31 Ekim 2013 Perşembe

OSMANLI'DA TÜRK'LÜĞÜN YERİ.

OSMANLI'DA TÜRKLÜĞÜN YERİ.

Osmanlı'da Türk kelimesi hakaret sayılırdı. Sultanahmet'teki Başbakanlık Devlet Arşivleri binası; çok sayıda insanın, kendisine Türk denildiği için hakaret davası açıp kazandığının belgeleriyle doludur
.Anadolu Türklüğünün etnik orjini olan Türkmenler; savaşlarda "serdengeçti" olarak ön saflarda kırdırılmak dışında, Devlet hizmetinde yer alamazlardı. Hatta, Osmanlı döneminde Türk(men)ler, İSTANBULA BİLE GİREMEZLERDİ. Fatih'in ( resmi adıyla; KAYZER-İ RUM SULTAN MEHEMMET HAN'ın) koyduğu bu yasak, yüzyıllarca uygulanmıştır. Daha sonra da Saray'a girme yasağı şeklinde sürmüştür. Sultan Süleyman "BENİM HAS KULLARIMIN ARASINA TÜRKLERİ, ÇİNGENLERİ.... SAKIN ALMAYASIZ" şeklinde ferman yayınlayarak; bu durumu KANUNİ hale sokmuştur.


Zavallı yörük-Türkmenler, her savaştan (ganimet sefer'inden) önce, obalarına baskın yapılarak SERDENGEÇTİ olarak toplanırdı. Serdengeçtinin görevi, ÖLMEK'di. Savaş başlayınca, ön saflarda kırdırılır; "belki canımı kurtarırım" diye canla-başla çarpışırken de, "düşman" yorulmuş olur; sonra da, (ağırlıklı olarak SIRP olan hristiyan halklardan devşirme) Yeniçerililer, yorgun "düşmanı"ı hallederek ZAFER kazanır; ganimet yağmalarlardı. Seferden sağ dönen serdençgeçtiye hiç rastlanmadığına göre, ganimetçilik yapmaları da mümkün olmazdı. Zaten, sağ kalsalar bile, her halde onları da Yeniçerili öldürürdü. (Çingenelerle birlikte en hakir görülen halk olan) TÜRKMENLERE GANİMET VERECEK DEĞİLLERDİ HER HALDE.

"Ecdadıma yapılan haksızlıkları çürütmeye çalıştım" diyen Prof.Halil İNALCIK ve Osmanlı hayranlığını her vesileyle ortaya koyan Murat Bardakçı dahi, "Osman Bey" diye birinin yaşamadığını ve Osmanlı dediğimiz devletin kurucusunun Orhan Bey olarak kabul edilmesi gerektiğini, kabul ederler.
Bu devletin "Fatih öncesi" dönemde hangi isimle anıldığını ise kimse açıklamaz. 19.yy.'a kadar, ne Osmanlı, ne Türk ve Türkiye isimleri hiç kullanılmamıştır. Peki nedir bu Osman ve Osmanlı meselesi?.. Orhan Bey'in babasının adı, ATAMAN'dır. Kastamonu beyliğinin emrinde ALP'dir. O dönem, Türkmenler Alp ünvanını "şövalye" karşılığı kullanırlarmış. Tarih yazma geleneği olan Doğu ROMA ( ki, Bizans ismi, bu devlet yok olduktan 300 yıl sonra kullanılmaya başlanmıştır.) Ataman ismini, Hrıstiyan ismine uyarlıyıp, OTTOMAN olarak kayıtlara geçmiştir. Avrupa, Doğu Romanın kullandığı bu kelimeyi, "Osmanlı" dediğimiz devlet için kullanmıştır.


Avrupalılar ayni zamanda, "Asyalı barbarlar" anlamında (Türkmen kelimesinin kısaltması olsa gerek) Türk kelimesini kullanmışlardır. Osman adından bile habersiz olan Osmanlı ise, Ne Türklüğü, ne Ottoman'lığı kendisi için kullanmamıştır. Bizim Fatih olarak bildiğimiz sultan, Roma İmparatorluğunu ele geçirdiği anlayışıyla; Ülkeyi Roma imparatorluğu anlamında "Diyar-ı Rum", kendisini ise, Roma İmparatoru anlamında KAYZER-İ RUM olarak tanımlamıştır. Yüzyıllarca Anadolu halkı ve Araplar, ülkeye RUM ÜLKESİ, Padişaha Rum Padişahı demeye devam etmişlerdir.Resmi yazışmalarda "Devlet-i Aliyye" ismi kullanılmıştır. 19.yy.sonlarında, tüm Avrupayı milliyetçilik akımları sarıp, Devlet-i Aliyye tebaası olan milletler bağımsızlık istemeye başlayınca, Avrupadaki Osmanlı aydınları ve daha sonra İttihatçılar, milli kimlik arayışına girmiş; Avrupalıların kullandığı "Türk" kelimesinde karar kılmışlardır. Abdulhamit de kimlik arayışına girmiş, araştırmaları sonucu Karakeçili aşiretine mensup Türk oldukları sonucuna varmıştır. Daha önce Doğu Roma kayıtlarında ve Aşıkpaşazade tarihinde yer almış olan ve Avrupalıların kullandığı OTTOMAN adının, Osman olabileceği kanaatine vararak, Osmanlı ve "Türkiya" isimlerini resmen ilk kez kullanmaya başlamıştır. Devlet-i Aliyye'nin ilga edilişine kadar, İstanbul'un resmi adı KONSTANTİNİYYE olmuştur. Halk ise STANPOLİ'den bozma Istanbuli veya Istanbul ismini kullanıyordu.


ARI SOKTUĞUNDA NE YAPILMALI ?



ARI SOKTUĞUNDA NE YAPILMALI ?
Bal arısı soktuğunda iğnesi deride kalır ve kandisi ölür ama yabanarısı eşek arısı soktuğunda iğnesi kalmaz ve arı ölmez.
Bal arısı aslında insan vücudu için iyidir ama birden fazla bal arısı soktuğunda tehlikelidir.
Bal arısı soktuğunda iğnesini çıkarmak gereklidir.İğnesini çıkarmanıza rağmen şişlik ve ağrı varsa şişen bölgeye karbonatı lapa haline getirip sürün acısını alır.Yoğurt sürmak soğuk su ile yıkamak yine acıyı azaltan hallerdeir.Arı soktuğunda hemen o bölgeye çamur uygularsaanız şişmsini engeller.Amonyak sürmek şişmeyi ve acıyı önlerArı soktuğunda bölgeyi emmek oynamak sıvazlamak iyi değildir.


DEMLİKTE KALAN ÇAYI ATMAYIN



DEMLİKTE KALAN ÇAYI ATMAYIN
SAÇINIZ MAT MI?  Saçınızı şampuanladıktan sonra son su olarak bir çaydanlık
ılık çayla durulayın. Bakın saçlarınız nasıl ışıl ışılıyor.
AYAĞINIZ MI KOKUYOR? Ilık çay dolu bir leğene ayaklarınızı daldırın ve her akşam
yatmadan önce 10 dakika tutun. 10 günde koku diye
bir şey kalmayacaktır.
BOĞAZ AĞRILARINDA :Posaları süzüp soğuyan demi boğaz ağrılarında gargara
olarak kullanılır.
CİLDİNİZ ÇOK MU YAĞLI? Banyodan çıkmadan son su olarak bir çaydanlık çay ile teninizi
ovuşturun,balsam vazifesi görün.
DERİNİZDEKİ YARALARIN TEMİZLENMESİ :Çayı, derinizdeki yaraların temizlenmesi ve antibiyotik etki
göstermesi için pamukla tatbik ederek kullanabilirsiniz.
ELİNİZ BALIK, SOĞAN MI KOKUYOR? Balık ayıkladınız, ellerinizi sabunla yıkadınız ve hala balık kokuyor.
Ya da soğan soydunuz, soğan kokuyor. işte kurtarıcınız yine çay.
Elinizi demliçayla yıkayın. Bakın bakalım hiç koku kalmış mı?
GÖZÜNÜZ ÇAPAK MI YAPIYOR? Kaynamış çayı bir tasa koyup buharı gözünüze gelecek biçimde
başınızı üstüne koyun. Ya da ılık çaya batırılmış gözlerinize ve  etrafına tatbik edin .
YEMEK YERKEN DİLİNİZİ Mİ ISIRDINIZ? Yine ilacı demlikteki çaydır. Ağzınızı günde üç defa çalkalayın,
diliniz dokuz yerine üç günde iyileşecektir.
BUZDOLABINIZ KOKU MU YAPIYOR? Demlikte kalmış çay posalarını kurutup bir kap içinde buzdolabının orta rafına yerleştirin, kokudan eser kalmayacaktır.Denemekle bir şey kaybedilmez en azından herhangi bir maliyeti yok.

BİBERİN AĞZI YAKMASI



BİBERİN AĞZI YAKMASI
Biberden ağzımız yandığında su içmek neden işe yaramaz Biliyor musunuz?

Yağ ve su kesinlikle birbirlerine karışmaz. Biberin yakıcılık veren maddesi yağlı olduğu için, ne kadar su içerseniz için onunla birleşmez. En iyi metot ekmek yemektir. EKMEK bu yağı emer ve mideye taşır. Bir diğer etkili yol da SÜT içmektir. Sütün içinde ki kazein maddesi bir deterjan görevini üstlenir ve biberin yağıyla karışarak ağzı temizler.

GADİR-İ HUM BAYRAMI



GADİR-İ HUM BAYRAMI
Gadir-i Hum (Arapça غدیر الخم "Hum Gölcüğü") Gadir-i Hum hadisi denilen ve Şiiler tarafından İslam Peygamberi'nin Ali bin Ebi Tâlib'i kendisine halef olarak seçtiğini ilân ettiği savunulan hadisin söylendiği mekândır. Günümüz Suudi Arabistanının Mekke Vilâyeti ile Medine Vilâyeti'ni birbirinden ayıran Rabiğ Vadisi üzerinde Rabiğ şehri yakınlarında yer alan bir mıntıkanın adıdır. Gadir-i Hum, Medine'den Mekke'ye giden yolun yaklaşık 5. km'sinde sol tarafa düşen, adı geçen vadide bir nehir sebebiyle oluşmuş bir gölcük ya da bataklıktı.
Gadir-i Hum Bayramı
Şiilerin inancına göre İslam Peygamberi, Ali bin Ebi Talib'i kendisinden sonra gelecek halef tayin etmiştir. Bunun kaynağı olarak Gadir-i Hum'u öne sürerler. Bunu anmak için her Hicri sene Zilhicce ayının 18inde Gadir-i Hum Bayramı kutlanır. Bu gün, Gadir-i Hum Hadisinin yıldönümüdür. Ali bin Ebi Talib'in birinci sırada halife oluşuna delil olarak getirilen hadisin bir kısmı:
Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Ey Allahım, onu sevenleri sev, ona düşman olanlara da düşman ol.
Şiiliğin İsna Aşeriyye, İsmailiye, Mustáliye, Fatimiye, Davudí İsmailiye, Tayyibiye, Alevi Buhra kollarından olan herkes bu bayrama katılır.
PERDE ARKASI...
Eskiden beri Ehl-i Beyt’e karşı olan Emevi ağaları din kaygısını bir tarafa bırakıp türlü entrikalar çevirdiler. “Gadir Hum” ahdi geçerli olup da Hz. Muhammed’in yerini Hz. İmam Ali alırsa, Arap kabileleri üzerinde bir daha egemenlik kuramayacaklarını anladılar. Aralarında türlü hileler kurup, planlar düzenleyip, Allah’ın ve Peygamberin emri olan “GADİR HUM BUYRUĞU”nu kısa sürede yok ederek, Yüce Peygamberin emrini hiçe saydılar.
Emevi ağalarının amacı, halifeliği Hz. Ali’ye vermemek, Hz. Muhammed’i ve İslam’ı yıpratmaktı. Ve başarılı da oldular. İşte bugün İslam ülkelerinin perişan bir durumda olması Emevilerin İslam üzerinde oynadıkları oyunun sonucudur.
Sözün kısası: Tarihsel gerçekler yüzyıllarca hep hasır altı edilip gizlenmiş, saf Müslümanlar, yalan yanlış bilgilerle kandırılmış, açıkça günah işlenmiştir. Bu günahın failleri olan ULEMA’yı elbette Cenab-ı HAKk ahirette, Ulu Divan’da sorguya çekip cezalandıracağı inancındayız.
GADİR-İ HUM EHLİ SÜNNET HADİSLERİNDE...
Çoğunluğu Sünni inançtan olmak üzere 20 tarihçi, 54 hadisçi ve 26 tefsirci yani toplam olarak tam 100 bilgin, belgesel olarak yazmış oldukları kitaplarında GADİR HUM’da Hz. İmam Ali’nin TANRI emriyle Hz. Muhammed Mustafa tarafından, kendisinden sonra ve kendi yerine HALİFE olarak ümmetine tanıtıldığını teyit ve tasdik etmişlerdir. Bu bilginlerin en ünlüleri şunlardır:  Belazuri, Taberi, Şehristani, Hatib-i Bağdadi, Yakut-ı Hamevi, İbn-i Esir, İmam Şafii, İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel, Buhari, Tirmizi, Fahr-i Razi, Kadı Beyzavi. Sadeddin-i Teftazani, Dr. Taha Hüseyin vd…
Sünni tarihçilerden Şehbender-zade Filibeli Ahmed Hilmi Bey bakınız ne yazıyor:
“Ashab hakkındaki hadis-i şerifler iyice tetkik edilirse görülür ki Cenab-ı Nebi, Hazret-i Ali’nin kendisinden sonra Kafıle-salar-i İslam (Mü’minlerin Önderi) olmasını istiyordu. Çünkü İmam Ali’yi bizzat ve hususi ihtimam (özen) ile yetiştirmiş ve bütün sır ve işlerine mahrem (gizli sırlarına arkadaş) etmişti.”
Gerek kendisi ve gerekse eserleri, değil yalnız Doğu’da, Batı dünyasında da şöhret kazanmış olan Mısırlı tarih bilgini ve Dr. Taha Hüseyin, “ALİ ve EVLADLARI” adlı eserinde Hz. İmam Ali ile ilgili tüm tarihsel olayları (Hicret, Kardeşlik, Vasiyet, Mübahale, Uhud, Hendek, Hayber, Tebük, Gadir Hum vb.) ve hadisleri naklettikten sonra şu sonuca varıyor, diyor ki: ”Sözün kısası; HAZRET-İ MUHAMMED’DEN SONRA HALİFELİK HAKKI, İMAM ALİ’NİNDİR.”
İmam Ali velayeti’nin nuru ve rahmeti, tüm insanlığın üzerine olsun. Ve O’nu anlama idrakini, Yüceler Yücesi Ulu Allah cümlemize nasip eylesin.
TEBLİĞ AYETİ
Allah-u Teala’nın, dinin koruyucusu olan Emir-ül Mü’minin (a.s)’ın elinde büyük bir kanıt bulunması için, Gadir Hadisinin meşhurlaşmasında, dillerde dolaşmasında ve ravilerin onu nakletmesinde özel bir inayeti vardır.
Bu hedef için Peygamber (s.a.a)’e Hacc-ı Ekber’den döndüğünde binlerce insanın içerisinde velayet meselesini tebliğ etmesini emretti.
Allah-u Teala bununla da yetinmedi, Gadir Hadisinin taptaze kalmasını ve zamanın onu yıpratmamasını istedi. Bu nedenle ümmetin sabah-akşam okuması için, Gadir’le ilgili apaçık ayetler indirdi. Allah-u Teala, o ayetlerden her biri okunduğunda, okuyan kimseye hilafet konusunda Allah’a itaat etmekle ilgili farz olan şeyi hatırlatmaktadır.
O AYETLERDEN BİRİ, MAİDE SURESİNDEKİ ŞU AYETTİR:

Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, Onun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.( Maide/67.)

Bu ayet, Haccet-ül Veda yılının (h. 10) zilhicce ayının 18. günü nazil oldu. Peygamber (s.a.a), Gadir-i Hum’a vardığında öğleyi beş saat geçerken Cebrail inerek şöyle dedi: Ey Muhammed! Yüce Allah sana selam göndererek şöyle buyurmaktadır:
Ey Peygamber! (Ali hakkında) Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bunu yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.
Yüz bin veya daha fazla olan insanların bir kısmı ilerleyip Cuhfe’ye yaklaşmıştı. Allah-u Teala ileri gidenlerin geri dönmesini, geride kalanların da bu mekanda durdurulmasını ve Ali (a.s)’ı halka gösterip onun hakkında nazil olan ayeti onlara tebliğ etmesini Peygambere emretti ve onu halktan koruyacağını kendisine bildirdi.
Bu naklettiğimiz sözler, İmamiyye alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri sözlerdir.
İKMAL AYETİ
Gadir-i Hum’da Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olan ayetlerden biri de şu ayettir: Bu gün size dininizi kamil ettim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip beğendim.( Maide / 3. )
İmamiy’ye ilk baştan beri ikmal ayetinin, Peygamber (s.a.a)’in açık lafızlarla, Emir’ul Mu’minin Ali (a.s)’ın velayetini açıkladıktan sonra, Gadir nassıyla ilgili olarak nazil olduğunda ittifak etmiştir. Bu ayet, gayet açık bir nassı içermiş, sahabe onu bilmiş, Araplar onu anlamış ve kendisine bu haber ulaşanlar onu delil olarak kullanmışlardır.
Ehl-i Sünnetin tefsir ve hadis alimlerinin birçoğu da, bu manada İmamiyeyle aynı görüşe sahiptirler.
Akıl ve nakil’de bu görüşü desteklemektedir. Tefsir-i Fahr-i Razi’de,( Tefsir-i Razi, c. 3, s. 529.) eser sahiplerinden aktarılan nakillere bakılabilir. Örneğin, şöyle demişlerdir: Bu ayet (İkmal ayeti) Peygamber’e nazil olduktan Seksen bir veya Seksen iki gün sonra, Peygamber bu dünyadan göçtü. Ebu’s-Suud, tefsir’inde bunu belirlemiştir.( Tefsir-i Fahr-i Razi’nin hamişi, c. 3, s. 523. ) Onların tarihçileri de(Tarih-i Kamil, c. 2, s. 134, Tarih-i İbn-i Kesir, c. 6, s. 332, Siret-ul Halebiyye, c. 3, s. 382, İmta-ul Makrizi, s. 548. ) şöyle diyorlar: Resulullah (s.a.a) Rebiulevvel’in on ikisinde vefat ettiler. Gadir ve vefat günlerini çıktıktan sonra seksen iki günden bir gün fazla kalması, güya dikkatsizlikten ileri gelmiştir. Her halukâr da bu nakil, ikmal ayetinin Arefe günü nazil olduğu görüşünden hakikate daha yakındır. -Nitekim Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim vb. kitaplarda böyle nakledilmiştir.- Çünkü Arefe günü nazil olduğunu kabul etmiş olursak, o zaman birkaç gün (dokuz gün) fazla çıkmış olur. Üstelik bu (İmamiye’nin ittifak ettiği şey), birçok naslarla da te’yid olmuştur.
AZAB-UL VAKİ AYETİ:
Gadir nassından sonra nazil olan ayetlerden biri de Mearic suresindeki şu ayetlerdir:
İstekte bulunan biri, gerçekleşecek olan azabı istedi. Kafirler için olan bu (azabı) geri çevirecek kimse yoktur. (Bu azap) yüce makamlar sahibi olan Allah’tandır.( Mearic/1-3. )
Şia, bu ayetin Gadir nassından sonra nazil olduğunda ittifak etmiştir. Ehl-i Sünnetin büyük alimleri de bu ayete tefsir ve hadis kitaplarında yer vermişlerdir. Örneğin:
1- Hafız Ebu Ubeyd-i Herevi (ö. h. 223 veya 224) Garib-ul Kuran tefsirinde bu konu hakkında bir hadis nakletmiştir.
2- Ebu Bekir Nakkaş-i Musili el Bağdadi (ö. h. 351) Şifa-us Sudur tefsirinde Ebu Ubeyd’in mezkur hadisini zikretmiştir.
Şeyh Zeyn-ud Din-il Menavi eş-Şafii (ö. h 1301) Velayet hadisinin şerhinde onu rivayet etmiştir.( Feyz-ul Kadir, fi Şerh-il Cami-is Sağir, c. 6, s. 218.)
3- Seyyid b. İdris-i Hüseyni el Yemeni (ö. h. 1041) el İkd-un Nebevi ve’s Sırr-ul Mustafevi kitabında o hadisi nakletmiştir.
4- Şeyh Ahmed b. Baksir-il Mekki eş-Şafii (ö. h. 1047), Vesilet-ul Meal Fi Addi Menakıb-il Al kitabında mezkur hadisi nakletmiştir.
5- Şeyh Abdurrahim-i Safuri eş-Şafii, Kurtubi’nin hadisini rivayet etmiştir.( Nezhet-ul Mecalis, c. 2, s. 242. 
KAYNAK: islamidavet.com/gadir-i-hum-olayi-ve-sekaleyn-hadisi.html
               islamidavet.com/gadir-i-hum-bayrami-mubarek-olsun.html


HEY ONBEŞLİ TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ

http://www.youtube.com/watch?v=PYYBw1z2LcY
HEY ONBEŞLİ TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ
Yıl 1314(1896) ve yıl 1315(1897) doğumlular henüz askere çağrılmamış,Osmanlı Devleti toprak kaybetmeye devam ediyor her taraftan işgaller başlamış,Çanakkaleyi düşman askerleri geçmek için zorluyor çok askere ihtiyaç var .Padişah sultan Reşat bir ferman yayınlayarak 1 Haziran 1897(1915) ile 22 Mayıs 1898(1916) tarihleri arasında doğan erkekleri askere çağırmıştır her tarafta savaş ve kan vardır işte bu dönem de askere gidenlere 15 liler denmektedir.bu askere gidenler arasında Tokat ın Tahtaoba köyünün saygın ailelerinden birinin oğlu hüseyin ve aynı köyden 20 genç vardır.Daha önce Tokat a gelen hüseyin Örtmeliönünde bir evde güzelmi güzel hediye isimli bir kızla tanışır ve anlaşırlar hediye evin tek çocuğu dur.Tahtaoba köyünden Tokat a dünürcüler gider hediyeyi isterler hediyenin babası daha yaşı küçük derler hüseyinin babasıda bizim oğlanda küçük bir nişan yaparız askerden gelincede düğün diyerek nişan yapılır.Hüseyin askere gideceği gün örtmeliönü nündeki hediyenin baba evi olan kararmış tahtalarla kaplı evin önüne gelerek helallaşırlar artık hediye için zor günler başlar gün sayarak çeyiz yapmaya koyulur o sıralar devlet diye bir şey kalmamış eşkıya çoğalmıştır hüseyinin askerlik yerinin Yemen olduğunu öğrenirler savaşlar devam etmekte o günlerde kah Batmantaş köyüne kara haber ulaşır ,kah Yatmış köyüne,kah Hanpınarı na her taraftan ağıt sesleri yükselir.Aradan aylar yıllar geçer hüseyinden hiçbir haber yoktur hediyenin annesi babası hediyeyi çağırarak bak kızım dağlarda eşkıya kol geziyor bizim yaşımız ilerledi hüseyindende ümit yok seni biri ile sağlığımızda baş göz edek derler Yemene gidipte geri döneni hiç duymadık derler yama ustası emin efendi sana talip zengin tüccar adam rahat edersin derler hediyede kaderine boyun eğer peki der Dimorta hanında yama ustalığı yapan 60 yaşındaki emin efendi ile nikahları kıyılır emin efendinin karısı ölmüş oğulları askerde şehit olmuş kimsesizdir bir süre sonra emin efendide ölür hediyeye yüklü bir servet kalır bir süre emin efendi ile evlendikten sonra annesi ve babası kısa süre sonra ölmüştür.Hediye artık tek başınadır hayat mücadelesine başlar hayalde gör düşte gör hele birde düşte gör  diye işte buna derler tek başına yaşayan hediyenin kapısını bir gün eşkıyalar çalar hediyeyi dağa kaldırırlar hediye artık eşkıya sofrasında mezedir bir süre dağda dolandırdıkları hediyeyi harap ve bitap şekilde getirip evinin önüne bırakırlar,artık Tokat ta hediyeye kötü kadın gözüyle bakılmakta kimse konuşmamaktadır hediye gidiyom elinizden –kurtulam dilinizden-yeşil başlı ördek olsam-su içmem gölünüzden diyerek Tokat ı terk eder nere gittiği nerde öldüğü bilinmez.Hediye nice gençlerle beraber Haç dağında yatan kırk kızlar gibi artık bir meçhulde.
Bir ilkbahar sabahı Hüseyin Yemenden köyüne döner köyden giden 20 kişiden tek geri dönen hüseyindir köyde kimse hüseyini tanımaz evine giderek hemen hediyeyi sorar köylüler hediye kötü yola düştü derler hemen Tokat a gelir ve hediyenin evini bulur fakat hediye yoktur hediyeyi bir türlü bulamaz kahrından keşke sılaya gelmeseydim bende ölüp kalaydım diyerek Tokat ı terk eder nere gittiği bilinmez İşte bu acı ayrılıktan halk arasında söylenen anonimleşen hey onbeşli onbeşli türküsü geriye kalmıştır.işte  türkünün 2 kıtası
Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyo
Kızların gözü yaşlı

Gidiyom gidemiyom
Seni terk edemiyom
Sevdiğim pek küçücük
Koyupta gidemiyom
KAYNAK. : gazi polatcan

HEY ONBEŞLİ
Taş döşeli dar yollardan şakırtılı at arabalarının gelip geçtiği demlerde,

Tokat bir dağ içindeyken
Gülü bardağ içindeyken
Yüzü kaleye bakan ahşap evlerden
birinin şenliğiydi Hediye

Adı gibi Haktan Hediye, üç eteği sırma işleme, başı Tokat işi yazmalı, yazmasının ucu pembe oyalı. Endamı fidandan narince, boyu gül ağacı misali küçücek, alımlı, edalı bir kızcağız. Tokat eşrafından kendi halinde bir ailenin evdeki tek çocuğu.

Kınalı Kazova üzümlerinin toplanıp pekmez yapıldığı, içi sırlı küplere asma yaprağı basıldığı aylarda Tahtoba köyünün saygın ailelerinden birinin oğlu Hüseyin görüverdi onu. Tenhada buluştular, iki gencin yüreciği birbirine ısındı. Çok geçmedi aradan, Tahtoba'dan dünürcüler geldi Hediye kızın evine. Köy ağası babanın biricik oğlu Hüseyin'e istediler onu. "Yaşı küçücek," dedi anası. "Baba ekmeği yemedi doyuncaya dek." Bekleyeceklerini söyledi oğlan tarafı. "Bizim oğlumuz da yeni yetme... Söz edelim, aht verelim, bekleyelim. Gül yanaklı Hediye bu yaz gelinimiz olur."

Tez büyür kuzu misali kız kısmı da, yuvadan kuş misali kanatlanıp tez uçanı makbuldür. Hele talibi Tahtoba'nın efendilerindense, bol haneye gelin gidecekse, anasının babasının adını saydıracaksa fırsat kaçırılmaz. "Oldu," dedi büyükleri. Hediye'nin ak ellerini bu bahar kınalayacaklardı. Madem insan evladıydı isteyen, hayır işte acele etmek en güzeliydi. Verdiler Hediye'yi bıyıkları yeni terlemiş Hüseyin'e. Şerbetini içtiler, sözünü kestiler. Tahtoba'nın ağası koçlar kurban etti, Hüseyin, endazesi on yedi kuruşa mor kadifeden fistanlık kumaş aldı Hediye'ye. İpek bürüğe bürüdüler genç kızı. Boynuna gümüş hamaylılar, alnına Hamidiye paralar taktılar. Nişan gecesi Tokat'ın kadınları toplandı kız evinde, bakır tepsilerin arkasını tıkırdatarak oynadılar.

Kış gelmeden yaprak küpleri basıldı, erik ezmeleri, tarhanalar, sebze kuruları, setikler, yarmalar hazırlandı. Bahar başında toplanıp yazıda kurutulmuş madımaklar çıkınlandı. Kasım yağmurları Yeşilırmak'ı coşturmadan tahtaları kararmış ahşap evlerin dış kapıları kapandı. Baba evinde artık misafir muamelesi gören Hediye çeyiz telaşına düştü. Kış boyu kafesli pencerenin önündeki sedirde oturup yoldan geçen herkesi "Belki Hüseyin'dir" ümidiyle süzerek küçük ellerinin ak parmaklarındaki iğne ile al yazmaları renk renk, çiçek çiçek oya ile çevirdi.

Kiraz ağaçları tomurcuğa dururken ürkütücü, korkutucu bir haber yayıldı ortalığa. Ateş düşmedik ocak bırakmayan seferberlik, memleketin her köşesinden yine delikanlıları istiyordu. Bu kez sıra yaşı on sekize yeni basmış delikanlılarda... Şehirden şehire, köyden köye haber uçuruldu. Sırtını kayalara dayamış Tokat da titredi bu havadisle. Bin üç yüz on beş doğumlular kışlada toplanacaklar. Karayağız Türkmen delikanlıları kalktı geldi, kara zıpkalı Karadeniz uşakları, ince yapılı dil bilmez Çerkes gençleri beşer onar gruplar halinde akın etti çevre köylerden. Kimini Çanakkale'ye yazdılar, kimini Filistin'e, Yemen'e. İllerini, köylerini bırakıp bilinmedik diyarlara doğru sürdüler atlarını. Kara tren vagonlarına doluştular. Gözü yaşlı duacı analarla sabırlı yavuklular kaldı geride. Ardından bir maşrapa su döktükleri delikanlıları için yanaklarından süzülen gözyaşlarını yazmalarının ucundaki gül oyalarına sildiler. Geride kalan kalbi kırık yavuklular içlerindeki yangını türkü yaptı, on sekizlik yiğitlerin ardından ağlayarak söylediler.

Hey on beşli, on beşli
Tokat yolları taşlı
On beşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı

Tahtoba köyünden bölüğe çağrılan gençlerin arasında Bey oğlu Hüseyin de vardı. Al atını topuklayıp ayrıldı köyünden yaşıtlarıyla birlikte. Tokat'ta, Örtmeliönü'ndeki kararmış tahtalarla kaplı evciğin kapısını çaldı önce. Sözlüsünün ana babasının elini öptü. Göz ucuyla baktı utançtan yüzü kızaran Hediye'ye "Vatan borcunu ödeme zamanı, sağlıcakla kalın. Dua edin çocuklarınız için. Döner gelirsem, ahdimdeyim, çift davullar çaldırıp toy yaparım" dedi onlara. Sonra helallik dileyip ayrıldı Hediye'nin evinden. Başını çevirip tekrar tekrar ardına bakarak sürdü atını.

Gidiyom gidemiyom
Seni terk edemiyom
Sevdiğim pek küçücek
Koyup da gidemiyom

Boynunu büküp asker yolu bekleyen bir sürü genç kızdan biriydi artık Hediye. Her gece dua ederek baş koyduğu yastığını sabaha kadar gözyaşlarıyla ıslattı. Günleri saya saya, aylar sonra yerine varabilen sarı zarfların içinden bir hayır haber alma ümidiyle bekleyerek geçirdi mevsimleri. Hasretini nakış nakış döktü iğne oyalarına, dantel perdelere, kilim tezgahlarında dokunan cecimlere. Tokat'ın çıplak dağlarını bembeyaz karlar örttü önce, sonra karlar çağıl çağıl eridi, kuru ağaçlar canlandı, tomurcuklandı, yapraklandı. Asmalar gözyaşı gibi salkım salkım üzümlendi. Kah Batmantaş Köyü'ne bir ateş koru gibi kara haber düştü, kah Yatmış'a, kah Hanpınarı'na... Salavatlarla uğurladıkları delikanlılarının toprağa düştüğü haberini alan kara bahtlı analar, kara çatkılı yavuklular, dul kalan tazeler maşrapalarla su döküp ıslattıkları kapı önlerini gözyaşlarıyla ıslattılar.

Memlekette yangın düşmedik ocak kalmadı.

Eli yüreğinde uyandı her sabah Hediye. Komşu kadınlara rüyalarını tabir ettirdi. Mahzun mahzun yollara bakıp bir haber bekledi kara yağız Hüseyin'inden. Uçup giden turnalardan haber umdu. Sabah esen serin rüzgara selam asıp yolladı.

Çok mu uzaktı bu Yemen dedikleri yer?

Şu çıplak dağların ardına gitse bulur muydu yarini?

Buluverse al kanlı yarelerini sarar mıydı pembe çevirmeli ipek mendiliyle?

Gece gündüz binbir kuruntuyla içi içini yedi. Bir o değil, koca Anadolu'nun anaları, yavukluları vakti belirsiz bir dönüşün ümidiyle dua edip bekliyordu. Bekleyiş derde dönüştü. Gelen her şehadet haberiyle kavuşma ümidi biraz daha kırıldı. Analar, askere gitmiş babalarını soran bebelerine "Az kaldı dönecek" derken ciğerleri sızım sızım sızılar oldu.

Seneler geçiverdi yüzlerde çizgi bırakarak. Yiğitsiz kalmış evleri bekleyen köpekler yabancıya ürümez olmuştu artık. Dağlarda eşkıyalar peydahlandı. Asker kaçakları, arsızlar, hırsızlar kol gezmeye başladı ortalıkta. Bir gün falanca köyden baskın haberi geldi, bir gün filanca köyden. Ansızın uğratmışlar evleri. Para eder her şeyi toplamışlar, cepheye gitmiş yiğidinin yasını tutan taze gelinleri dağa kaldırmışlar, ıssıza çökertmişler. Hükümet baş edemiyormuş artık onlarla. Şehirlerde kasabalarda kimse kimsenin selamını almaz olmuş. Güven diye bir şey kalmamış.

Hediye'nin anasıyla babası yanlarına çağırdı kızlarını. Utana sıkıla açtılar endişelerini ona.

"-Kara yazgılı kızım, bilirim beklediğin var ama işte seneler geçti. Dört kış, dört yaz bitti bir haber yok Tahtobalı Hüseyin'den. Böyle susup beklemekle olmaz. Haberini alıyoruz, nice yiğitler de şehit oldukları halde evlerine haber uçurulmazmış. Kim gitti de geri geldi ki bu Yemen denilen ilden? Devletimiz her gün il il geri çekilirmiş. Askerden hayır haber beklemenin manası yok. Biz artık kocadık, sana sahip çıkamayız, namusundan endişeliyiz. Yazma ustası Emin Efendi sana talip oluyor. Erkeğin yaşlısı olmaz. Emin Efendi zengin bir tüccardır. Oğlu uşağı yok, koca evde bir fidai başın olacak. Biz gitmenden yanayız. Git evini ocağını kur. Yuvanı bil sen de. Dönüp dönmeyeceği bilinmeyen bir yavukluyu beklemekle olmaz."

Bahtsız Hediye yaşın yaşın ağlayarak çıkardı parmağındaki söz yüzüğünü. Ana babasının isteğine olmaz diyecek kız yoktu ya o zamanlar, kötü yazgısını kabullenip oturdu Hediye. Birkaç hafta sonra sessiz bir törenle Dimorta Hanı'nda yazmacılık yapan altmışına gelmiş Emin Efendiyle nikahladılar onu. Son güne kadar Hüseyin'in döndü haberini alma ümidiyle bekledi kızcağız. Türküler mırıldanıp pencere kafeslerinin önünde ağladı, ağladı.

Gidiyom işte ben de
Bir arzum kaldı sende
Ayva oldum sarardım
Din iman yok mu sende

Çifte davullu toy hayallerine yandı Hediye. Gelin kınası görmemiş küçücük elleriyle sildi gözyaşlarını. Yüzünü birkaç kez görüp yüreğine nakşettiği Hüseyin'in yasını tutmasına fırsat olmadan, sırma işlemeli al bindallı giymeden gelin olup Emin Efendi'nin evine girdi.

Rengarenk Tokat bezlerine tahta kalıplarla desen vuran yazma ustalarındandı Emin Efendi. Uzun beyaz sakallı, yün papaklı, vaktinden önce çökmüş bir koca esnaftı. Yamrı yumru elleriyle yazmaları desenledikten sonra Meydan Camisinde namazını eda etmeden evine gelmeyen bir yalnız adam... Önceki evliliğinden olan çocuklarının her birinin şehitlik haberi gelmişti çeşitli cephelerden. Değil Hediye kızın tazeliğini, dünyayı armağan etseler içinde ölen yaşama sevinci dirilesi değildi.

Hediye kız bu kocamış erin evinde vakitsiz ayazlarla çiçekleri dökülmüş bir kiraz ağacı gibi mahzun ve kederli Hediye kadın olup çıkıverdi.

"Hayalde gör, düşte gör hele bir de düş de gör" demiş ya eskiler. İnsanın işi bir kez ters gitmeye görsün, nasıl da yağar başına belalar yağmur misali. Yüzünü güzel yaratmıştı Mevla ama talihi kötüydü Hediye kızın. Yaşlı da olsa kadrini kıymetini bilen, başına kapak olan, namusuna sahip çıkan erini Azrail alıp götürdü çok geçmeden. Daha evleneli bir yıl olmadan dul kaldı Hediyecik.
Aniden uçuverdi Emin Efendi.

Bir öğle üzeri kapıyı çalan kalıpçı çırağı "Yenge, Emin Emmi öldü!" diye haber getirdiği zaman felaketi bir çığlıkla karşıladı. Tokat'ın örfüydü ya, cenazeyi hemen hazırlayıp bekletmeden defnettiler.

Vakitsiz açılan güllere döndü Hediye. Tazecik yüzünü zamansız soldurdu kötü kaderi. Şad olup gülmeden yas bağladı, gelinlik giymeden dul kaldı. Çiçek açmadan hazan olmuş dallar misali, yeşillerden allardan soyunup karalara büründü. Tokat'ın orta yerinde Yeşilırmak çağıl çağıl akarken, Hediye kadın gözyaşı akıtıp oturdu köşesinde.

Ölüm acısı geçip yasını unutmadan yalnızlıkla başbaşa kaldı bahtsız kız. Emin Efendi'nin malının mülkünün idare edilmesi gerekliydi. Yaşlı adamın bıraktığı çarkı tek başına çevirmeliydi. Yuvasını bırakıp babaevine dönse evini ocağını ne yapacak? İyi kötü benimsemişti yeni hayatını. Hem babaevine sığmadığı için evlendirmemişler miydi onu. Kocasından kalan malın mülkün icarıyla geçinip giderdi. İbadet edip ölümü beklemekti bundan sonra ona düşen.

Ne Haktan, ne hükümetten korkusu kalmamış azgın çeteler koymadı Hediye'yi yasıyla başbaşa. Şehrin kıyısında kocaman bir konakta tek başına yaşayan bu taze dulda çokça para olmalıydı. Hem kimi kimsesi yok. Koruyanı, sahip çıkanı bulunmayan bu kadıncağızın malına mülküne el koymak kolaydı.

Ay karanlık bir gecede koca evin çift kanatlı kapısının önüne vardılar. Bakır kapı tokmağını tıklattılar yavaşça. Masum kadın kapıyı açmaya korkunca omuzladılar hep beraber. İçeri daldılar azgın kurt misali. Sepet sandık dağıttılar, feryadına kulak vermeyip sırtladılar Hediye'yi. Hoyrat eller dağdan dağa dolaştırdı onu. Zorla sahip oldular, kirli elleriyle birbirlerine sundular, kalaylı siniler üzerine çıkartıp el çırparak oynattılar. Nice zaman sonra gönülleri geçti kızdan. Bastıkları başka köylerden başka talihsiz tazeleri görünce bir sabah atın arkasına atıp Tokat'a getirdiler onu. Tan yeri kırmızı bir utanç içindeyken Takyeciler Camii'nde sabah namazından çıkan yaşlılar kaldırıma düşmüş bir kız buldular. Üstü başı yırtılmış ağlayan biçarenin başına toplanıp konuştular da biri el uzatıp "kalk" demedi.

Tokat yolu kaldırım
Düştüm beni kaldırın
Sevdiğimin uğruna
Vurun beni öldürün

Yazmacı Emin Efendi'nin hanımı Hediye'nin adı kötü kadına çıktı gayri.

Yemen'den Çanakkale'ye nice kez ciğer delici kurşunlara uğrayıp ihaneti, zulümeti, açlığı, hastalığı yaşayıp da geri dönen olur mu?

Hak Teala kulun alnına ölümü yazmayınca olur işte.

Gözü yaşlı Anadolu'nun "Giden gelmiyor" diye türküler yaktığı cephelerde kah vuruşarak, kah esir düşerek seneler geçiren Hüseyin dağın taşın çiçeğe büründüğü bir bahar başında çıkıp geliverdi memleketine. Tahtoba'dan savaşa yollanmış bin üç yüz on beş doğumlu yirmi delikanlıdan bir o sağ kalmıştı. Yüzü yaylaya bakan, içinden boz bulanık seller akan köyün girişinde madımak toplamaya koyulmuş tazeler tanıyamadı gelen bu hırpani kılıklı adamı. Köpekler seğirtti üzerine. Köyün yamacında durup dağa taşa ünledi sesinin yettiğince. "Benim ben. Memleket aşırı diyarlarda vuruşmaya gönderdiğiniz Hüseyin'im ben. Hak alnıma yaşa yazmış, kaderde size kavuşmak varmış, döndüm... Emmi dayı kızları, yad el değil bu gelen. Bey oğlu Hüseyin'im ben." Köyün genci yaşlısı kuşattı çevresini, boynuna boğazına sarılıp ağlaştılar. Ardına düşüp eve götürdüler onu. Yolun otu çiçeği sarıldı yorgun ayaklarına. Ağsıvayla sıvanmış bahçe duvarının önünde yabancı bir erkeği görünce yaşmaklanacak oldu Hüseyin'in anası. Sonra sekiz yıldır ağlaya ağlaya ferini tükettiği gözlerinden çok yüreğiyle tanıdı oğlunu. Kollarını açıp "oğlum" diye öyle bir inledi ki dağ taş yankıya durdu. Tahtoba köyü şenliğe başladı o gün. Savaşa yolladıkları yirmi civanın yerine geriye dönen bu bitkin genç için toy vuruldu, düğün kuruldu, kurbanlar kesildi. Anası başındaki kahır kasnağını çıkardı, bacıları al güllü elbiseler giydi, duyup öğrenen herkes görmeye geldi.

Seferberliğe giden de geri gelirmiş demek.

Bekledi Hüseyin. Susup bekledi birilerinin Hediye'den bahsetmesini. Ne anası, ne bacısı adını anmadı gelinlerinin. "Yoksa ahdini bozup kocaya mı verdiler sözlümü?" diye bir kuruntu zihnini yakıp geçti. Olamazdı ama, söz vardı ortada. Hem ailesi verecek olsa da yavuklusu çiğnemezdi yar hatırını. Dayanamadı, töreyi bozup sordu sonunda.

-Ana, Hediye'm nasıl?

Gözlerini oğlundan kaçırıp başını iki yana salladı anası. Birilerine ilenerek döğündü.

-Hediye'yi sorma oğul. Kız kısmı bunca sene durur mu? Uçurdular yuvadan, alıcı kuşlar kaptı onu.

Anlayamadı Hüseyin. Nişan yapıp, şerbet içip söz vermişti Hediye'nin ana babası, nasıl uçururlardı yuvadan. Anasının ağzından daha fazla laf alamayacağını anladı. Üzerine fazlaca gidemedi ama binbir türlü kuruntuyla geçirdi geceyi. İçi içini yedi sabaha kadar. Memleketini bıraktığı gibi bulmuştu da insanlar ne denli değişmiş, ne denli kocamış ve eksilmişlerdi.

Sabah Tokat'a giden bir at arabasına binip Örtmeliönü'ndeki ahşap eve geldi. Kalbi pıtır pıtır atarak sekiz yıldır kavuşmayı düşlediği yavuklusunun evini seyretti uzaktan. İşte bir çok şey bıraktığı gibi duruyor. Gözeler şarıldıyor yol ortasındaki arktan. Hediye'nin bahçesindeki kirazlar da çiçek açmış. Evin kafesli penceresinden yavuklusu onu seyrediyordur belki de. Siyah perçemleri lal yanağını gölgeliyordur. Öyleyse ne demek istemişti anası? Bakır kapı halkasını vurdu elleri titreyerek, içerde ses soluk yok, bir daha denedi, yine cevap veren olmadı. Geri çekilip pencerelere baktı, kimsecikler görünmüyordu.

Karşı evin önünde kendisini seyreden bir adama sordu.

-Evdekiler nerede?

-O evdekiler buradan ayrılalı çok oluyor.

-Nereye gittiler ki?

-Geyras'ta bir çiftliğe...

-Ya Hediye?

-Hediye'ye ne olduğunu bilmeyen mi var Tokat'ta. Kötü yola düştüydü yosma. El elinde eğlence olduydu. Laf söz ettiler çevreden. Gözümle görmedim ama birileri alıp götürüyormuş bazan. Ana babası utancından terk etti buraları zaten. Hediye de alıp başını gitti. Dedikoduya dayanamadı dediler. Hatta giderken söylediği mani kızların dilinde.

Gidiyom elinizden
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden

Can alıcı kurşunlara uğradığında bu kadar yıkılmamıştı Hüseyin. "Er başına iş gelir" demiş ya atalar. Böylesi iş de gelirmiş demek. Eli ayağı kesiliverirmiş insanın, yıldırım çarpmışçasına yanarmış demek.

Karşısındaki adamın anlattıklarını duymuyordu artık. Sekiz yıldır yüreğinde muhabbetini sakladığı, uğrun uğrun hasretini çektiği yavuklusunun sesi kulaklarında çınlıyordu. Savaşa giderken vedalaşmaya geldiğinde pencerede beliren gölgesiyle hatırlıyordu onu. Cephede üzerine top mermisi düşüp parçalanan dostları geldi gözlerinin önüne. O mahşerin içindeyken bile ölümü istemeyen delikanlı böyle bir haberle ölüden beter hale gelirmiş demek.

-Ah dönmez olaydım sılaya. Başımın üzerinde vızlayan kurşunlardan biri yüreğimi parçalasaydı keşke. Canlı canlı kumlara gömülen dostlarımın içinde ben de olaydım. Geri dönmeye sevinmek ne gafletmiş meğer, diye inledi.

Ardını döndü konuştuğu adama. Yedi düvel düşmanın yıkamadığı yiğit, omuzları düşmüş bir şekilde döndü köyüne.

Aslan yarim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi on yediye
Az mı geldi gönderdiğim hediye

Bundan böyle Hüseyin'e bahtsız yiğit dediler. "Sevdiceği hoyrat ellerde dolaşırmış, yarine haram olmuş" dediler. Örtmeliönü'nün nazlı güzeli, yüzü hiç gülmeyen bir kadın olmuş. Sekiz yıldır hasretini çeken yavuklusu kan kusar olmuş da yabanın destursuzu safasını sürermiş.

Aldı başını gitti Hüseyin. Hediye gibi onun da nereye gittiğini bilen çıkmadı.

Suyun kayayı yeşerttiği yerde durur Tokat.

Granit dağın üzerine kurulu kalesine çıkıp seyran edenler Yeşilırmak boyunca envai çeşit renk cümbüşünün arasında kurulu bu şehre hayran olur zaten. Abdest alıp kıbleye yönelmiş yeşil elbiseli bir mümine benzer Tokat. Yollarından ığıl ığıl sular geçer, sabahın seherine sessizliği fısıldayan dereler susmaz. Ummadık bir köşeyi dönünce karşılaşıverirsiniz pınarlarla, çeşmelerle.

Al başını gez sokak sokak. Bu unutkan şehrin kararmış, köhne hamamlarını, kırk badalını, saathane meydanını, kayalara oyulmuş kalesini, semercilerini, bakırcılarını, saraçlarını dolaş. Su sesine, taze ekmek kokusuna bırak kendini. Yüzünde günah izi olmayan ak yazmalı nineleri seyret. Hediye kızın hikayesini sor onlara.

Neden Tokat'tan yar sevenin yüreği yağ içindedir? Yeşil baş ördekler neden su içmez pırıltılı derelerden?

Bereketli elleriyle kızgın saç üzerinde çökelekli gözleme yapan reyhan kokulu Türkmen kadınları bir türkü mırıldanır ki nağmesini duyan, içi gençlik dolu bir kızın mutluluk bestesi sanır onu. Bilinmez ki dünyanın yedi köşesinde gök ekin misali tutam tutam biçilen Anadolu evlatlarının yasıdır bu türküde anlatılan. Çok değil iki nesil önce al fistanlı bir yosma, çakır gözlerinden akan kanlı yaşı gelin kınası görmemiş elinin tersiyle silip söylerdi bu türküyü. Irmaklar gibi çağıl çağıl ağlardı söylerken. O da kayıplara karıştı Tokat'ın yitirdiği yağız yiğitlerle beraber. Hediye, Haç Dağı'nda yatan kırk kızlar kadar meçhul artık.

-Üfleme ateşi sönmüş külleri oğul. Kabuk bağlamış yaraları kakşatma. Sus, bilen olmasın Hediye'nin hikayesini. İçleri kıpır kıpır olarak ünlesin kızlar. Varsın onu bir cilveli yosmanın türküsü sansınlar. Hangi yarayı sarmadı zaman, hangi gözyaşı kurumadı toprağa düşünce? Yitirdiğimiz hangi canın yası bizimle kaldı ki? Kapat bu bahsi balam, ört kimsenin bilmediği ayıbı. Hediye namuslu bir kadındı.

Cepheden dönen Hüseyin bir daha yavuklusunun yüzünü görebildi mi? Gördü ise nerede karşılaştılar ve savaşın kolsuz kanatsız bıraktığı bu insanların yaşamında bundan sonra ne oldu? Bütün bunları bilmiyoruz yahut bildiklerimizi söylememek belki en iyisi. Türkülerde bilmemiz gereken kadarı söylenir zaten. Şurası kesin ki onların kara bahtını Tokat'ın ipek bürüklere bürünmüş fidanlara benzeyen kızları türkü yapıp söyledi. Tarihler yazmadı savaşa giden gençlerin geride bıraktığı yüreği yaralı kızların acısını. Onların hatırasını yaşatacak anıtlar dikilmedi hiç bir yere. Kara sevdalı gençlerin her biri yaşadı, kocadı, dünyayı terk etti ama halkın hafızası o felaket günlerinde solup gitmiş gülleri canlı tuttu. O gün bu gündür Tokatlı bir güzele vurulana derler ki;

Tokat bir dağ içinde
Gülü bardağ içinde
Tokat'tan yar sevenin
Yüreği yağ içinde

Kaynak: Türkü Öyküleri - Hulusi Üstün, Pozitif Yayıncılık, İstanbul 2003