultanın hükümeti; esir olmamak isteyen milleti, kendi eliyle bağlayarak düşmanlara teslim etmeye çalışıyordu.
DAMAT FERİT VE HÜKÜMETİ BİZİ SIRTIMIZDAN VURDU
Damat Ferit'in kurduğu hükümetler ki, her ne pahasına olursa olsun, İtilâf Devletlerine karşı kesin itaat fikrini benimsemişti. Ülkenin kendi hukuk ve egemenliğini devam ettirmek için esirgemediği fedakârlıkları, düşmanlarla çalışmak suretiyle başarısızlığa uğratmayı özel bir iş edinmişlerdi. Bu fikrin taraftarları, ülkenin şer ve hıyanete elverişli ne kadar nankör evlâdı varsa, hepsini tahrik ettiler, donattılar; kendilerini milleti savunmaya adayan yurtseverler aleyhine kullandılar. İslam dini adına yayımlanan sahte fetvaların, paşalıkla ödüllendirilen Anzavur’larla bağımsızlık ve savunma fikri aleyhine yaydıkları mânevî, maddî zehir ve fesat kuvvetleri ile, Anadolu aylarca çarpışmaya mecbur kaldı. Onlar, düşmanların hesabına cephelerimizi kaç defa arkadan vurdu.

DÜŞMANDAN MERHAMET DİLENMEZ

Düşmandan merhamet dilenerek sonuç alınmaz. Oysa İstanbul Hükümeti böyle yapıyordu. Onlara duyurdum ki İtilaf devletlerine karşı böyle sahte yaranma tavırları göstermekle hakkımızda merhamet uyandırmayı başaracağınızı ve bu ikiyüzlü hareketlerin, barış şartlarının değişmesine tesir edeceği zannını besliyorsanız, sizin bu gafletinize acırız.

MİLLETİMİZ HÜKÜMETE KADERİNİ TESLİM EDEMEZDİ

Türk milleti hiçbir zaman, hiçbir bahane ile, yazgısını ve geleceğini, düşman elinde oyuncak olmaya mahkûm bir hükümete teslim edemezdi.
BANA EN ÇOK KARŞI ÇIKANLAR BATICILAR OLDU
Cumhuriyet rejimi kurulunca, bana en çok direnenler Osmanlı’nın batıcıları olmuştur. Bir örnek olarak işte bunlardan ittihatçı Cavit Bey’in Batı yanlısı görüşü: “Büyük Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın ve bu yardımı sağlayacak ödünleri vermeksizin, Anadolu’nun ortasında tek başımıza devlet kurup yaşamamız mümkün değildir.” Ve tarih 1945’ler… CHP Hükümeti Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin de aynı kafada: “Türkiye, kaderini ancak Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlarsa, esenliğe kavuşabilir.”

İRTİCAYI VE İHANETİNİ ŞİDDETLE MAHKÛM ETTİM

Ben irticaya da, hurafeye de karşı oldum; ancak aynı kefeye koymadım bunları. İrticayı en ağır biçimde mahkûm ettim, özellikle hıyanet karakteri yüzünden. Bize göre hıyanet “ülkeyi, bir biçimde, emperyalist sömürgecilerin denetim veya esareti altına sokmaya çalışmaktı.”
İSKİLİPLİ ATIF BİR ÖRNEKTİR

Bunlara bir örnek İskilipli Atıf Hoca’dır. O, Müdafaai Hukuk mücadelesine ihanet etmişti. Suçu Türkiye Cumhuriyeti’nin Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu tamamen veya kısmen tağyir etmekti. Asılma sebebi buydu, şapka risalesi değildi.
İSKİLİPLİ ATIF DÜŞMAN SAFINDA YER ALMIŞTI
Atıf Hoca Millî Mücadele’de Batı Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusuna karşı çıkılmaması için çaba gösterdi; mahkemece belgelenmiştir bu. Başında bulunduğu Tealii İslam Cemiyeti’nin imkânlarını kullanarak İngiliz ve Yunan işgallerine direnilmemesi için çalışmış, bu yolda hazırlattığı beyannameleri Türk köylerine dağıtmıştır. Millî Mücadele’ye değil ihanet, en küçük bir yamukluk bile bizim affedeceğimiz şey değildi.

DÜŞMAN BAŞARIYI İÇ DÜŞMANLARIN NİFAK ÇIKARMASINDAN BEKLER

Milletin bağımsızlığını kurtarmak gayesinden ibaret olan millî azmi ihlal için, düşmanlarımızın en önce girişmek istedikleri çare, iç nifak idi. Çünkü en çok başarıyı milletimizin, hayati çıkarlarını idrak edemeyerek münafıklara kapılmalarından bekliyorlardı. Biz de ulusal bağımsızlığı temin için, özellikle içerdeki nifak sokucu girişimlere karşı kesin karar ve önlemler aldık. Anzavur, Gâvur İmam gibiler milletimizi birbirine kırdırmaya araç olan fesat başlarındandı.

DÜŞMAN ÜLKEYİ İÇERDEN ÇÖKERTMEYE ÇALIŞIR

Yurttaşlarım, unutmayın! Direncinizi kıracak bir araç, düşmanın Türkiye’yi içerden oyarak çökertmesidir. Düşman, ülkede mevcut siyasi nifaklardan ve yüksek makamların teslimiyetçilik eğiliminden istifade ederek çalışır her zaman.

KAYNAKLAR
-Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 6-11, Kaynak Yayınları.
-Attila İlhan, Hangi Atatürk, Bilgi Yayınevi, Ank., 1981.
-Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış, Yeni Boyut Yayınları, İst., 2012.






4 Ekim 2014 Cumartesi

KURBANIN KÖKENİ



 KURBANIN KÖKENİ
İslam’da kurban sözcüğünün Arapçadaki K-R-B-KURB kökünden geldiği ve Arapça’da -an eki olmadığından, kurban sözcüğünün Farsça’dan geçtiği öne sürülür.
Doğrusu İBRANİCEDEKİ “KORBAN” sözcüğünden geldiğidir.
 KURBANIN KELİME ANLAMI armağan sunarak yakınlaşmak, bağlılığını göstermek, sevgisini-saygısını belirtmektir.
 Bildiğimiz anlamda hayvan kesme olarak kurbanın Arapça karşılığı ise “ZİBH”TİR.
 KUR’AN’DA KURBAN SÖZCÜĞÜ  Ali imran suresi 183, Maide suresi 27 ve Ahkaf suresi 28. ayetlerde geçer. Zibh sözcüğü ise sadece Saffat suresi 107. ayetinde geçmektedir.

Kurbanın kökeninin paleolitik çağa yani taş devrine kadar dayandığı tahmin edilmektedir. Platon’a göre kurban, ilahlara sunulan armağandır. Armağan sunmanın nedeni, insanlara korku veren doğa olaylarını ilahların kızgınlığına bağlayıp onlara hoş görünmeye çalışmaktır.
Eski toplumlarda kurban, bir bitki olabildiği gibi, bir hayvan ve insan da olabiliyordu.
Bu açıdan kurban, kanlı kurban ve kansız kurban olarak iki türe ayırılabilir.

Kurban armağanı bireysel veya topluca ayin törenleriyle sunulur. Seçilen kurbanın, bitkiler içinde ürünün en kaliteli, hayvanlar içinde de en besili, en sağlıklı olmasına özen gösterilir. Kurbanlar, tapınakların sunaklarında sunulduğu gibi, sunulan ilahın cinsine göre değişik yerlerde de sunulabilir. Örneğin dağda, deniz kenarında, yeraltında veya mezarlarda. Kurban ayinleri genellikle hasat döneminde yapılır. Ayrıca ilk ve son başaklar biçilmez, tarlada bırakılır. Tohum ekenler kadın olur ve cinsel objeler kullanılır. Kurban, armağan olmasının yanında tarım ve bereketle olduğu gibi cinsellikle de yakından ilişkilidir.


ESKİ TÜRKLERDE KURBAN:
Türklerin eski inanç sistemine göre aşağı yukarı kurbansız ayin yapılmaz. Kurban mefhumunun da eski Türkçede tam karşılığı kesin olarak bilinmemektedir. Günümüz Türk boylarında TAYILGA ve HAYILGA kelimeleri varsa da, Moğolcadan geçtiği düşünülmektedir.
 Saha Türkçesinde kurban anlamına gelen KEREH sözü vardır. Oyunun iştirakıyla ruhlara sunulan kurbana denilir. Kurban edilen atın, sırıklara takılan derisine de bu ad verilir. Eski Türk yazıtlarında da bu kelimeyi görmek mümkündür.

Kanlı kurbanlardan başka bir de KANSIZ KURBANLAR vardır. Saçı denilen buğday, süt, kımız, yağ gibi armağanlar ile yalma denilen ağaçlara veya kamın davuluna bağlanan paçavralar, ateşe yağ atma, tözlerin ağızlarını yağlama ve kımız serpme gibi törenler bu kansız kurbanlardır.
Kansız kurbanların en önemlisi ruhlara bağışlanarak başı-boş salıverilen hayvanlardır. Bu tür kurbanlara eski Türkler “IDUK” demişlerdir. Bunun kelime karşılığı “SALIVERİLMİŞ”, “GÖNDErilmiş” demektir. Terim olarak “tanrıya gönderilmiş, tanrıya bağışlanmış hayvan” anlamını taşır. Bu hayvana yük vurulmaz, sütü sağılmaz, yünü kırpılmaz.

En önemli kurban attır. Attan sonra koyun gelir. Gerek bugün Kök Tengri dinini devam ettiren Türklerde, gerekse müslüman olmuşlarda kurban için en makbul hayvan erkek olanlardır.
Dede Korkut hikayelerinin kahramanları Oğuz Türkleri kurban olarak
 “attan aygır,
deveden buğra,
koyundan koç” kesmişlerdir.
Kırgız ve Kazaklarda da aynı motiflere rastlanılır.
Kurban edilen hayvanların kemikleri kırılmaz. Köpeklere verilmez. Ateşe atılır veya yere gömülür. Bazı özel törenlerden soma kurban kemikleri toplanarak, bir kaba konulup, kayın ağacına asılır. At kurbanlarının kafatası ise bir sırık üzerine konulur.

SÜMERLERDE KURBAN:

ASURLULARDA kesilen oğlak ya da kuzu gibi yavru hayvanların, insanların bütün günahlarını temizleyeceklerine inanılır.
 Babil’de haftanın yedinci günü olan cumartesi ugursuz sayılır ve bu ugursuzluktan kaçınmak için adaklar adanıp kurbanlar kesilir.
Sümerlerde en degerli kurban kuzudur. Ancak domuz da dahil diğer hayvanlar da kurban edilirler. Bir hastanın günahlarına karşılık olarak domuz kurban edilir ve hayvanın gövdesi altı parçaya bölünerek hastanın üzerine bırakılır.
Kutsal sularla yıkanan hastanın başı için domuzun başı, karnı için domuzun karnı ve diger organları içinde domuzun organları kişinin günahlarına karşılık olmak üzere cinlere sunulur.

AZTEKLERDE İNSAN KURBANI:

Aztekler güneş tanrısına günlük besin olarak insan kanı ve yüreği sunmak gerektiğine ve “güneş insanları” olarak kendilerinin de tanrıya bu kurbanı bulmakla yükümlü olduklarına inanırlardı.
 Kurban yürekleri quauhtlehuanitl’e (yükselen kartal) sunulur ve quauhxicalli’de (kartal vazosu) yakılırdı.
Savaşta ya da sunak taşında ölen savaşçılara quauhteca (kartalın insanları) denirdi. Savaşçıların öldükten sonra, ilkin güneşin parlak kuyruğunun bir parçasına dönüştüğüne, dört yıl sonra da sonsuza değin kolibrilerin bedeninde yaşamaya başladıklarına inanılırdı.

Aztek yılının ikinci dinsel tören ayı olan Tlacaxipehualiztli’de (İnsanlann Yüzülmesi), rahipler yüreklerini çıkararak insanları kurban ederlerdi.
 Daha sonra bu kurbanların yüzülerek sarıya boyanan ve teocuitlaquemitl (altın giysi) denen derilerini üzerlerine giyerlerdi. Öteki kurbanlar ise bir çerçeveye bağlanarak oklarla öldürüldü. Yere damlayan kanlarının verimli ilkbahar yağmurlarını simgelediğine inanılırdı. Xipe Totec, onuruna söylenen bir ilahide, Yoalli Tlauana (Gece İçkicisi) olarak anılırdı. Bunun nedeni bereketli yağmurların gece yağdığına inanılmasıydı. Aynı ilahide Xipe Totec’e, bereketin simgesi Ouetzalcoatl’ı getirdiği ve kuraklığı önlediği için şükranlar sunulurdu.

YAHUDİ VE HRİSTİYANLARDA KURBAN:

Yahudilikte iki tür kurban vardı. Yakma kurban ve takdimeler. Süleyman Mabedinin yıkılmasından sonra Kurban ibadeti askıya alınmıştır. Günümüzde Yahudiler, günahlardan arınmak için horoz veya tavuk kurban eder, etlerini fakirlere dağıtırlar.
Hıristiyanlıkta ise İsa’nın çarmıhta bütün insanlığın günahları için kendisini kurban ettiğine inanılır. Ekmek-şarap ayini bu kurbanı temsil eder. Dolayısıyla kurban kesmeye gerek duymazlar.

İSLAM’DA KURBAN

İslamiyet öncesi Kureyş putperestleri de aynı diğer toplumlar gibi kurban kesmekteydiler.
 Kabe’de her kabile kendi putuna ve ilahına kurban keserdi. Hatta insan kurban etmeye girişimlerin de olduğu ama engellendiği rivayet edilir.
Hz. Muhammed’in dedesi Abdulmuttalip’in “10 oğlum olursa birini kurban edeceğim” dediği ve gerçekleşmesi üzerine kura çektiği, kuranın peygamberin babası Abdullah’a çıktığı söylenir. Ama Kureyşliler insan kurbanının yaygınlaşmasını engellemek için buna izin vermedikleri, Abdullah’ın yerine 100 deve kurban edildiği öne sürülür.

Tevrat’ta İbrahim’in İshak’ı kurban etme girişimi, Kur’an’da isim belirtilmemesine rağmen İslam’da İsmail’in kurban edilmek istenmesi ve bu esnada Cebrail tarafından bir koçun indirilmesiyle evlat-insan kurbanından kurtulunduğu şeklinde aktarılır.
Kur’an’da Saffat suresinin 100 ve 111. ayetleri arasında İbrahim’in bir oğul istediği ve Allah’ın bunu kabul ettiği, daha sonra da rüyasında kurban emrinin geldiği ve tam kurban edeceği sırada oğlu yerine koyun verildiği anlatılır. Ve hemen ardından 112. ayette daha sonra İbrahim’e İshak’ın da müjdelendiğini yazar. Buradan anlaşılır ki Kur’an, kurbanlık oğul olarak İsmail’i kastetmektedir ki bu durum Tevrat’la çelişir. Tevrat net olarak kurban edilmek istenen oğulun İshak olduğunu yazar.

Saffat 101. Biz de kendisine yumuşak huylu bir oğul müjdeledik.

Saffat 107. Ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.

Saffat 112. Ona bir de salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak’ı müjdeledik.

Yaratılış, 22: 9. Tanrı`nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. Oğlu İshak`ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı.

Diğer taraftan yine Tevrat’a göre İbrahim, karısı Sara’nın güzelliğinden etkilenen kralların hediyeleri sayesinde büyük bir zenginliğe kavuşmuştur. Binlerce davara-sığıra sahiptir ve muhtemelen celeplik yani hayvan tüccarlığı yapmaktadır.

Hz.İbrahim’in davar zenginliği ile kurban şartı arasında bir bağ olup olmadığını kesin olarak bilemesek de, bir erkek evlat sahibi olmak için bir başka erkek evladını kurban etmenin normal bir insanlıkla bağdaşmayacağını anlamak bir insan için zor değil. Üstelik bir rüyaya dayanarak. Günümüzde bile bu tür rüyaları Allah’tan zannederek çocuğunu kesen babalara rastlayabilmekteyiz.

KUR’AN’DA KURBAN KESMEK SADECE HACILARA FARZ OLARAK BELİRTİlir. Herhangi bir sebeple hacca gidemeyenlerin ise kurbanlarını hacca ulaştırmaları istenir.

Bakara: 196. Hac ve umreyi de Allah için tamam yapın. Eğer bunlardan alıkonursanız, o zaman kolayınıza gelen bir kurban gönderin. 
Bununla beraber bu kurban, kesileceği yere varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olana veya başından bir rahatsızlığı bulunana tıraş için oruç veya sadaka yahut da kurbandan ibaret bir fidye gerekir. Engellemeden kurtulduğunuz zaman da her kim hacca kadar umre ile sevab kazanmak isterse, ona da kolayına gelen bir kurban gerekir. Bunu bulamayana ise üç gün hacda, yedi de döndüğünüzde ki tam on gün oruç tutması lazım gelir. Bu hüküm, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah’ın azabı gerçekten çok şiddetlidir.

BUNA RAĞMEN HACCA GİTMEYENLERCE DE KESİLİR HALE GELMİŞTİR. Hacıların kestiği güne denk getirilmesiyle birlikte gelenekselleşmiş ve zamanla bayrama dönüştürülmüştür.
 Muhtemelen hacca gidemediği gibi, kurban da gönderemeyenler; kurbanlarını kendi bölgelerinde kesmesiyle yaygınlaşmıştır.
 ŞAMANLIKTAN GELEN KURBAN KESİM VE ADAK GELENEĞİ ile de yabancı olunmayan bu durum kolayca benimsenmiştir.
 Önceleri Kur’an’da Kevser suresinde peygambere emredilmiş olmasından dolayı sünnet olarak iddia edilen kurban, zaman içinde vacipmiş gibi ifade edilir olmuştur.
 MEZHEPLERE GÖRE KURBAN  Hanefilik vacip derken, Şafilik, Malikilik ve Hanbelilik sünnet olarak nitelendirmiştir.

Kurban kesmeye delil olarak gösterilen; Kevser süresindeki “VENHAR” kelimesidir.
Bu kısa surede Hz.Muhammed’e seslenildiği gibi, venhar sözcüğü sadece boğazlamak-kesmek anlamına gelmez. Elini göğsüne koymak, boyun eğmek, kıyam etmek gibi anlamlar da taşır.

Şüphesiz, Biz sana Kevser’i verdik.
Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. ( Öyleyse rabbine bağlan ve boyun eğ)
Doğrusu, asıl ebter (soyu kesik) olan sana kin duyandır.

Ayette “size” değil “sana” deniyor, dolayısıyla peygambere hitap ediliyor. Yani, söylendiği gibi bu ayet kurbanın vacip-farz olduğunu göstermez. Kaldı ki bu surenin Mekki olduğu söylenir. Oysa Mekke döneminde hac ve kurban yoktur.
Bu da ayetteki “venhar” sözcüğü ile “kurban kes” değil, “boyun eğ” emri verildiğini güçlendirir.

KURBANI ŞART GÖSTERMEK için Kevser suresi dışında bazı sahih olmayan hadislere de dayanılır. Özellikle Tırmızi’nin her yıl müslüman bir ailenin kurban kesmesinin vacip olduğunu bildiren hadis, kurban kesmeyi adet haline getirmiştir.

Bir bakıma Hacca gidemeyenlerin kurbanlarını Mekke’ye göndermeleri yerine kendilerinin kesmesi daha doğrudur. Hiç olmazsa fakir-fukara da nasiplenmiş olur. Zaten Hac’da kesilen milyonlarca kurbanın sadece %10-15’lik bölümü değerlendirilebilmekte, %90’ına yakını telef olmaktadır. Bu nedenle gelenek haline gelen kurban kesimlerinin olumsuz nitelendirilmesi yerine, kesim ve hijyen ortamlarının modernleştirilmesi daha doğru olacaktır. Bunun yanında kurbanın sadece kan akıtmak demek olmadığı, Allah için fakirlere farklı yardımlar ve hediyeler de sunmanın da bir çeşit kurban olduğundan toplumun bilgilendirilmesi gerekir.
 Her ne kadar buna cesaretle girişen birkaç din adamı dinciler tarafından aforoz edilmeye ve itibarsızlaştırılmaya çalışılsa da, gelecekte doğruların yerleşeceğinden şüphe yoktur.

Serdar Kaan Korkmazgil
http://panteidar.wordpress.com/