26 Mart 2015 Perşembe

ARAPLARIN GÖZÜYLE TÜRKLER-SÜNNİ İSLAMDA İMAM GAZALİ



ARAPLARIN GÖZÜYLE TÜRKLER-SÜNNİ İSLAMDA İMAM GAZALİ

Dünkü yazımda Başbakan Erdoğan’ın Arap hayranlığına değinmiş, ‘Türkler Arapsız yaşayamaz’, ‘Biz Arapların gözüyüz, eliyiz’ gibi anlamsız sözlerine değinmiş,
 büyük Arap lideri Cemal Abdülnasır’ın ‘Ey Tanrım, sen Türklerin belâsını ver’ sözlerini anımsatmıştım.
Ama sorun sadece Nasır değil ki! Eli kalem tutan Araplar yüzlerce yıldır Türkleri kötülüyor, hakaret ediyor, başlarına gelen her felâketten Türkleri sorumlu tutuyor!
Bu tavır, Arap kültürünün ayrılmaz bir parçası gibi.
Örnek mi istersiniz? Prof. İlhan Arsel’in ‘Arap Milliyetçiliği ve Türkler’ adlı kitabına bir göz atalım.

982 tarihinde hazırlanan ve AMİR ABU’L-HALİT MUHAMMED B. Ahmed’e sunulan bir kitapta Kırgız Türkleri hakkında şunlar söylenmiştir:
“Onların (Türklerin) hükümdarı Kırgız Han diye anılır. Bu millet vahşi yaratık tabiatındadır ve insanlarının haşin ve sert yüzleri vardır ve saçları seyrektir... Kanun nedir tanımazlar, merhamet nedir bilmezler, fakat iyi dövüşürler.. ve savaşçıdırlar çevrelerinde bulunan bütün ülkelerin halklarıyla husumet ve savaş halindedirler.. Ateşe taparlar.. ve ölülerini yakarar.”

TOLEDO KADISI SA’İD AL-ANDALUSİ de 1068’de yazdığı ‘Kitab Tabakat al-Uman’ adlı çalışmasında ulusları bilimle uğraşıp ve uğraşmadıklarına göre iki kümeye ayırır ve Türkleri ‘bilimle uğraşmayan’ kümesine koyduktan sonra, bu kümede yer alan ulusların insandan ziyade hayvana yakın olduğunu belirtir!

12’nci yüzyılın ünlü İslam coğrafyacılarından olan İDRİSİ de kitabında Türklerin cahil, haşin, kaba, vahşi, savaşçı ve cesur, ama disiplinli olduğunu yazmıştır.

Aynı dönemde yaşayan YAKUT adlı yazar Nisapur kentini alan Türkler hakkında hiç de olumlu şeyler yazmamıştır: “Kana susamış ve yağmacı Türkler şehrin çeşitli semtlerine saldırdılar, rastladıkları her insanı, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin kestiler..
bir tek duvarı ayakta bırakmadılar.”

İMAM GAZALİ de Türklerin zekâ bakımından yetersiz olduğunu, dalalet içinde olduğunu, cehenneme layık bulunduğunu söyler.

NASREDDİN TUSİ DE ‘Ahlâk-ı Celâli’ adlı kitabında Türklerin taş yürekli, güvenilmez, insan kadri bilmez, kadın düşkünü, hain, ciddiyetten uzak, fakat cesur ve cömert olduğunu yazmıştır.

13’üncü yüzyılın tanınmış ARAP TARİHÇİSİ ALAEDDİN ATA MALİK CUVAYNİ de Türklerin kalbinde rikkat, şevkat gibi duygular bulunmadığını, Türklerin habis ruhlu, gaddar, kaba kuvvetin temsilcisi kişiler olduğunu ileri sürmüştür. Türklerin geçtiği yerlerin harabeye döndüğünü, ot bitmez olduğunu yazmıştır.

İlginçtir, Türkleri yermeyen, tam tersine öven bir kişi, bilim adamı olarak en büyük saygıyı gören İbn Haldun olmuştur! İbni Haldun’a göre, Araplar medeniyet yoksunluğunun ve ilkelliğin temsilcisidir. Araplar, bütün milletler arasında sanata en az yatkın olan millettir. Buna karşın, Türkler’i hem savaş tekniğinde, hem sanat alanında, hem de bilimde övgüye değer bulur.
Yarın devam ederiz...



AYDINLIĞA KOŞAN COĞRAFYANIN GERİYE DÖNÜŞÜ NASIL BAŞLADI?
Aslında bu coğrafyanın ilk önemli kırılması, yani aydınlığa koşan toplumun geriye dönüşü, bu gün Sünni düşüncenin de akıl babalarından olan, bilimi ve felsefeyi kafirlik olarak tanımlayan, İbni Sina ve Farabi'yi kafir olarak suçlayan İmam Gazali'nin (1058-1111) ünlü risalesi 'Tehatüful Felasife' yani "FelsefeninTutarsızlığı"nı yazmasıyla başlar.*
Öyle ki içtihat (yorum, yeni kural koyma) kapısını kapatarak dinin akla ve bilime göre yorumlanmasının ve çağa uydurulmasının önünü keser. Ümmeti, soru soran, eleştiren, yeni yorum getiren, akla uymayan şeylere itiraz eden, dinde akla uymayan şeyleri değiştirmeye kalkışan ve yoruma tabi tutmaya çalışan bir kitle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlar. İSLAM DÜNYASININ YOLU İMAM GAZALİ İLE BU ŞEKİLDE TIKANMIŞ OLUR.

Evrimci bir yanı da olana, Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo'dan Platon'a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen
 İbni Rüşt (1126-1198)bu akımın saçmalığını ve tehlikelerini bir bir saysa dabilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunsa da kimseyi inandıramaz.

 Gazali'yi eleştiren ünlü reddiyesini, 'Tehatüfül Tehafül' yani "Tutarsızlığın Tutarsızlığı”ını yazar. Avrupa’nın aydınlanma çağının bu bilim adamının eserlerinin Arapçadan Latinceye çevrilip, Avrupa’ya yayılması ile başladığı çoğu bilim çevrelerince kabul edilir.


İBNİ RÜŞT AYDINLANMAYI,  GAZALİ BAĞNAZLIĞI  GETİRDİ
İslam dünyasının yolu burada ikiye ayrılır.
Biri (bugünkü İslam dünyası) İmamı Gazali eleğini,
batı dünyası ise İbni Rüşt eleğini kullanmaya başlar.
 Doğal olarak da birinin eleğinde üretken olmayan çöpler, diğerinkinde de verimli tohumlar birikir. Bazı kaynaklarda bu yol ayırımına kadercilerle bilimcilerin kapışması olarak bakılır. Bilimciler bu münazarayı yitirdiler ve bu coğrafyanın yolunu kadercilerin eline teslim ederek, bağnazlık çukuruna yuvarlanmasına neden oldular.

 İbni Rüşt (1126-1198)’ü izleyen Avrupalılar aydınlanma çağını yakalamış, İmam Gazali'nin yolunu tutanlar da gericiliğin ve bağnazlığın çukuruna düşmüştü.

İmam Gazali'nin yolundan giden ülkelerden sadece bir tanesi, bundan 90 yıl önce bir şans yakaladı.
 Bu, genç Türkiye cumhuriyetiydi ve bu yeni akımın adı da bu kesime gönül vermişler tarafından Atatürkçülük ya da Kemalizm olarak adlandırılmıştı.
İbni Rüşt’ün dünya görüyle yola çıkan bu devrim, ne yazık ki temelleri 1946 yıllarında atılan karşı devrim ile sonunda tekrar İmam Gazali’nin yoluna düştü. 
Belli ki İmam Gazali’nin dünya görüşü ölmemişti, sinsi sinsi günümüze kadar sürdürüldü ve yeni bir vücutta ve yapılanmada tekrar sahneye çıktı (hortladı). Yaklaşık 90 yıl önce ayrıldığımız yol arkadaşlarımızın yanına yuvarlanmak ve onlara kavuşmak için herhalde biraz zamana ihtiyacımız olacak…

İbni Rüşt “dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı” görüşünü savunmuştu,

İmam Gazali ise ümmeti, soru soran, eleştiren, yeni yorum getiren, akla uymayan şeylere itiraz eden, dinde akla uymayan şeyleri değiştirmeye kalkışan ve yoruma tabi tutmaya çalışan bir kitle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştı.


TÜRKİYE GAZALİ'NİN RÜYASINI GERÇEKLEŞTİRMEK ÜZERE
Bugünkü dünyada resmi kurumlarda din simgesi olan örtülerle çalışma izni çıkaran, meclisine başörtülü vekil girmesini yeniden uygulamaya sokan, ilkokul öğrencilerine evrenin yapısı yerine kutsal kitabı ve peygamberin okutulmasını seçmeli zorunlu ders haline getiren, din işlerinden sorumlu başkanlığına 3-5 bakanlığın bütçesinden fazla para ayıran, komşu ülkelerin asker sayısından çok ücretli imam barındıran, kürsüye her çıktığında dinin bir yerini istismara kalkışan politikacılardan oluşan siyasi bir yapıya sahip olan, her gelişmeyi her buluşu kutsal kitabında arayan ve orada bulunduğunu ileri süren, kendi dininin bile farklı görüşlerini dışlayan ve tehdit olarak gören bir yapılanma olsa olsa İmam Gazali’nin hayal ettiği dünyada yaşanabilirdi. Türkiye belli ki İmam Gazali’nin bu rüyasını gerçekleştiren ülkelerin arasına katılmak üzere.


İBNİ RÜŞT'ÜN ELEĞİNİ BIRAKAN TÜRKİYE'NİN SONU NASIL OLACAK
Ne mi olacak? Dinimizde geleceğimizi saptayacak iki elek ortaya çıkmıştı: İmam Gazali görüşü, İbni Rüşt görüşü. Atatürk Cumhuriyeti hariç diğer Müslüman ülkelerin çoğu İmam Gazali eleğini kullanmıştı ve olması gereken yerlere de vardılar. Türkiye Cumhuriyeti yakın zamana kadar İbni Rüşt eleğini kullanmaya çalıştı, eksiklikleri olsa bile çağdaş bir yaşamın temelleri atıldı. Ancak Türkiye’de çok iyi planlanmış kurnaz planlarla elek değiştirildi. Doğal olarak sonuçları hemen gözükmeyecektir; yabani otların yayılması gibi zaman alacaktır. Sonuç:
 Diğer Müslüman ülkelerde ne olduysa, bu kafayla giderse bize de aynı şey olacak. Akşam sabah kutsal yönlendirmeler ile yol haritası çizilen, düşünemeyen, yorum yapamayan, yenilik yaratamayan, her şeyi kutsal kitabının içinde arayan, çekişmeye, sürtüşmeye, yalana talana yatkın, doğru sandığı şeylerin yanlışlarının üzerine oturtulduğundan haberi olmayan, sömürüye açık, egemen güçlerle işbirliği içinde olan ve egemen güçlerin kirli işlerinin tetikçiliğini yapan bir halk kitlesi ile bu halkı dini söylemlerle, son zamanlarda demokrasi sözcükleri ile sömüren, ülkenin zenginliklerini talan eden ve ettiren, kazandıklarını yabancı bankalara yatıran, ikbalinin devamı için devletin kurumlarını –doğru olup olmasına bakmadan- istediği gibi düzenleyen, gücünü yandaş basından alıp, doğruyu yazan çizenlere baskı uygulayan bir yönetici ve idareci kesimi bu eleğin son iki ürünü olarak seçilirler.


MÜSLÜMAN KARDEŞLER'İN ESİNLENDİĞİ MEZHEBİ İSTANBUL'A HANGİ PADİŞAH GETİRDİ?
Bu coğrafyadaki insanların pek azı da olsa, yaklaşık bugün 30-35 ülkeye 400-600 yıl egemen olmuş bir imparatorluğun dünya insanlarının tümünün kullanabileceği bilimsel katkı, buluş, edebiyat ve sanat konusunda neden herhangi bir katkı yapamadığını merak edebilir. Hatta daha önce ilklerin gerçekleştiği bu coğrafyada mevcut olan yaratıcı gücü, sanatı, bilimsel atılımları yürütemediğini de merak edebilir.
Osmanlı, aslında ilk yıllarında dünya politikasına ve sanatına damgasını vuran, gelmiş geçmiş en bilgili, yetenekli ve yerine göre kurnaz devlet adamlarını barındıran Bizans İmparatorluğunun düşünürlerini, devlet adamlarını, sanatkârlarını dışlamadığı ve kendi bünyesine aldığı için büyük bir atılım yapmıştır. Her düşünceye, her inanca, her fikre gerekli serbestliği vermiş ve böylece tek tip insan yetiştirilmesinin önünü tıkamıştır. Ne zamana kadar? Yavuz Sultan Selim Mısır’ı gidip (4 Şubat 1517) oradan dünyanın gelmiş geçmiş en gerici ve tutucu, bağnaz mezhebi olan Aşarilerin 1000 kadar sözüm ona ulemasını (aslında mürtecisini) İstanbul’a getirip onlardan icazet almaya başlayıncaya kadar. Aşari mezhebi Sünniliğin ve Müslüman Kardeşler örgütünün de önemli ölçüde esinlendiği bir akımdır.
İnsanların yönlendirilmesinde dini kurallar adı altında çok güçlü, kimsenin itiraz edemediği, ettiğinde kellesinin gittiği yeni bir anlayış getirilmiştir. Bu mezhebin inancına göre Kuran’ın hiçbir harfi, hatta elifin üzerindeki esresi bile yoruma tabi tutulamaz, değiştirilemezdi. Dinde değişim, dönüşüm, yeniliklere ayak uydurma bu mezhebin görüşüne göre yasaklanmıştı. Osmanlının gelişmeye ve aydınlığa yürüyeceği yol bu gelenlerle birlikte tıkanmıştı. Ancak Bizans’tan edinilen bilgilerin oluşturduğu hız hemen kesilmedi Kanuni Sultan Süleyman zamanında da bir süre devam etti ve onun da basiretsiz kararlarıyla birlikte çöküşe geçildi. Genç Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar.
İmparatorluk döneminde, müspet bilimin, bilim adamlarının (kendini aydın zanneden birçok kişi din adamlarını da bilim adamlarının içine sokmaya çalışsa da bu yanlıştır) teşvik edildiği, perspektiften yoksun, insan yaratıcılığını körelten minyatür ve tezhip sanatından başka güzel sanatlara destek sağladığı, çoğunluğu birbirine benzeyen cami, ordunun geçmesi için köprü ve ticaretten vergi alınabilmesi için kervansaraydan, çocuklarının, paşalarının ve gözdelerinin oturması için yapılan köşklerden başka yapı sanatına da destek verdiği görülmemiştir.


BU ÜLKE OSMANLI'YA KADAR BİR HEYKEL BAHÇESİYDİ
Bunları yazdığım için at gözlüğünü bir türlü atamayan birçok kişi bana kızacaktır biliyorum. Ancak gerçeği görmek için dünyayı gezmeniz de gerekmez. Güney sahillerini, Ege sahillerini boydan boya, hatta Osmanlının Payitahtı İstanbul’u gezmeniz yeterli. Bu ülke Osmanlılara kadar bir heykel bahçesiydi, kütüphaneleri, tiyatroları, amfileri, su kemerleri, yağlı boya resimleri, freskleri, mozaikleri, şehircilik tasarımları ile dünya sanat ve edebiyat tarihinin başköşesine oturmuştu. Bugün onlarca milyar dolar kazandığımız turizm bile ya doğal kaynaklarımızı (deniz, jeolojik oluşum, yayla ve dağları) kullandırmadan ya da bu insanların bize bıraktıkları (çoğunu da koruyamadık, tahrip olmasına göz yumduk, birilerine hediye ettik vs) arkeolojik eserleri pazarlamayla elde ediliyor. Heykelin ve resmin yasaklandığı bir ülkeden ne olursa o oldu…


SİNSİ SİNSİ ELEĞİN GÖZÜNDEN SIZDILAR...
Kaynağını üretken kuşaklar yetiştirmeyen her toplum en sonunda ya yok olur ya da başkalarının kölesi olur. Türkiye 1946’lı yıllara kadar uygar ülkelerin eleğini kullanarak yaratıcı, dünyayla barışık, temel bilimlere yatkın, sanatı ve edebiyatı ötelemeyen, çağın modern kurumlarına sahip nesiller yetiştirmeyle işe başlamıştı; 1950 yıllarından sonra zor şer direğe astığımız daha önceki toplumun eleğini tekrar indirip, insanları, batının aydınlanma çağında bıraktığı yöntemlerle (Ortaçağ yöntemleriyle) tekrar yönlendirmeye ve seçmeye başladık. Fiziki olarak bazı ilerlemeler görülse de zihinsel geriye göç başlatılmıştı. İkinci bir Yavuz Sultan döneminin kapısı açılmıştı. Aynen yabani ot tohumları gibi birden bire uygun ortam bulamadılar; doğal olarak kendilerini gösteremediler; yavaş yavaş (sinsi sinsi) eleğin gözlerinden sızdılar; 1980 çimlenme zamanıydı; darbe onlara bu ortamı yeterince sağlamış; hatta bu öğretinin kökleşmesi için Anayasayla eğitimin zorunlu parçası bile olmuşlardı.
İnsanın atılım yapabilmesi için iki şeyi doğru kullanması gerekir. Birincisi zamanı, ikincisi kaynakları. Bu coğrafyanın insanı, inançlarımı yerine getiriyorum diye zamanını ve kaynaklarını önemli ölçüde tüketiyor. Bir saniyenin ve bir sentinin hesabını yapan rakiplerinizle bu durumda nasıl aynı hizaya geleceksiniz. Bunlar yetmezmiş gibi son zamanlarda çocuklarımızı da ilkokuldan başlayarak bu elekten etkin olarak geçirebilmek için gerekli yasal düzenlemeleri yaptık, hızla açılan bu öğretinin yaygınlaşmasına yönelik yeni okullarla alt yapıyı da büyük ölçüde tamamladık.


ACI SONUCU ÇOK DEĞİL ON YIL SONRA GÖRECEKSİNİZ
Demokratik açılım diye çağlar ötesinin giysilerini yeni bir kreasyon ile simgeleştirerek olmaması gereken yerlere sokmayı sosyal atılım olarak gösterdik. Bu simgelerle, bu örtülerle bir yere giden, saygın bir ülke göstermek olanak dışı olmamasına karşın, bunu çağdaş bir görüşün ürünü olarak sunduk; halkımızı da inandırdık. Zaman zaman kendimden kuşku duyuyorum; acaba benim diğer insanlardan farkım mı var; acaba ben dört gözlü müyüm diye? Her gün görsel basında kan gölüne dönen ülkelerin, fakirlikten inleyen coğrafyaların, canı pahasına başka ülkelere sığınmaya çalışan insanların doğdukları ve yaşadıkları sokaklara bakıyorum, bizim çağdaş demokrasinin örtüsü diye ısrarla takılmasını güvenceye almaya çalıştığımız örtülü insanlarla dolu. Aksini gösteren tek bir örnek yok. Bu, basit bir rastlantı mı? Aslında, bu örtüyü her yerde giyilebilmesini savunanların söylediği gibi, bu simge, bir politikacımızın mecliste parti rozetleri taşınıyorsa simge olarak türban niye taşınmasın biçimindeki anlamsız örneğinin ötesinde çok önemli bir şeyi de simgelemektedir: Bir düşünme tarzının, bir dünya görüşünün, evreni algılama biçiminin farklılığını ortaya gösteren bir simge olmuştur. Dünyaya yukarıdan baktığımızda, gericiliğin, akıl dışılığın, geri kalmışlığın, çatışmanın, uzlaşma kültürü yoksunluğunun, ahlaksızlığın, rüşvetin, cehaletin, dünya bilimine ve kültürüne bir şey koyamamanın simgesi olmuştur. Bir defa olsun doğru düşünmeyi deneyelim: Yukarıdaki tablolara eşlik eden örtü biçimi, dünyada nasıl bir izlenim yaratıyor? Bu kadar farklı coğrafyada ve nitelikleri bu kadar farklı olan ülkelerde bu örtü biçimiyle bu çağdışı davranışların bir arada bulunması gerçekten bir rastlantı mı? En az bir defa bu soruyu kendinize sorun. Bu örtüyü bu bakış açısından her yerde yaygınlaştırmaya çalışan zihniyetinin gerçekten bu ülkeye hizmet ettiğini mi düşünüyorsunuz? Ne olur bana bunun tersi olan bir örnek gösterin. Her ne kadar hepsi bacımız hepsi kardeşimiz deniyorsa da, çok yakında bu örtünün nasıl bir elek görevi yaptığını hep birlikte göreceğiz. Eğer aklımızı başımıza almaz isek, bir şeyleri irademizle ve çabalarımızla değiştiremezsek, eleğin ürünlerini çok değil birkaç 10 yıl sonra acı bir şekilde göreceksiniz…


BİNBİR HİLE VE DÜZENBAZLIKLA SON ELEME DE GERÇEKLEŞTİRİLDİ
Adı ister açılım olsun ister demokratikleşme olsun, Atatürk ve arkadaşlarının kurdukları bu bilim, sanat, uygarlık tarlasını, gericiler, ırkçılar, bölücüler, cumhuriyet düşmanları, kendine ikinci Osmanlılar diyenler istila etmeye başladılar. Aslında NATO, Avrupa Birliği, özellikle yöneticilerimizin seçilmeden önce ve sonra sırtını sıvazladıkları stratejik ortağımız (ABD), çoktan ayrık otu gibi, Atatürkçü, Kemalist ya da aydın geçinen insanlarımızın nemelazımcılığından, duyarsızlığından, beceriksizliğinden dolayı gizli gizli kanser hücresi gibi her kuruma sızmıştı. 1950 yıllarından bu yana bu ülkenin geleceğindeki zorlukları, tehlikeleri ve tuzakları gören çok sayıda insan bu sefer emperyalist akımın eleği ile önceleri komünist diye ve solcu diye hatta dinci ve tutucu olmasına karşın milli görüşle bu egemen güçlere karşı çıkanlar ayıklandı; daha sonra da demokrasiye darbe adı altında bin bir tuzak, düzenbazlık ve desise ile çeşitli adlar takılarak son eleme de gerçekleştirildi. Hepsinde de yansız yargı (!) yolu kullanıldı.
Yabani otları bir gün koparmaya kalkıştığınızda, bünyenizi ağ gibi saran bu ayrık otlarıyla karşılaşacaksınız. İşimiz zor, galiba bir daha Nutku okumamız gerekecek…"
Prof. Dr. Ali Demirsoy (Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Emekli Öğretim Üyesi)
Odatv.com
*Bin Yıllık Kavga-Merdan Yanardağ, Yurt Gazetesi




15 Mart 2015 Pazar

HEY ONBEŞLİ TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ -ÇANAKKALE-KINALI ALİ




HEY ONBEŞLİ TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ

KAH TOKAT  MERKEZ DE HEDİYE NİN DRAMI
KAH TOKAT ZİLE DE ONBEŞLİLERİN ASKERE GİDİŞİ İLE İLGİLİ YAKILAN BİR
TÜRKÜ OLDUĞU SÖYLENMEKTEDİR

BUNUN İÇİN İLGİLİ ADRES
http://www.zilesitesi.com/yazar-551-arsiv.html

Zile sitesinde Bekir Altındal 
yazısında  Zile türküleri  Tokat Sivas Amasya'ya mal ediliyor  .Zileden asker sevkiyatı Tokat yolu üzerinden yapılırdı o zamanlar Turhal küçük bir nahiye idi Tokata giden yola Tokat yolu denirdi bu yol taş döşeme bir şose idi.
Hediye Zile’de kimsesiz olarak yaşamış dilencilik yaparak hayatını devam etmiş Zile’de ölmüştür.

Hey onbeşli Türküsünü Zilede düğünlerde çalgıcılık yapan Bayburtlu  TIFAN isimli biri Zileden asker uğurlarken yakmıştır.İçinde Tokat geçtiği için Tokat a mal edilmiştir.

15 LİLERİN ASKERE ALINIŞI
Çanakkale Savaşı sırasında, İtilaf Devletlerinin Nisan 1915’ten itibaren kara çıkartmasına başlamalarıyla birlikte cephede takviye kuvvetlere ihtiyaç hâsıl olunca Sultan V. Mehmed Reşad 14 Mayıs 1331’de (27 Mayıs 1915) bir irade (emir) yayınlayarak, yukarıda sözünü ettiğimiz Askeri Mükellefiyet Kanunu’nda değişiklik yapmak ve lise talebelerini de cepheye çağırmak zorunda kalmıştı.

Sultan Reşad, yayınladığı iradede, Mükellefiyet Kanunu’nun 42. Maddesine ek olarak hazırlanan “kâtib-i sultaniye 10. sınıf müdaviminine mütedair (devam edenlere dair)” başlıklı fıkra hakkında şöyle geçici bir düzenleme yapma yoluna gitmişti:

“Madde 1: Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-u Muvakkatinin (geçici kanununun) 42. Maddesindeki fıkra atiye (geleceğe) tezyil (ertelenmiş) olunmuştur. Muayene-i intihaiye esnasında (muayene sonucunda) mekatib-i sultaniyenin (sultani mekteplerinin) onuncu sınıflarında bulunanlar da hizmet-i makzura (zikri edilen hizmet) hakkına nail olacaktır.”

Sultan V. Mehmed Reşad’ın iradesinden sonra Harbiye Nezareti de bir tebliğ yayınlayarak, 1314 (1896) doğumluların (yani 19 yaşındakilerin) henüz askerlik hizmetine çağrılmamışları ile 1315 (1897) doğumluların, bedenleri gelişmiş, harbe elverişli ve silah kullanmaya kabiliyetli olanlarından müsait bulunanların da kıtalara teslim olmalarını istemişti. Kaynakwh webhatti.com
Ekseriyeti 15 ila 19 yaşında olan bu genç bahadırların cepheye katılımları anısına Anadolu’da yakılan meşhur “Hey Onbeşli Onbeşli” adlı türküde de söz konusu durum çok acı ve dramatik bir dille anlatılmıştır. Burada sözü edilen “15’liler” 1315 doğumlulardır.

Yani 1 Haziran 1897 ile 22 Mayıs 1898 arasında doğan ve tam 18 yaşını doldurmuş olan gençlerdi. Türküde, bu 1315’li gençlerden şöyle bahsediliyordu:
Hey onbeşli türküsü bir oyun havası değil onbeşlilerin askere giderken geride bıraktıklarının hazin hikayesidir

HEY ONBEŞLİ TÜRKÜSÜNDE ADI GEÇEN TOKAT'LI HEDİYENİN DRAMI

 Taş döşeli dar yollardan şakırtılı at arabalarının gelip geçtiği demlerde,

Tokat bir dağ içindeyken
Gülü bardağ içindeyken
Yüzü kaleye bakan ahşap evlerden
birinin şenliğiydi Hediye

Adı gibi Haktan Hediye, üç eteği sırma işleme, başı Tokat işi yazmalı, yazmasının ucu pembe oyalı. Endamı fidandan narince, boyu gül ağacı misali küçücek, alımlı, edalı bir kızcağız. Tokat eşrafından kendi halinde bir ailenin evdeki tek çocuğu.

Kınalı Kazova üzümlerinin toplanıp pekmez yapıldığı, içi sırlı küplere asma yaprağı basıldığı aylarda Tahtoba köyünün saygın ailelerinden birinin oğlu Hüseyin görüverdi onu. Tenhada buluştular, iki gencin yüreciği birbirine ısındı. Çok geçmedi aradan, Tahtoba'dan dünürcüler geldi Hediye kızın evine. Köy ağası babanın biricik oğlu Hüseyin'e istediler onu. "Yaşı küçücek," dedi anası. "Baba ekmeği yemedi doyuncaya dek." Bekleyeceklerini söyledi oğlan tarafı. "Bizim oğlumuz da yeni yetme... Söz edelim, aht verelim, bekleyelim. Gül yanaklı Hediye bu yaz gelinimiz olur."

Tez büyür kuzu misali kız kısmı da, yuvadan kuş misali kanatlanıp tez uçanı makbuldür. Hele talibi Tahtoba'nın efendilerindense, bol haneye gelin gidecekse, anasının babasının adını saydıracaksa fırsat kaçırılmaz. "Oldu," dedi büyükleri. Hediye'nin ak ellerini bu bahar kınalayacaklardı. Madem insan evladıydı isteyen, hayır işte acele etmek en güzeliydi. Verdiler Hediye'yi bıyıkları yeni terlemiş Hüseyin'e. Şerbetini içtiler, sözünü kestiler. Tahtoba'nın ağası koçlar kurban etti, Hüseyin, endazesi on yedi kuruşa mor kadifeden fistanlık kumaş aldı Hediye'ye. İpek bürüğe bürüdüler genç kızı. Boynuna gümüş hamaylılar, alnına Hamidiye paralar taktılar. Nişan gecesi Tokat'ın kadınları toplandı kız evinde, bakır tepsilerin arkasını tıkırdatarak oynadılar.

Kış gelmeden yaprak küpleri basıldı, erik ezmeleri, tarhanalar, sebze kuruları, setikler, yarmalar hazırlandı. Bahar başında toplanıp yazıda kurutulmuş madımaklar çıkınlandı. Kasım yağmurları Yeşilırmak'ı coşturmadan tahtaları kararmış ahşap evlerin dış kapıları kapandı. Baba evinde artık misafir muamelesi gören Hediye çeyiz telaşına düştü. Kış boyu kafesli pencerenin önündeki sedirde oturup yoldan geçen herkesi "Belki Hüseyin'dir" ümidiyle süzerek küçük ellerinin ak parmaklarındaki iğne ile al yazmaları renk renk, çiçek çiçek oya ile çevirdi.

Kiraz ağaçları tomurcuğa dururken ürkütücü, korkutucu bir haber yayıldı ortalığa. Ateş düşmedik ocak bırakmayan seferberlik, memleketin her köşesinden yine delikanlıları istiyordu. Bu kez sıra yaşı on sekize yeni basmış delikanlılarda... Şehirden şehire, köyden köye haber uçuruldu. Sırtını kayalara dayamış Tokat da titredi bu havadisle. Bin üç yüz on beş doğumlular kışlada toplanacaklar. Karayağız Türkmen delikanlıları kalktı geldi, kara zıpkalı Karadeniz uşakları, ince yapılı dil bilmez Çerkes gençleri beşer onar gruplar halinde akın etti çevre köylerden. Kimini Çanakkale'ye yazdılar, kimini Filistin'e, Yemen'e. İllerini, köylerini bırakıp bilinmedik diyarlara doğru sürdüler atlarını. Kara tren vagonlarına doluştular. Gözü yaşlı duacı analarla sabırlı yavuklular kaldı geride. Ardından bir maşrapa su döktükleri delikanlıları için yanaklarından süzülen gözyaşlarını yazmalarının ucundaki gül oyalarına sildiler. Geride kalan kalbi kırık yavuklular içlerindeki yangını türkü yaptı, on sekizlik yiğitlerin ardından ağlayarak söylediler.

Hey on beşli, on beşli
Tokat yolları taşlı
On beşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı

Tahtoba köyünden bölüğe çağrılan gençlerin arasında Bey oğlu Hüseyin de vardı. Al atını topuklayıp ayrıldı köyünden yaşıtlarıyla birlikte. Tokat'ta, Örtmeli önü'ndeki kararmış tahtalarla kaplı evciğin kapısını çaldı önce. Sözlüsünün ana babasının elini öptü. Göz ucuyla baktı utançtan yüzü kızaran Hediye'ye "Vatan borcunu ödeme zamanı, sağlıcakla kalın. Dua edin çocuklarınız için. Döner gelirsem, ahdimdeyim, çift davullar çaldırıp toy yaparım" dedi onlara. Sonra helallik dileyip ayrıldı Hediye'nin evinden. Başını çevirip tekrar tekrar ardına bakarak sürdü atını.

Gidiyom gidemiyom
Seni terk edemiyom
Sevdiğim pek küçücek
Koyup da gidemiyom

Boynunu büküp asker yolu bekleyen bir sürü genç kızdan biriydi artık Hediye. Her gece dua ederek baş koyduğu yastığını sabaha kadar gözyaşlarıyla ıslattı. Günleri saya saya, aylar sonra yerine varabilen sarı zarfların içinden bir hayır haber alma ümidiyle bekleyerek geçirdi mevsimleri. Hasretini nakış nakış döktü iğne oyalarına, dantel perdelere, kilim tezgahlarında dokunan cecimlere. Tokat'ın çıplak dağlarını bembeyaz karlar örttü önce, sonra karlar çağıl çağıl eridi, kuru ağaçlar canlandı, tomurcuklandı, yapraklandı. Asmalar gözyaşı gibi salkım salkım üzümlendi. Kah Batmantaş Köyü'ne bir ateş koru gibi kara haber düştü, kah Yatmış'a, kah Hanpınarı'na... Salavatlarla uğurladıkları delikanlılarının toprağa düştüğü haberini alan kara bahtlı analar, kara çatkılı yavuklular, dul kalan tazeler maşrapalarla su döküp ıslattıkları kapı önlerini gözyaşlarıyla ıslattılar.

Memlekette yangın düşmedik ocak kalmadı.

Eli yüreğinde uyandı her sabah Hediye. Komşu kadınlara rüyalarını tabir ettirdi. Mahzun mahzun yollara bakıp bir haber bekledi kara yağız Hüseyin'inden. Uçup giden turnalardan haber umdu. Sabah esen serin rüzgara selam asıp yolladı.

Çok mu uzaktı bu Yemen dedikleri yer?

Şu çıplak dağların ardına gitse bulur muydu yarini?

Buluverse al kanlı yarelerini sarar mıydı pembe çevirmeli ipek mendiliyle?

Gece gündüz binbir kuruntuyla içi içini yedi. Bir o değil, koca Anadolu'nun anaları, yavukluları vakti belirsiz bir dönüşün ümidiyle dua edip bekliyordu. Bekleyiş derde dönüştü. Gelen her şehadet haberiyle kavuşma ümidi biraz daha kırıldı. Analar, askere gitmiş babalarını soran bebelerine "Az kaldı dönecek" derken ciğerleri sızım sızım sızılar oldu.

Seneler geçiverdi yüzlerde çizgi bırakarak. Yiğitsiz kalmış evleri bekleyen köpekler yabancıya ürümez olmuştu artık. Dağlarda eşkıyalar peydahlandı. Asker kaçakları, arsızlar, hırsızlar kol gezmeye başladı ortalıkta. Bir gün falanca köyden baskın haberi geldi, bir gün filanca köyden. Ansızın uğratmışlar evleri. Para eder her şeyi toplamışlar, cepheye gitmiş yiğidinin yasını tutan taze gelinleri dağa kaldırmışlar, ıssıza çökertmişler. Hükümet baş edemiyormuş artık onlarla. Şehirlerde kasabalarda kimse kimsenin selamını almaz olmuş. Güven diye bir şey kalmamış.

Hediye'nin anasıyla babası yanlarına çağırdı kızlarını. Utana sıkıla açtılar endişelerini ona.

"-Kara yazgılı kızım, bilirim beklediğin var ama işte seneler geçti. Dört kış, dört yaz bitti bir haber yok Tahtobalı Hüseyin'den. Böyle susup beklemekle olmaz. Haberini alıyoruz, nice yiğitler de şehit oldukları halde evlerine haber uçurulmazmış. Kim gitti de geri geldi ki bu Yemen denilen ilden? Devletimiz her gün il il geri çekilirmiş. Askerden hayır haber beklemenin manası yok. Biz artık kocadık, sana sahip çıkamayız, namusundan endişeliyiz. Yazma ustası Emin Efendi sana talip oluyor. Erkeğin yaşlısı olmaz. Emin Efendi zengin bir tüccardır. Oğlu uşağı yok, koca evde bir fidai başın olacak. Biz gitmenden yanayız. Git evini ocağını kur. Yuvanı bil sen de. Dönüp dönmeyeceği bilinmeyen bir yavukluyu beklemekle olmaz."

Bahtsız Hediye yaşın yaşın ağlayarak çıkardı parmağındaki söz yüzüğünü. Ana babasının isteğine olmaz diyecek kız yoktu ya o zamanlar, kötü yazgısını kabullenip oturdu Hediye. Birkaç hafta sonra sessiz bir törenle Dimorta Hanı'nda yazmacılık yapan altmışına gelmiş Emin Efendiyle nikahladılar onu. Son güne kadar Hüseyin'in döndü haberini alma ümidiyle bekledi kızcağız. Türküler mırıldanıp pencere kafeslerinin önünde ağladı, ağladı.

Gidiyom işte ben de
Bir arzum kaldı sende
Ayva oldum sarardım
Din iman yok mu sende

Çifte davullu toy hayallerine yandı Hediye. Gelin kınası görmemiş küçücük elleriyle sildi gözyaşlarını. Yüzünü birkaç kez görüp yüreğine nakşettiği Hüseyin'in yasını tutmasına fırsat olmadan, sırma işlemeli al bindallı giymeden gelin olup Emin Efendi'nin evine girdi.

Rengarenk Tokat bezlerine tahta kalıplarla desen vuran yazma ustalarındandı Emin Efendi. Uzun beyaz sakallı, yün papaklı, vaktinden önce çökmüş bir koca esnaftı. Yamrı yumru elleriyle yazmaları desenledikten sonra Meydan Camisinde namazını eda etmeden evine gelmeyen bir yalnız adam... Önceki evliliğinden olan çocuklarının her birinin şehitlik haberi gelmişti çeşitli cephelerden. Değil Hediye kızın tazeliğini, dünyayı armağan etseler içinde ölen yaşama sevinci dirilesi değildi.

Hediye kız bu kocamış erin evinde vakitsiz ayazlarla çiçekleri dökülmüş bir kiraz ağacı gibi mahzun ve kederli Hediye kadın olup çıkıverdi.

"Hayalde gör, düşte gör hele bir de düş de gör" demiş ya eskiler. İnsanın işi bir kez ters gitmeye görsün, nasıl da yağar başına belalar yağmur misali. Yüzünü güzel yaratmıştı Mevla ama talihi kötüydü Hediye kızın. Yaşlı da olsa kadrini kıymetini bilen, başına kapak olan, namusuna sahip çıkan erini Azrail alıp götürdü çok geçmeden. Daha evleneli bir yıl olmadan dul kaldı Hediyecik.
Aniden uçuverdi Emin Efendi.

Bir öğle üzeri kapıyı çalan kalıpçı çırağı "Yenge, Emin Emmi öldü!" diye haber getirdiği zaman felaketi bir çığlıkla karşıladı. Tokat'ın örfüydü ya, cenazeyi hemen hazırlayıp bekletmeden defnettiler.

Vakitsiz açılan güllere döndü Hediye. Tazecik yüzünü zamansız soldurdu kötü kaderi. Şad olup gülmeden yas bağladı, gelinlik giymeden dul kaldı. Çiçek açmadan hazan olmuş dallar misali, yeşillerden allardan soyunup karalara büründü. Tokat'ın orta yerinde Yeşilırmak çağıl çağıl akarken, Hediye kadın gözyaşı akıtıp oturdu köşesinde.

Ölüm acısı geçip yasını unutmadan yalnızlıkla başbaşa kaldı bahtsız kız. Emin Efendi'nin malının mülkünün idare edilmesi gerekliydi. Yaşlı adamın bıraktığı çarkı tek başına çevirmeliydi. Yuvasını bırakıp baba vine dönse evini ocağını ne yapacak? İyi kötü benimsemişti yeni hayatını. Hem baba evine sığmadığı için evlendirmemişler miydi onu. Kocasından kalan malın mülkün icarıyla geçinip giderdi. İbadet edip ölümü beklemekti bundan sonra ona düşen.

Ne Haktan, ne hükümetten korkusu kalmamış azgın çeteler koymadı Hediye'yi yasıyla başbaşa. Şehrin kıyısında kocaman bir konakta tek başına yaşayan bu taze dulda çokça para olmalıydı. Hem kimi kimsesi yok. Koruyanı, sahip çıkanı bulunmayan bu kadıncağızın malına mülküne el koymak kolaydı.

Ay karanlık bir gecede koca evin çift kanatlı kapısının önüne vardılar. Bakır kapı tokmağını tıklattılar yavaşça. Masum kadın kapıyı açmaya korkunca omuzladılar hep beraber. İçeri daldılar azgın kurt misali. Sepet sandık dağıttılar, feryadına kulak vermeyip sırtladılar Hediye'yi. Hoyrat eller dağdan dağa dolaştırdı onu. Zorla sahip oldular, kirli elleriyle birbirlerine sundular, kalaylı siniler üzerine çıkartıp el çırparak oynattılar. Nice zaman sonra gönülleri geçti kızdan. Bastıkları başka köylerden başka talihsiz tazeleri görünce bir sabah atın arkasına atıp Tokat'a getirdiler onu. Tan yeri kırmızı bir utanç içindeyken Takyeciler Camii'nde sabah namazından çıkan yaşlılar kaldırıma düşmüş bir kız buldular. Üstü başı yırtılmış ağlayan biçarenin başına toplanıp konuştular da biri el uzatıp "kalk" demedi.

Tokat yolu kaldırım
Düştüm beni kaldırın
Sevdiğimin uğruna
Vurun beni öldürün

Yazmacı Emin Efendi'nin hanımı Hediye'nin adı kötü kadına çıktı gayri.

Yemen'den Çanakkale'ye nice kez ciğer delici kurşunlara uğrayıp ihaneti, zulümeti, açlığı, hastalığı yaşayıp da geri dönen olur mu?

Hak Teala kulun alnına ölümü yazmayınca olur işte.

Gözü yaşlı Anadolu'nun "Giden gelmiyor" diye türküler yaktığı cephelerde kah vuruşarak, kah esir düşerek seneler geçiren Hüseyin dağın taşın çiçeğe büründüğü bir bahar başında çıkıp geliverdi memleketine. Tahtoba'dan savaşa yollanmış bin üç yüz on beş doğumlu yirmi delikanlıdan bir o sağ kalmıştı. Yüzü yaylaya bakan, içinden boz bulanık seller akan köyün girişinde madımak toplamaya koyulmuş tazeler tanıyamadı gelen bu hırpani kılıklı adamı. Köpekler seğirtti üzerine. Köyün yamacında durup dağa taşa ünledi sesinin yettiğince. "Benim ben. Memleket aşırı diyarlarda vuruşmaya gönderdiğiniz Hüseyin'im ben. Hak alnıma yaşa yazmış, kaderde size kavuşmak varmış, döndüm... Emmi dayı kızları, yad el değil bu gelen. Bey oğlu Hüseyin'im ben." Köyün genci yaşlısı kuşattı çevresini, boynuna boğazına sarılıp ağlaştılar. Ardına düşüp eve götürdüler onu. Yolun otu çiçeği sarıldı yorgun ayaklarına. Ağsı vayla sıvanmış bahçe duvarının önünde yabancı bir erkeği görünce yaşmaklanacak oldu Hüseyin'in anası. Sonra sekiz yıldır ağlaya ağlaya ferini tükettiği gözlerinden çok yüreğiyle tanıdı oğlunu. Kollarını açıp "oğlum" diye öyle bir inledi ki dağ taş yankıya durdu. Tahtoba köyü şenliğe başladı o gün. Savaşa yolladıkları yirmi civanın yerine geriye dönen bu bitkin genç için toy vuruldu, düğün kuruldu, kurbanlar kesildi. Anası başındaki kahır kasnağını çıkardı, bacıları al güllü elbiseler giydi, duyup öğrenen herkes görmeye geldi.

Seferberliğe giden de geri gelirmiş demek.

Bekledi Hüseyin. Susup bekledi birilerinin Hediye'den bahsetmesini. Ne anası, ne bacısı adını anmadı gelinlerinin. "Yoksa ahdini bozup kocaya mı verdiler sözlümü?" diye bir kuruntu zihnini yakıp geçti. Olamazdı ama, söz vardı ortada. Hem ailesi verecek olsa da yavuklusu çiğnemezdi yar hatırını. Dayanamadı, töreyi bozup sordu sonunda.

-Ana, Hediye'm nasıl?

Gözlerini oğlundan kaçırıp başını iki yana salladı anası. Birilerine ilenerek döğündü.

-Hediye'yi sorma oğul. Kız kısmı bunca sene durur mu? Uçurdular yuvadan, alıcı kuşlar kaptı onu.

Anlayamadı Hüseyin. Nişan yapıp, şerbet içip söz vermişti Hediye'nin ana babası, nasıl uçururlardı yuvadan. Anasının ağzından daha fazla laf alamayacağını anladı. Üzerine fazlaca gidemedi ama binbir türlü kuruntuyla geçirdi geceyi. İçi içini yedi sabaha kadar. Memleketini bıraktığı gibi bulmuştu da insanlar ne denli değişmiş, ne denli kocamış ve eksilmişlerdi.

Sabah Tokat'a giden bir at arabasına binip Örtmeliönü'ndeki ahşap eve geldi. Kalbi pıtır pıtır atarak sekiz yıldır kavuşmayı düşlediği yavuklusunun evini seyretti uzaktan. İşte bir çok şey bıraktığı gibi duruyor. Gözeler şarıldıyor yol ortasındaki arktan. Hediye'nin bahçesindeki kirazlar da çiçek açmış. Evin kafesli penceresinden yavuklusu onu seyrediyordur belki de. Siyah perçemleri lal yanağını gölgeliyordur. Öyleyse ne demek istemişti anası? Bakır kapı halkasını vurdu elleri titreyerek, içerde ses soluk yok, bir daha denedi, yine cevap veren olmadı. Geri çekilip pencerelere baktı, kimsecikler görünmüyordu.

Karşı evin önünde kendisini seyreden bir adama sordu.

-Evdekiler nerede?

-O evdekiler buradan ayrılalı çok oluyor.

-Nereye gittiler ki?

-Geyras'ta bir çiftliğe...

-Ya Hediye?

-Hediye'ye ne olduğunu bilmeyen mi var Tokat'ta. Kötü yola düştüydü yosma. El elinde eğlence olduydu. Laf söz ettiler çevreden. Gözümle görmedim ama birileri alıp götürüyormuş bazan. Ana babası utancından terk etti buraları zaten. Hediye de alıp başını gitti. Dedikoduya dayanamadı dediler. Hatta giderken söylediği mani kızların dilinde.

Gidiyom elinizden
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden

Can alıcı kurşunlara uğradığında bu kadar yıkılmamıştı Hüseyin. "Er başına iş gelir" demiş ya atalar. Böylesi iş de gelirmiş demek. Eli ayağı kesiliverirmiş insanın, yıldırım çarpmışçasına yanarmış demek.

Karşısındaki adamın anlattıklarını duymuyordu artık. Sekiz yıldır yüreğinde muhabbetini sakladığı, uğrun uğrun hasretini çektiği yavuklusunun sesi kulaklarında çınlıyordu. Savaşa giderken vedalaşmaya geldiğinde pencerede beliren gölgesiyle hatırlıyordu onu. Cephede üzerine top mermisi düşüp parçalanan dostları geldi gözlerinin önüne. O mahşerin içindeyken bile ölümü istemeyen delikanlı böyle bir haberle ölüden beter hale gelirmiş demek.

-Ah dönmez olaydım sılaya. Başımın üzerinde vızlayan kurşunlardan biri yüreğimi parçalasaydı keşke. Canlı canlı kumlara gömülen dostlarımın içinde ben de olaydım. Geri dönmeye sevinmek ne gafletmiş meğer, diye inledi.

Ardını döndü konuştuğu adama. Yedi düvel düşmanın yıkamadığı yiğit, omuzları düşmüş bir şekilde döndü köyüne.

Aslan yarim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi on yediye
Az mı geldi gönderdiğim hediye

Bundan böyle Hüseyin'e bahtsız yiğit dediler. "Sevdiceği hoyrat ellerde dolaşırmış, yarine haram olmuş" dediler. Örtmeliönü'nün nazlı güzeli, yüzü hiç gülmeyen bir kadın olmuş. Sekiz yıldır hasretini çeken yavuklusu kan kusar olmuş da yabanın destursuzu safasını sürermiş.

Aldı başını gitti Hüseyin. Hediye gibi onun da nereye gittiğini bilen çıkmadı.

Suyun kayayı yeşerttiği yerde durur Tokat.

Al başını gez sokak sokak. Bu unutkan şehrin kararmış, köhne hamamlarını, kırk badalını, saathane meydanını, kayalara oyulmuş kalesini, semercilerini, bakırcılarını, saraçlarını dolaş. Su sesine, taze ekmek kokusuna bırak kendini. Yüzünde günah izi olmayan ak yazmalı nineleri seyret. Hediye kızın hikayesini sor onlara.

Neden Tokat'tan yar sevenin yüreği yağ içindedir? Yeşil baş ördekler neden su içmez pırıltılı derelerden?

Bereketli elleriyle kızgın saç üzerinde çökelekli gözleme yapan reyhan kokulu Türkmen kadınları bir türkü mırıldanır ki nağmesini duyan, içi gençlik dolu bir kızın mutluluk bestesi sanır onu. Bilinmez ki dünyanın yedi köşesinde gök ekin misali tutam tutam biçilen Anadolu evlatlarının yasıdır bu türküde anlatılan. Çok değil iki nesil önce al fistanlı bir yosma, çakır gözlerinden akan kanlı yaşı gelin kınası görmemiş elinin tersiyle silip söylerdi bu türküyü. Irmaklar gibi çağıl çağıl ağlardı söylerken. O da kayıplara karıştı Tokat'ın yitirdiği yağız yiğitlerle beraber. Hediye, Haç Dağı'nda yatan kırk kızlar kadar meçhul artık.

-Üfleme ateşi sönmüş külleri oğul. Kabuk bağlamış yaraları kakşatma. Sus, bilen olmasın Hediye'nin hikayesini. İçleri kıpır kıpır olarak ünlesin kızlar. Varsın onu bir cilveli yosmanın türküsü sansınlar. Hangi yarayı sarmadı zaman, hangi gözyaşı kurumadı toprağa düşünce? Yitirdiğimiz hangi canın yası bizimle kaldı ki? Kapat bu bahsi balam, ört kimsenin bilmediği ayıbı. Hediye namuslu bir kadındı.

Cepheden dönen Hüseyin bir daha yavuklusunun yüzünü görebildi mi? Gördü ise nerede karşılaştılar ve savaşın kolsuz kanatsız bıraktığı bu insanların yaşamında bundan sonra ne oldu? Bütün bunları bilmiyoruz yahut bildiklerimizi söylememek belki en iyisi. Türkülerde bilmemiz gereken kadarı söylenir zaten. Şurası kesin ki onların kara bahtını Tokat'ın ipek bürüklere bürünmüş fidanlara benzeyen kızları türkü yapıp söyledi. Tarihler yazmadı savaşa giden gençlerin geride bıraktığı yüreği yaralı kızların acısını. Onların hatırasını yaşatacak anıtlar dikilmedi hiç bir yere. Kara sevdalı gençlerin her biri yaşadı, kocadı, dünyayı terk etti ama halkın hafızası o felaket günlerinde solup gitmiş gülleri canlı tuttu. O gün bu gündür Tokatlı bir güzele vurulana derler ki;

Tokat bir dağ içinde
Gülü bardağ içinde
Tokat'tan yar sevenin
Yüreği yağ içinde

Kaynak: Türkü Öyküleri - Hulusi Üstün, Pozitif Yayıncılık, İstanbul 2003
http://www.turkudostlari.net/hikaye.asp?turku=603