16 Eylül 2019 Pazartesi

OSMANLININ SURIYE VE LÜBNANDA TERÖRÜ

OSMANLININ SURIYE VE LÜBNANDA TERÖRÜ

Osmanlı, Lübnan ve Suriye’de terör estirdi mi?

Aleviler (diğer adıyla Nusayriler) dağdan şehre inemiyorlardı. İndiklerinde kendilerine özgü sarıkları, puşileri veya benzeri giysileri Sünni kesimin fanatikleri tarafından ateşe veriliyordu. Bazen başları veya boyunları yanabiliyordu.
Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn, 1 Eyül’de Lübnan Devleti’nin kuruluşunun 100’üncü yıl dönümü dolayısıyla Osmanlı’nın, Birinci Dünya Savaşı sırasında ülkesinde “devlet terörü” estirmesi yüzünden kıtlık ve angarya sonucu yüz binlerce insanın mahvolduğunu söyledi.
Anadolu Ajansı, Türkiye’ye sempati duyan Lübnanlı tarihçi Prof. Dr. Halid el Cundi, Lübnan Müslüman Âlimler Birliği ve Lübnan Türk Kültür Derneği yetkililerinin görüşünü alarak, Cumhurbaşkanı Avn’ın eleştirel tutumuna karşı bir haber-yorum yayınladı. (1 Eylül 2019 tarihli bülten.) Ayrıca AKP Sözcüsü Ömer Çelik, Osmanlı’nın o tarihlerde “terör uygulamadığını” iddia ederek hem Avn’a uyarı niteliğinde bir cevap verdi hem de kendisinin sömürge yanlısı olduğunu ima etti. AKP yanlısı basın da, “Avn’ın sözlerini kasıtlı bularak, “Osmanlı’ya çirkin iftira” (Sabah, 1 Eylül) tarzında manşet haber yaptı.

YAVUZ SULTAN SELİM’İN HALEP FERMANI
Bakalım: Timur, askeri seferi sırasında Suriye’ye de uğramıştır. Halep Kalesi’ni fethettikten sonra kaldığı günlerden birinde, şehrin Sünni din âlimlerini (çoğulu ulema yani din bilginleri) toplayıp huzuruna çağırmış. Onlara, Hz. Ali ile Muaviye meselesinin yanı sıra Kerbela Faciası hakkındaki görüşlerini sormuş. Sünni ulema, ister istemez kendi mezhebinin bakış açısına uygun cevaplarla konuyu gerekçelendirmek istemiş ama Timur, onlara kızıp azarlamış, muhtemelen cezalandırmış. Gerekçelerine ikna olmamış. Çünkü kendisi Ehlibeyt yanlısı bir tutum takınmış. En azından Muaviye’nin Hz. Ali ve evlatlarına haksızlık yaptığını açıkça söylemiş. ( “Timur Alevi mi, Sünni mi, Şii mi?” Atatürkçü Türkçü Sitesi, 6 Ocak 2018)
Timur’la yaşanan Halep’teki o olay üzerine, Sünni kesim arasında büyük bir hoşnutsuzluk belirmiş. Osmanlı ordusu, Mısır seferiyle bağlantılı olarak Halep civarındaki Mercidabık’ta Mısır ordusuyla savaşa tutuştu. Yavuz Sultan Selim’in karşısında Mısır Sultanı (muhtemelen Çerkes asıllı) Muhammed Kansu Gavrî vardı. “Savaşın sonunda Mısır askerleri yenildi ve Sultan Gavrî, Alevi illerine kaçarak dağda gözden kayboldu (onun aşiretine bugün ‘Mehârize’ denmektedir). Sultan Selim, Alevilerin yoğun olduğu Halep şehrine girdi. Bu fırsattan yararlanan Sünni kesimlerden kimi ileri gelenler, Sultan Selim’e gidip Aksak Timur zamanında Halep ve Şam’da Sünnilere yönelik katliamın sebebi olarak Alevileri gösterdiler. Onları şikâyet ettiler. Aslında Yavuz, Mısır’a doğru ilerlerken, kendisini arkasından vuracak kitlesel bir güç, kuvvet istemiyordu. Bu yüzden Alevilerin katledilmesini mezhepsel, siyasal ve askeri açından münasip gördü. Halep’teki bütün ümerâ (emirler, beyler) ve şeyhleri topladı. Alevi ümerâ, mukaddemler (ileri gelenler) ve şeyhler her yerden geldiler… Sultan Selim, (Sünni ulemadan) aldığı fetvaya dayanarak hepsini öldürttü… Ardından diğer Alevilerin din adına katledilmesini emretti!..”
(Rivayete göre-F.B.) Yavuz Selim, “Yarım milyon kadar Türkmen boyunu farklı diyarlardan getirterek Suriye’nin sahil şeridine yerleştirdi. O zamanın Osmanlı siyaset dilinde batı Suriye kıyı şeridi dağlarına kaçan Arap Alevilere ‘sürek’ adını takmışlardı ki, sürgün edilenler, sürülenler (sürek avı: Atlıların avını önüne katarak kovalaması olayı yöre halkı arasında Arapça Sûrâk/Sevarik diye bilinir) anlamına geliyordu.”
“Bu ve benzeri fetvaların Irak’ta yansımaları oldu. Bağdat Rusefa Sünnileri, Kerh bölgesindeki Şiilere saldırarak Alevilerin mallarını yağmalamış, kadınlarını esir almış, büyükleri öldürmüştü.” (27.11.2015 11:50 maximus decimus meridius. Aynı konu başlığı için ayrıca bakınız: Arap Aleviliği sitesi, 7 Nisan 2013.)
Yukarıdaki yorum abartılı ve tartışmaya açık olabilir. Ancak katletme ve tehcir olayını, BBC gibi ciddi bir kaynak teyit ediyor. BBC Radio 4 için hazırlanan programın yapımcısı Damian Quinn, sunucusu Owen Bennet Jone tarafından hazırlanan ve Çağıl Kasapoğlu’nun Türkçeye uyarladığı haber-yorumda şu ibareler yer alıyor: “Aleviler, Osmanlı İmparatorluğu döneminde gördükleri zulüm nedeniyle yıllar boyu kendilerini toplumun dışında tuttu. Yavuz Sultan Selim idaresinde, 15’inci yüzyıl Osmanlı döneminde Alevi din adamlarına Halep’te tuzak kurulduğu ve başları kesilerek öldürüldükleri de Alevi toplumunda zulümlere verilen örneklerden sayılıyor. Akdeniz kıyılarında Lübnan ve Suriye sınırı ile Türkiye’nin güneyine çekilen Aleviler, güçlü Sünni komşularından uzak, yıllar boyu ‘göze batmaktan’, dikkat çekmekten sakınan bir toplum oldu. London School of Economics Üniversitesi Orta Doğu Programı Direktörü Prof. Fawaz Gerges, temeli yüzyıllar öncesine dayanan ‘zulüm ve baskının’ hâlâ Alevi toplumunun üzerinde etkin olduğu görüşünde.” (BBC News Türkçe web sitesi, “Suriye Alevileri: Katliamdan İktidara”, 14 Mart 2013)
Bu sürek avı, Osmanlı’nın son iki yüz yılında Arap Alevilerini kuşatma ve tecrit politikasına dönüştü. Örneğin Aleviler (diğer adıyla Nusayriler) dağdan şehre inemiyorlardı. İndiklerinde kendilerine özgü sarıkları, puşileri veya benzeri giysileri Sünni kesimin fanatikleri tarafından ateşe veriliyordu. Bazen başları veya boyunları yanabiliyordu. Keza dinden imandan çıkmış kâfirler muamelesi gören Arap Alevilerine Kuran satılmıyordu. Onlar, almak istedikleri zaman Hıristiyan din adamlarına sipariş vererek elde edebiliyorlardı (Faik Bulut, Ortadoğu’nun Solan Renkleri” isimli kitabı)
Osmanlı’nın nasıl devlet terörü uyguladığının ilk örneği budur. Gelelim ikinci örneğe, yani Cezzar Ahmed Paşa olayına,

CEZZAR AHMED PAŞA’NIN KESKİN KILICI
Osmanlı’nın Mısır, Suudi Arabistan ve Şam Eyaleti bölgelerindeki en namlı ve belalı görevlisi Cezzar Ahmet Paşa’dır. Her yörede farklı çatışmalara katılmış gözü kara bir paşadır. Biz, onun katliamla biten olaylarına ışık tutalım: Cezzar Ahmed, Mısır Kahire şeyhülbeledi (yöre yöneticisi, mıntıka beyi) Bulutkapan Ali Bey’in nüfuzlu adamlarından Buhayre kâşifi (sancak beyi) Abdullah Bey’in hizmetine girdi. Onun Hunadi urbânına karşı yaptığı seferde öldürülmesi üzerine Mısır’da bağımsız bir idare kurmaya çalışan Ali Bey tarafından Buhayre kâşifliğine getirildi. Bazı kaynaklara göre; Cezzar Ahmed Paşa, Hunadi urbânı ile yaptığı savaşlarda Abdullah Bey’in (1758 yılında) katledilmesine misilleme olarak 70 kişiyi develeriyle birlikte öldürdüğü için kendisine “deve kasabı” anlamına gelen “Cezzâr” lakabı verildi. Bulutkapan Ali Bey, Cezzar Ahmet Paşa’nın isyanı bastırmadaki cesaretini beğenip kendisini beyleri arasına dâhil etti. “Bu lakaptan gocunmuyor musun” diye sorulduğunda, Ahmed Paşa hep aynı cevabı vermiştir: “Abdullah Bey gibi bir adamın intikamını aldığım için bana Cezzar diyorlarsa, bu benim için şereftir.” Ayrıca bu lakabın, korku ile karışık takdir hislerini belirtmek için kendisine halk tarafından verildiği, çok önceden beri bu şekilde anıldığı, hatta düşmanlarını sindirmek, askerî meziyetlerini ifade etmek ve kendi adamları üzerindeki otoritesini yerleştirmek için özellikle bu lakabı kullandığı da ileri sürülür…
Daha sonra Şam Valisi Osman Paşa’ya kapılanan Cezzar Ahmed, o sıralar Zahir Ömer, Zeydan ve Şahap gibi yörenin köklü ailelerinin Suriye’de ayaklanarak devletin başına dert açması üzerine, 1775-76 yılında ayaklanmayı bastırma görevini üstlendi. 1775’te Zahir Ömer’in bertaraf edilmesinden sonra da vezirlik rütbesiyle Sayda Valiliği’ne getirildi… Boşnaklar, Arnavutlar ve Kuzey Afrikalılardan teşkil ettiği Memlükleriyle (Kölemenler) güçlü bir askerî kuvvet kuran Cezzar bölgedeki âsi (isyancı) urbân (Bedevi) ve aşiretlerle mücadeleye başladı; uyguladığı sert tedbirlerle onları iyice sindirdi…

CEMAL PAŞA’NIN LAKABI, “SEFFAH” (KAN DÖKÜCÜ) İDİ
Gelelim üçüncü örnek olaya; Arap aydınlanması ve milli uyanışına (el Nahda) eşlik eden Osmanlı yönetimine yönelik yüksek sesli ve örgütlü itirazlar, Lübnan ile Şam’da ortaya çıktı. Osmanlı yönetimi aleyhine ilk yazılı belge niteliğindeki bildiri, bir grup Suriyeli tarafından yayınlanmıştır. Suriye Arap Cemiyeti adına kamuoyuna açıklanan bildiride, dönemin Osmanlı yönetimin çok sert eleştiri ve yer yer yöneticilere hakaret yer alıyordu…
Asıl konumuza dönelim: Batı kaynaklı olup Osmanlı hükmü altında yaşayan hemen bütün milletleri (Yunan, Bulgar, Arnavut, Arap, Türk, Kürt, Ermeni vs) etkileyen milliyetçi düşüncenin o zamanki Arap dünyasında, özellikle Mısır, Suriye, Lübnan ve Filistin’de nasıl uç verdiği noktasına dair örnekler verelim. Popüler tarih konusundaki yazılarıyla tanınan gazeteci Murat Bardakçı’nın iki makalesinden bilgileri derleyip harmanlayarak alıyoruz: “Mısır’a sürgün edilmiş veya gitmiş Suriyeli bir kesim, 1912’de başkent Kahire’de el Le Merkeziye (Ademi Merkeziyetçilik) adıyla bir dernek kurmuştu. Bu kuruluşun sonradan oluşturulan şubesinin adı Cemiyet-u Suriyet-ul Arabiye (Suriye Arap Derneği) idi. Malum dernekte, Arap aydınları çoğunluktaydı.
O dönemde Şam Eyaleti’nin yöneten zat, Birinci Dünya Savaşı sırasında Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa idi. Kendisi, İttihat ve Terakki Partisi’nin (veya Cemiyeti) üçlü (Enver, Talat ve Cemal) paşasından biriydi. Cemal Paşa, sorumlu olduğu eyaleti, bağımsız bir hükümdar gibi idare ediyordu. Önceleri Arap milliyetçi ayrılıkçılığını görmezden gelen paşa, dünya savaşının ilanından sonra İngiltere ile Fransa’nın Beyrut’ta boşalttığı konsolosluk binalarında arama yaptırdı ve buralarda Arap derneklerine/kuruluşlarına ait çok sayıda belge ele geçirdi. Belgelere göre, Arap halklarının bağımsızlığı için faaliyet gösteren örgütlerin başında yukarıda anılan Suriye Arap Cemiyeti (SAC) geliyordu. SAC, 1915’te kaleme alınmış ve Suriye halkına hitaben yazılmış bir bildiriyi hazırlayıp dağıtmıştı. Bildiride özetle şöyle denmekteydi: “Ey Arap milleti! Ey Arap milletinin mebusları (milletvekilleri), gençleri, Doğu’nun şân ve şerefinin mirasçıları, ve ey zulme boyun eğerek sabahın gelmesini beklemesini kabul etmeyenler! Bu nidâ (çağrı/sesleniş), mezarlarında yatan ecdâdamızın (atalarımızın) nidâsıdır… Memleketimizden Türk (Osmanlı) musibetinden, en hakir ve zelil (aşağılık) milletlerin görmediği o harap edici sülâlenin zulmünden ve yola çıkmasından kurtulabilmiş bir ay, hatta bir gün bile geçmemiş olduğunu görürsünüz. Tarihimizde bunların zulümlerini kaydetmeyen bir sayfa bile bulamayacaksanız… Yemen ile Irak’a Arap askerleri göndermek suretiyle Arap çocuklarını birbirine kırdıran ve kendilerine kendi elleriyle yuvalarını söndürtenin Talat ve arkadaşı (Cemal Paşa-F.B.) olduğunu işitmediniz mi? Memleketinizden toplanan eğitim yardımlarıyla Türk, Ermeni ve Yahudilerin tahsil için Avrupa’ya gönderilerek, (esas sizin) çocuklarınızın, ciğerparelerinizin bu olanaktan nasıl mahrum bırakıldığını bilmiyor musunuz? Yoksa Türklerin sizi baskı altına aldıkları andan itibaren alışkanlıklarınızı katlettiklerini ve şimdi de Arap eserlerinin mahvına uğraştıklarını öğrenemediniz mi?..” (Murat Bardakçı, “Suriye ile Aramızdaki Soğukluk, 1915’te Yayınlanan Bu İsyan Bildirisiyle Başladı”, Haber Türk gazetesi, 24 Haziran 2012)
“Ele geçen belgelerden hareket eden Cemal Paşa, bağımsızlık ve isyan çağrısı yapmak üzere Fransızlarla görüşen dernek üyesi 33 Arap milliyetçisi hakkında yakalama emri çıkardı. Yakalanabilenler tutuklandı. Günümüzde Lübnan sınırları içinde kalan Aley (Dürzî inançlıların yoğun olduğu dağlık bölge) kasabasında kurduğu askeri mahkeme, tutuklu sanıkları yargılamaya başladı. Aralarında Arap dünyasının ileri gelen aydınlarına ek olarak gazeteciler, Osmanlı parlamentosu milletvekilleri ve bir de Hıristiyan rahip vardı. Çoğu idama mahkûm edildi. 6 Mayıs 1916’da Şam şehrinin Merce ile Beyrut’un Burc meydanlarına kurduğu (Osmanlı idare binasının olduğu ve Küçük Saray diye anılan yerde) darağacında asıldılar. Başta mahkûmların yakın aileleri olmak üzere binlerce Arap, Anadolu’nun değişik yerlerine sürgün edildi. Yakalanamayanların gıyabında idam verildi. (M. Bardakçı, aynı makale) Bu yüzden Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta Şehitler Meydanı olarak anılmaktadır. Suriye ise hem 6 Mayıs’ı Şehitler Günü olarak anar hem de Merce Meydanı’nı, Şehit Meydanı diye kayda geçirmiştir. Her ikisinde de idamları simgeleyen anıtlar bulunur… Aliye Divan-ı Harbi’nin kararları yani Cemal Paşa’nın Arap dünyasının önde gelen aydınlarıyla siyasetçilerini 1915 ve 1916 yıllarında Beyrut ve Şam’da idam ettirmesi, asla unutulmadı. İdamlar, El Nahda ismi verilen Arap uyanış akımının/hareketinin sadece entelektüel çevrelerle sınırlı kalmamasına yol açtı. Çünkü bu aydınlanmacı ve laik milliyetçi hareketin merkezi, Kahire’de kaymış oldu… İdamlar, Arap dünyasında “Türkler, bizi dört yüz yıl boyunca sömürdüler; Cemal Paşa ise kan dökücünün tekiydi. Osmanlı onu bölgemize gönderip büyüklerimizi (bir kısmını) astılar, sonra da (kalan kısmını) dinden çıkardılar (laikleştirdiler) kanaati egemendir.” (Murat Bardakçı, “One Minute ve Cemal Paşa” isimli makalesi, Habertürk 09 Haziran 2016)
Ben, 1970’li yıllarda İsrail’e karşı mücadele eden Filistinlilerle birlikteyken, Cemal Paşa’dan her söz açıldığında şu örneği verirlerdi: “Öyle acımasızdı ki, sırf kurşundan tasarruf olsun diye iki veya üç kişiyi peşi sıra dizdikten sonra tek tüfek kurşunuyla onları kafalarından öldürtürdü!”
Yabancı bir kaynaktaki iddialar ise, daha vahimdir: “Arap milliyetçilerinin idam emrini veren Cemal Paşa, Araplar tarafından El Seffah=kan dökücü olarak anılmaktadır. Ayrıca özellikle Lübnan ve Irak’ta 40 bin kadar insanın ölümüne neden olan açlığa da bilerek sebep olmuştur. Siyonist hareketin tarihçisi Adolf Böhm, Cemal Paşa’nın keyfi yönetimi, pervasızlığı ve acımasızlığı nedeniyle bölgedeki topluluklara yönelik şiddet ve katliamının ayrıntılarını, şu kaynakta yayımlamıştır: Die zionistische Bewegung. Bd. 1: Die zionistische Bewegung bis zum Ende des Weltkrieges. 2., erw. Aufl. Tel Aviv: Hozaah Ivrith Co. Ltd., 1935, S. 643 ff
Kanımca Cemal Paşa’nın biricik iyiliği, Filistin’i işgal eden siyonist militanları kararlı biçimde takip etmesi ve Filistin Arap halkının topraklarına akın eden Yahudi yerleşimcilerin önünü kesmesiydi.
Bu arada Cemal Paşa’yı koruyup savunan bir yazıya da yer verelim: “Pek çok kimse Cemal Paşa’yı çok sert tedbirler almakla, eziyet etmekle ve katletmekle suçlamış hatta ona Seffah (kan dökücü) demişlerdir. Ama bu hatıraların içeriğini kavrayan kişi bizimle beraber görecek ki Cemal Paşa, kendilerini ve kalplerini düşmana satmış olanlara bile çoğu kez, fitneyi engellemek, vatanı ve İslam birliğini korumak uğruna, yapılması gerekenden çok daha hafif cezalar uygulamış ve çoğu kez düşmanlarına bile iyi davranmıştır…” (Bakınız, Seyfullah Korkmaz, Cemal Paşa’nın Hatıralarına Göre I. Dünya Savaşı’nda Filistin Cephesi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi XLIII, 2017/2, 45-77, Geliş Tarihi: 15.10.2017, Yayın Tarihi: 15.12.2017.)
Bu tarihi gerçekler karşısında AKP Sözcüsü Ömer Çelik ne der bilemeyiz. Ancak 1990’larda bazı İslamcı aydınlarla birlikte “Medine Sözleşmesi” temelinde toplumun her kesimiyle barış içinde birlikte yaşamayı ve demokrasi ortak paydasında buluşmayı öneren, bu konuda yazıp çizen Ömer Çelik, eski yol arkadaşlarının çoğu gibi iktidarda yer alınca şiddeti kutsayan ve kitabına uyduran bir devlet adamı görüntüsü veriyor. Öte yandan Osmanlı yönetiminin haksızlıklarına geçmişte itiraz eden halka ve hakkını arayanlara karşı o devirlerde kullanılan şiddeti, “devlet terörü” olarak görmüyor. Oysa devlet demek, şiddet tekelini elinde tutmak ve gerektiğinde kullanmak demektir.
Aynı şekilde fetihçi ve yayılmacı devlet demek, başka toprakları ve şehirleri silah zoruyla almak; oraların halklarını haraca bağlamak, servetlerini yağmalamak, yetmediği yerde katliam ve asma kesme yoluyla yönetmek demektir. Yemen ve Sudan’daki Osmanlı yönetimi üzerine yapılmış bir Arap belgeselini uzun yıllar önce yayınlayan TRT, tercümede tahrifat yapmıştı. İzlerken dikkat ettim: Özgün Arapçada “el isti’imar ‘ul Osmanî” (Osmanlı Sömürgeciliği) ibaresi, Türkçeye “Osmanlı’nın iyi yönetimi” şeklinde çevrilmişti. Haklı haksız ayrımını yapmadan Osmanlı mirasını sahiplenen Yeni Osmanlıcılara duyurulur! Tabii, anlayana!

https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/09/15/osmanli-lubnan-ve-suriyede-teror-estirdi-mi/

ALEVİLİĞİN EN ESKİ BELGESİ: GUDEA SİLİNDİRİ

ALEVİLİĞİN EN ESKİ BELGESİ: GUDEA SİLİNDİRİ

Gudea silindirleri, MÖ 2125 yılına ait bir çift terakota silindirdir. Ninurta Tapınağı'nın İnşası adında bir Sümer efsanesi hakkındadır ve çivi yazısı ile yazılmıştır. Silindir, Lagaş'ın kralı Gudea tarafından oluşturulmuş ve 1877 yılında Telloh, Irak'taki kazı sırasında keşfedilmiştir. Vikipedi
Alevi mürşitleri Aleviliğin başlangıcını anlatırlarken: 'Ayin-i Cem ilk ne zaman ve nerede yürütülmüşse Alevilik de o zamanda ve o mekanda başlamıştır' derler.Bu mürşit sözünden hareketle kimileri ısrarla ilk Ayin-i Cem'in günümüzden bin dört yüz yıl evvel Arap Yarımadasında Hz. Ali'nin toprak damlı evinde yürütüldüğünü ve dolaysıyla Aleviliğin Hz.Ali ile başladığını öne sürüyorlar.

Elimizde Hz. Ali'nin evinde cem kurulduğuna, bağlama çalınıp, nefesler söylenip semah dönüldüğüne dair hiçbir kayıt yok. Bırakın Hz. Ali'nin bağlama çalıp, semah dönmesini, cem yürütmesini, elimizde Hz. Ali'nin Alevi erkanından, Alevi inancından haberdar olduğunu kanıtlayacak en küçük bir bilgi yada belge kırıntısı dahi yoktur.

Hurafeleri bir kenara bırakıp gerçeklerin ardına düştüğümüzde; Alevi inanışının temel taşı ve Aleviliğin yegane ibadet biçimi olan Ayin-i Cem törenine ait ilk yazılı belgeyi Paris Louvre müzesinde buluruz.Bu belge s 'Gudea Silindiri' olarak bilinen bir Sümer silindir tabletidir..

Sümer uygarlığının son reformisti, Lagaş şehir devletinin ünlü prensi Gudea tarafından MÖ.2125 yıllarında yazdırılan 50 cm boyunda 33cm çapındaki bu silindir tablet Alevi Ayin-i Cem töreninin uzak geçmişine ışık tutacak en eski yazılı belgedir.

Ayin-i Cem, Cem Evi’nin ayin için hazırlanması ile başlar, ayinde sunulacak yiyecekler, (lokma), içkiler (dem) ve Ayin-i Cem’i başlatacak çerağ(çıra-mum) hazırlanır. Sonra ayini yöneten pir (yada dede) törende hizmet görecek on iki hizmetliyi seçer.Ayin-i Cem çerağ uyarılması yada delil uyarılması adı verilen ritüelle başlar.

Gudea silindirinde önce dört-beş bin yıl önce Sümer'de yapılan törenin hazırlık safhası anlatılıyor

“…Gudea bir dizi ilahın yardımıyla tapınağı (cem evi) temizledi...törende (Ayin-i Cem) kullanılacak bütün yiyecekler (lokma) adak içkilerini (dem) ve tütsüleri (çerağ) hazırladı... Bunun ardından tapınağın (cem evi) gereksinimlerini karşılayacak bir gurup hizmetliyi (on iki hizmetli) atama işine geçti.” (parantez içlerini ben yazdım)

Sümer tabletinde bu girişten sonra törende görevlendirilen on iki hizmetlinin adları sayılıyor.
1. Kapıcı (gate keeper)
2. Kahya / Değnekçi (butler)
3. Nezaretçi /Gözcü (bailiff)
4. Silahtar (armaurer)
5. Müzisyen /zakir (musician)
6. Kuşbaz (game keeper)
7. Keçi Çobanı/Kurbancı (goatherd)
8. Dalyan Denetçisi (fisheries inspector)
9. Ulak /Peyik (messenger)
10. Tahıl Denetçisi (grain inspector)
11. Mabeyinci (chamberlain)
12. Arabacı (coachman)

Alevi Ayin-i Cem’inde yer alan On iki Hizmetli'nin adları şunlar

1. Pir Mürşit
2. Rehber
3. Gözcü (Yoklamacı)
4. Çerağcı (Delilci)
5. Zakir
6. Süpürgeci
7. Kurbancı (kimi bölgelerde Sofracı)
8. Saka
9. Peyik
10. Pervane (Semahcı)
11. Sucu-Kuyuccu
12. Kapıcı

Eski Çağda Sümer'de yapılan ayin ile bugün Anadolu'da halen yürütülen Alevi Ayin-i Cemleri arasındaki tek fark on iki hizmetlinin kimilerinde görülen farklı isimlendirmeler.Bu farklılıklar da;Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki Ayin-i Cem’lerinde on iki hizmetlinin isimlendirilmelerinde yer yer görülen farklılıklardan çok da fazla değil.
Lokma , dem, çerağ ve on iki hizmetli dışında Alevi Ayin-i Cem töreni ile Sümer töreni arasında bir benzerlik daha var; Sümer dini törenleri müzisyenlerin çaldığı “balag” adını verdikleri bir müzik aleti ile müzik eşliğinde yapılırdı. Bugün Anadolu’da Aleviler’in Ayin-i Cem’leri de müzik eşliğinde yapılıyor. Bu törende kullanılan müzik aletinin adı herkesin bildiği gibi “bağlama” dır.

http://www.arguvanhaber.com/m/?id=3334
http://www.dersim-haber.com/mobi/author_article_detail.php?id=372
https://www.turkishnews.com/tr/content/2013/12/09/mabed-ve-alevi-cem-ayini-arasinda-benzerlik/

24 Mart 2019 Pazar

İLKBAHARIN SON SOĞUKLARI :MART DOKUZU,ABRULBEŞİ,MART DOKUZU



İLKBAHARIN SON SOĞUKLARI :MART DOKUZU,ABRULBEŞİ,MART DOKUZU
Çiftciler bu soğuklara dikkat etmezlerse büyük ürün ve emek kaybına uğrarlar

MART DOKUZU SOĞUĞU :  Gregoryen takvimine göre martın üçüncü haftasında görülen bir fırtına
Çiftciler ;‘mart bacadan baktırır kazma kürek yaktırır Diyerek soğuğun şiddetini anlatırlar.

ABRULBEŞİ SOĞUĞU : April beşi, Rumi Takvime göre Nisan ayının 5’inci günüdür. Aralarındaki 13 günlük fark da dikkate alındığında Miladi Takvime göre 18 Nisan gününe karşılık gelmektedir. Bu tarihten sonra artık hıdrellez günü yani 6 Mayısa az zaman kalmıştır. Hıdrellez günü ise yazın
kış bittikten, mart kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırdıktan da sonra, nisan ayında öyle bir gün vardır ki kar yağdığı da görülmüştür son yıllarda. işte o güne halk takviminde verilen ad.
Çiftçiler; Kork Abrulun beşinden öküzü ayırır eşinden diyerek samanın yemin yiyeceğin bittiği günleri betimlerler.

MAYIS YEDİSİ SOĞUĞU : her yıl mayıs ayının 7'si (miladi 20 mayıs) Oğuz Türklerinden bugüne geldiği öne sürülen ''Mayıs Yedisi'' geleneğinin adını 20 Mayısın Rumi takvime göre Mayısın 7'sine denk gelmesinden aldığı belirtiliyor.İlk baharın son soğuklarının tamamen sona erdiği yazın tam olarak geldiği gündür .Ordu Trabzon ,Giresun yöresinde bayram olarak kutlanır

17 Mart 2019 Pazar

TÜRK TARIMINDAKİ BÜYÜK OYUN



TÜRK TARIMINDAKİ BÜYÜK OYUN 

YERLİ TOHUMUN SONU!
‘Milli Tarım Projesi’ kapsamında 2018’den itibaren şirketlerin denetiminde üretilip satılan tohumlar çiftçiler için zorunlu hale getiriliyor. Sertifikalı tohum kullanmayan çiftçilerin desteklerden yararlandırılmayacağı açıklandı.
CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal, yerli (atalık) tohumları bitirecek bu düzenlemenin sakıncalarına dikkat çeken bir rapor hazırladı. Raporda, Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş ile Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik’in duyurduğu “2018 yılından itibaren tüm tohumların sertifikalı hale getirilmesine ilişkin düzenlemeyi” eleştiren Sarıbal, bununla birlikte tohum üretiminin çokuluslu şirketlerin denetimine gireceğini bildirdi.
Sarıbal raporunda, yerel çiftçileri zor günlerin beklediğini belirtirken “Atalarından kalma yerel tohumlarla yetiştirdiği ürünlerini pazarlamaya çalışan küçük çiftçiler bu düzenlemeden sonra suçlu muamelesi görecek” ifadelirini kullandı.
Sarıbal, piyasada denetim ve sertifika verme yetkisinin Türk Tohumcular Birliği’nde olduğuna, ancak birliğin içinde de birçok çokuluslu şirketin bulunduğuna dikkat çekti. Alınan kararın Türk Tohumcular Birliği tarafından milat olarak nitelendirildiğini ve üretimin iki katına çıkacağının ileri sürüldüğünü anımsatan Sarıbal, “Sertifikalı tohum kullanımından esas kârlı çıkacaklar, bu tohumların sertifikasını elinde tutan çokuluslu şirketler ve onların yerli ortakları olacak” dedi.
Ayrıca, çokuluslu şirketlerin bütün Dünya’da tekelleştiğini belirten Sarıbal, yerli çiftçinin her geçen gün biraz daha tehdit altına alındığını belirtti. Sarıbal, 2015 yılı sonu itibarıyla Türkiye’nin tohum ihracatının 103 milyon, ithalatın ise 202 milyon dolar olduğunu bildirerek düzenleme yapılacaksa Türkiye’de yerli çiftçinin yerli tohum üretimini teşvik eden düzenlemeler yapılması gerektiğini vurguladı.
***

Faruk Çelik: Sertifikalı tohum kullanmayan destek alamayacak
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Çelik, “2018’de sertifikalı tohum kullanmayan destek alamayacak. Yağmurlama ve damlama sistemi kurmayanlara da destek verilmeyecek” dedi.
Tohum Sanayicileri ve Üreticileri Alt Birliği (TSÜAB) tarafından Antalya’daki bir otelde gerçekleştirilen “Milli Tarımda Tohumculuğun Rolü ve Geleceği” konulu çalıştaya katılan Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, yaptığı konuşmada, tohum çalıştayının turizm kadar tarım şehri de olan Antalya’da düzenlenmesini anlamlı bulduğunu söyledi. “Milli Tarım” projesine değinen Çelik, onun için bugün tarımın temel konularından birisi olan tohumu masaya yatırdıklarını söyledi. Çelik, stratejik bir alan olan tarımda, tohumun en önemli stratejik unsur durumunda bulunduğunu kaydetti.
***
‘Yerli tohumları önlemek yerine teşvik etmek gerek’
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık, sertifikalı tohumların atalık tohumların sonunu getirebileceğini kaydetti. “Binlerce yıldır kendi tohumunu üreten köylü kendi geliştirdiği tohum çeşitlerini satarak geçimine katkı sağlıyordu. 2006 yılında çıkarılan Tohumculuk Kanunu ile çiftçinin bu imkanı elinden alındı” diyen Atalık, “Tohumunu satarak kazanç elde etme imkanı kaldırılan köylüye bir de tohumu sertifikalı olmaz ise destek verilmeyecek olması atalık tohumların bir diğer değişle yerli tohum çeşitlerinin hızla azalması anlamına gelir” dedi.
Atalık “Şirketlerin tek tip tohumlarıyla çeşitliliğin azalması tarımda hastalık ve zararlıların artması, tarım ilaçlarının daha çok kullanılması anlamına da gelmektedir. Biyolojik çeşitliliğe sahip çıkmak hem insan hem de çevre açısından büyük önem taşımaktadır. Köylünün ve çiftçinin yeni tohumlar üretme, çeşitliliği geliştirme imkanlarını önlemek yerine teşvik edilmelidir” diye konuştu.
***
Türkiye’de 223 şirket faaliyette
Tohumculuk Yasası, Türkiye’deki tüm tohumculuk kuruluşlarının kamu kuruluşu niteliğindeki bir meslek kuruluşu çatısı altında zorunlu olarak bir araya gelmesini öngördü.
Tohum Sanayici ve Üreticileri Alt Birliği (TSÜAB), 2008 yılında bu amaçla kuruldu. TSÜAB üyeleri sertifikalı tohumlukların çoğaltımı, işlenmesi, ambalajlanması, yurt içi ve yurt dışında pazarlanması ve yurt dışından yeni bitki çeşitleri ve tohumlukların tedariki konularında faaliyet gösteriyor. Halen 223 şirket TSÜAB üyesi olarak faaliyet yürütüyor.
***
Buğday Derneği: Dünyanın tam tersi, bir an önce geri adım atılmalı
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, ‘Milli Tarım Projesi’ kapsamında 2018 yılından itibaren tüm tohumların sertifikalı hale getirilmesinin gıda bağımsızlığını tehdit edeceğini ve küçük çiftçiye büyük zarar vereceğini açıkladı.
Buğday Derneği tarafından yapılan açıklama şu şekilde: “Atalık yerli tohumların satışı 2006 yılında çıkan Tohumculuk Kanunu ile zaten yasaklanmış, dolayısıyla dağıtımı ve kullanımı kısıtlanmıştı. Bu noktada küçük çiftçi; sağlıklı gıda ve tarımda ekonomik bağımsızlık anlamlarında yolun sonuna doğru geliniyor. Acilen yerel tohumla ilgili söz konusu hazırlıktan geri adım atılması, aksine; söz konusu tohumların özgürleştirilmesi, bu tohumları kullanarak üretim yapan küçük çiftçilere ilave destekler verilmesi gerekiyor. Aksi halde bu tohumu kullanarak üretim yapan üreticiler adeta suçlu durumuna düşmüş olacak. Organik tarım, kendine ihtiyacı için üretim ve ülkemizde yeni yaygınlaşan bir kavram olan ‘gıda toplulukları’ kapsamında üretim yapan üreticilerin birçoğu, hali hazırda söz konusu yerel tohumları kullanıyor. Doğaya saygılı ve sürdürülebilir/onarıcı olan bu üretim biçimleri; endüstriyel ve konvansiyonel tarıma karşı tüm dünyanın artık kabul ettiği bir yönde ilerliyor. Bizler; bu yönde halen avantajımız varken söz konusu yasadan bir an önce geri adım atmalı ve yerel tohum için ilgili düzenlemeleri yapmalıyız.”
***
‘Sağlıklı yaşam da bitiriliyor’
İstanbul Şile’de yerli tohumlarla üretim yapan Fatma Denizci ise yerli tohumların engellenmesini, “Bu bizim açımızdan korkunç bir şey” diyerek değerlendirdi. Denizci, “Yerli tohumların yasaklanmasıyla çabalarımız boşuna gidiyor. Bizim yerli tohumla, organik tarımla birlikte gelen sağlıklı beslenmemiz gözardı ediliyor. Bu topraklarda gelenek ve göreneklerle oluşan tarım kültürü, beslenme kültürü, damak kültürü şirketler için yok sayılıyor. Sağlıksız bir toplum olarak hayata devam etmemiz isteniyor” diyor. “Sesimizi duyuracak, geri adım atılmasını sağlayacak bir kampanyaya bir mücadeleye acil ihtiyaç var” diyen Denizci, “2010’dan beri 6 yılda biriktirdiğim tohumlarım heba olacak. İlçe tarım müdürlükleri köylere fide göndermeye başladı. Tohum şirketlerinden alınıp köylüye ücretsiz veriliyor. Yani seçilen köylülerle denemeler başladı. Biz bunu kabul etmiyoruz” ifadelerini kullandı.



14 Mart 2019 Perşembe

TIBBİYELİ HİKMET


TIBBİYELİ HİKMET
TIBBİYE ÖĞRENCİLERİNİN SİVAS KONGRESİ’NE DELEGE SEÇMESİ  VE TIBBIYELİ HİKMET(orhan boranın babası)
SIVAS KONGRESİNE TIBBIYELİLERİ TEMSİLEN KATILAN  TIBBIYELİ HİKMET(HİKMET 

BORAN) MUSTAFA KEMAL E DÖNEREK ŞUNLARI SÖYLER: “Paşam, murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle red ve takbih ederiz. Farzı muhal, man­da fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i “vatan kurtarıcısı” değil, “vatan batırıcısı” olarak adlandırır ve tel’in ederiz,” diye bağırır
Tıbbiye öğrencileri vatanın işgal edilmesi karşısında boş zamanlarında bildiriler ha­zırlayıp İstanbul sokaklarına gizlice yapıştırıyorlardı. Tıbbiye’de yapılan bir toplantıda öğrenci Emin Ali (Şavlı) Bey “Arkadaşlar, imza toplamak, bildiri dağıtmak gibi şeyler boştur. Yapılacak iş, bugünlerde Anadolu’ya geçen kumandanın arkasından gitmek veorada hizmet etmektir,” diyerek harekete geçilmesini önermişti.
Bu sırada Tıbbiye’de çalışan ve “Parmaksız” diye anılan Dr. Talat Bey öğrencilerin Sivas Kongresi için delege seçmelerini teşvik etti ve Tıbbiyeli Yusuf ’la konuşarak top­lantı yapılmasını sağladı. Öğrenciler Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas’ta yapacağı kongreye katılmak için alacakaranlıkta okulun hamamındaki göbek taşında toplandılar. Son sınıf öğrencileri bir an önce mezun olabilmek için imtihanlarla meşgul olduğundan (1335 mezunları) toplantıya bu sınıftan sadece Nazım Hülagü ve Baydur, üçüncü sınıftan Hik­met Mehmet (Boran), Yusuf İsmail (Balkan), Sudi Cavit (Ural), Yusuf Naci (Ceylan), Şefik Tevfik (Ural) ve Faik; dördüncü sınıftan Reşat Mahmut Ayan, Şükrü Sevki, Fahri Ünseren, Kamil Kaptanoğlu, Sezai Konukgil, Emin, Ekrem Şerif Eğeli (sonradan Tıp Fa­kültesi 2. Dahiliye Kliniği Profesörü ve Dekanı olmuştur), Nüzhet Şakir Dirisu (1941’de Gülhane’de Türkiye’nin ilk yataklı Fizik Tedavi kliniğini kurmuştur, 1899-1948), Şefik Tevfik (Erdemir), Nermi (Karadeniz), Ahmet Hamit (Selgil), Kamil Hurşit (Kaptanoğlu) ve Hüsnü Ahmet (Gürol) olmak üzere toplam 25 kişi katıldı.

Toplantıda Sivas Kongresi’ne iki kişinin gönderilmesi kararlaştırıldı. Bunlar üçüncü sınıftan Hikmet’le Yusuf Bey’di. Arkadaşları onlara oradaki duruma göre hareket etme­lerini ve memleketin istiklali için çalışmalarını söyledi. Sonra Sivas’a kadar gitmeleri için gerekli olan parayı sağlamak amacıyla öğrenciler ceplerindeki 25, 35 ve 50 kuruşları çıkarıp verdi. Toplam 950 kuruş toplandı (Dr. Kemal Özbay 15 lira olduğunu belirtir). Bunun üzerine Yusuf, bu parayla Hikmet’in gönderilmesini teklif etti ve arkadaşları da bu öneriyi kabul etti. Tıbbiyeli Hikmet’in gidebilmesi için bir belgeye ihtiyacı vardı. As­keri idareden bu belgeyi alma imkânı olmadığı gibi, fakülte kâtibine yapılan müracaattan da bir sonuç alınamamıştı. Sonunda dördüncü sınıf sivil talebesi olan Talebe Cemiyeti Reisi Kemal Bey Yusuf ’tan durumu öğrenince hemen kalemini çıkarıp Hikmet’in Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti adına gönderildiğine ait bir vesika yazıp mühürledi ve Hikmet ancak bu vesikayla Sivas Kongresi’ne gidebildi.
Tıbbiyeli Hikmet, trenle Haydarpaşa’dan Ankara’ya gitmek üzere yolcu edildi ve Ankara’da İsmail Fazıl Paşa’yla (Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın babası) Sivas’a hareket ederek, kongreye katılmış ve on beş gün sonra geri gelmişti.

Tıbbiyeliler, Sivas Kongresi öncesi “İzmir Faciaları” adlı bir kitap hazırlamışlardı. 1000 tane basılacak olan kitap için bin lira gerekiyordu. Bu parayı Ali Sait Akbaytugan (1864-1950) Paşa’nın kardeşi Hayriye Melek (Hunc) Hanım verdi. Hayriye Melek Ha­nım İstanbul’da yapılan mitinglerde heyecanlı konuşmalar yapan milliyetçi ve aydın bir kadındı. Ağabeyi Ali Sait Paşa da İstanbul’un işgal olduğu gün (16 Mart 1929) tutukla­narak Malta’ya sürülmüştür. Nermi (Karadeniz) Bey ve Hikmet (Boran) Bey’in düzeltme ve baskı işlerini bitirmesiyle, Hikmet Bey’in kongreye gitmesinden önce kitabın baskısı tamamlandı.1607 Kitabı Tıbbiyeli Hikmet, Sivas Kongresi’nde delegelere dağıttı.
Öğrencilerden Zileli Abdullah Mazhar (Ataay), Düzceli Rusuhi, Nureddin Osman, lah Mazhar Ataay Amasya Askeri Hastanesi’nde Sıhhiye onbaşısı olarak çalışmıştır. Sivas Kongresi’nden döndükten sonra, Hikmet’le Yusuf, 1920’de Çamlıca-İzmit-Adapazarı yoluyla milli mücadeleye katılmak üzere Ankara’ya gitti. Bir yıl kaldıktan sonra mektebi bitirmek üzere İstanbul’a döndüler. 1338 yılında mezun olan diğer askeri tıp öğrencileri teğmen olarak mezun olduğu halde, Yusuf ve Hikmet üsteğmen olarak mezun oldu.

SİVAS KONGRESİ VE TIBBİYELİ HİKMET’İN MANDAYI REDDETMESİ
 Mustafa Kemal ve arkadaşları 2 Eylül’de Sivas’a varır. Şehir dışında Sivas’ta bulunan 3. Kolordu Kumandanı Albay Selahattin Bey, Müftü Abdürrauf Efendi, Müdafaa-i Hu­kukçular ve halk büyük bir karşılama töreni yaparlar. Tehditler savuran Fransız Binbaşı Bruno Malatya’ya kaçmıştır. Sivas Müftüsü Abdürrauf Efendi Sivas Kongresi esnasında Erzurum’dan gelecek misafirleri karşılamak için ev ev, dükkân dükkân dolaşır ve arka­daşları ile birlikte Atatürk’ün kalacağı odayı evlerinden getirdikleri eşyalarla tefriş ederler.
Sivas’ta 4 Eylül 1919’da başlayan ve 11 Eylül’de sona eren kongrede 120 kişi olma­sı gerekirken ancak 31 delege vardı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının bu yüzden çok canı sıkılmış ve “bu olmadı” diyerek Büyük Anadolu Kongresi adı altında başka bir kongre hazırlığına bile girişmişlerdi. Oysa Sivas Kongresine gelenlerin birçoğu da bura­ya Amerikan mandasını kabul ettirmek için gelmişlerdi. Erzurum Kongresinde özellikle Trabzon delegelerinin yaptığı İttihatçılık suçlamaları nedeniyle Mustafa Kemal Paşa ted­bir almış ve ilk icraat olarak kongre delegelerine ne ittihatçılık ne de fırkacılık yapılma­yacağına dair yemin ettirmişti. Böylece hem iç ve hem dışarıya bu hareketin İttihatçı bir hareket olmadığı duyuruluyordu.
Kongrenin ilk günü Mustafa Kemal 31 oyla reis seçilir. Sivas’ta alınan kararla Ana­dolu ve Rumeli’deki Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri birleştirilerek “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adını aldı ve ordu birliklerinin gizlice Kuvayi Milliye birlik­lerine dönüştürülmesi kararı alındı. Bu nedenle Umum Kuvayi Milliye Komutanlığı’na Ali Fuat Paşa atandı. Ayrıca İstanbul ile haberleşmenin artık kesilmesi gerektiği bütün vali ve komutanlara 12 Eylül 1919 tarihli beyanname ile duyuruldu.

Sivas Kongresi’ne katılan delegeler içinde Askeri Tıp Okulu’nun öğrencisi Hikmet Bey de vardı. Okuldaki ismi Kara Hikmet idi. Tıbbiyeli Hikmet asker-sivil bütün tıp öğrencileri adına İsmail Fazıl Paşa (Cebesoy) ve İsmail Hami Bey’le (Danişment) birlikte İstanbul’un üçüncü delegesi olarak Sivas Kongresi’ne gitmişti. Sivas Kongresi’nde 7 Eylül 1919’da yapılan ikinci celsede verilen önergede Tıbbiyeli Hikmet’in de imzası vardı.
Sivas Kongresi toplanmış; ancak 8 Eylül günü İsmail Fazıl Paşa (Ali Fuat Paşa’nın babası), Bekir Sami Bey ve İsmail Hami Danişment’in sundukları ve 25 delegenin imzası olan önergede Amerikan mandası isteniyordu. Mandacılık demek bağımsızlığı kabul et­meden bir devletin himayesi altına girmek demekti. Mustafa Kemal, yaptığı konuşmada Amerikalı gazeteci Brown ile konuştuğunu ve Amerika’nın manda istemediğini anlatı­yordu. Daha sonra manda tartışmaları devam etti. Bekir Sami, İsmail Fazıl Paşa ve İs­mail Hami Danişment yaptıkları konuşmada Amerikan mandasını savundular. Erzurum delegesi Hoca Raif Efendi “Hedef ve gayemiz tam bağımsızlıktır” dedi. Refet Paşa ise yine mandayı savundu. Bursa delegesi Ahmet Nuri Bey “Ya ölürüz ya tam istiklal sahibi oluruz” diye bağırmıştı. Vakit geçtiği için Mustafa Kemal oturumu ertesi gün açmak üze­re kapattı. O gece manda tartışmaları yapılmaya devam etti. Sivas’ta Temsil Kurulu’nun kaldığı lise binasında, 9 Eylül 1919 gecesi manda konusu tartışılırken odada bulunan Tıbbiyeli Hikmet Mustafa Kemal’e mandayı reddettiğini heyecanlı bir şekilde söylemişti.

Mazhar Müfit Kansu anılarında bu anı şöyle anlatır:
“…Hikmet isminde Askeri Tıbbiye talebesi ve Sivas Kongresi’nde Askeri Tıp talebesi dele­gesi olan bir genç, İstanbul efendi ve paşalarına vatanseverlikte, memleketçilikte, milliyetçi­likte rehber ve örnek olacak ölçüde doğru düşünce, milli inan ve imanın sahibi bulunuyordu.
Bu genç de Paşa’nın odasındaydı. Sanki birdenbire ateş ve heyecan kesilmiş olarak, yüksek sesle “Paşam, murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle red ve takbih ederiz. Farzı muhal, man­da fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i “vatan kurtarıcısı” değil, “vatan batırıcısı” olarak adlandırır ve tel’in ederiz,” diye bağırdı.
 Bu gencin yürekten kopup gelen bu sözleri karşısında hazırunun birçoğunun gözleri yaşarmıştı. Mustafa Kemal Paşa da müteheyyiç olmuştu. Heyecanlı bir sesle “Arkadaşlar gençliğe bakın, Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin,” dedi. Sonra da Hikmet Bey’e dönerek “Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, ekaliyetle kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm!”
Tıbbiyeli genç, hemen yerinden fırladı: “Var ol Paşam…” diyerek Mustafa Kemal’in elini öptü.
Kongrede Türk münevver gençliğinin olduğu kadar daima ileri ve inkılâpçı fikirlere alemdarlık etmiş, Tıbbiye’nin de mümessili olan ve askeri üniformasıyla kongreye iştirak eden bu biricik gencin de Mustafa Kemal alnından öptü.
“Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağ­lanmıştır,” dedi. Ve mecliste hazır bulunan bütün murahhaslar da aynı hararetle paşayı teyid ettiler.”
Mustafa Kemal Paşa yıllardan sonra Ankara’da “Acaba bizim Sivas Kongresi’ndeki biri­cik ateşli genç Tıbbiyelimiz nerede?” diye sormuştu. Hikmet’i mebus yapmak istiyordu. Bulu­namadı ve ölmüş dendi. Oysa ki geçen sene hayatta olduğunu, albay rütbesini ibraz etmiş bu­lunarak bir askeri hastanenin başhekimliğinde bulunduğunu memnuniyetle öğrendim.”

Sivas’tan dönen Hikmet (Boran) yakın arkadaşı Yusuf Balkan’la birlikte tekrar Anadolu’ya geçip Ankara’ya gitmiş ve milli mücadele için hizmet vermiştir. Bir yıl sonra İstanbul’a dönmüş ve tahsilini tamamlamıştır.
Yıllar sonra Atatürk eski günleri anarken tıp öğrencisi Hikmet Bey’in hemen bulu­nup mebus yapılmasını emreder. Fakat Hikmet Bey bulunamaz ve öldüğü söylenir. Çok üzülen Atatürk, sofrayı dağıtır. Oysa Hikmet Bey sağdır ve Anadolu’nun bir köşesinde doktorluk yapmaktadır. Hiçbir zaman kendini Atatürk’e hatırlatmak istemez. Atatürk’ün ölümünden birkaç ay sonra Mazhar Müfit Kansu sokakta Hikmet Bey’e rastlar. Boynuna sarılır ve yapılan yanlışlığı anlatır.
Aradan yıllar geçer, Dr. Hikmet Boran bir gün Balıkesir’den mebus yapılmak iste­nir, ancak “Balıkesir’in yabancısıdır, Giresunludur,” diye aleyhinde propaganda yapılır. Oysa Hikmet Boran Balıkesir-Savaştepe’lidir. Savaştepe’nin eski adıysa Giresun’dur. Dr.Hikmet Boran’ın oğlu ünlü sanatçı ve spiker Orhan Boran’dır. Dr.Yusuf Balkan, Dr.Hikmet Boran’ın kız kardeşiyle evlidir. 1970’te yazar Mahmut Goloğlu hastanede Dr.Yusuf Balkan’ı ziyaret ederek bu durumu öğrenir.

Dr. Hikmet Boran hakkında detaylı bilgileri okul arkadaşı Dr. Ahmet Selgil, yazar Mahmut Goloğlu’na 29 Ocak 1970’de şöyle anlatmıştır:
“Hikmet çok sessiz, fevkalade hassas, sinirlendiği zaman yıkıcı, kırıcı fakat arkadaşları tarafından çok sevilen bir gençti. 1943 yıllarında Halk Partisi tarafından Balıkesir’den mil­letvekili adayı gösterilmek istendi. Karadeniz Giresunlusudur diye propaganda yapıldığından kaybetti. Zannederim 1944 veya 1945 yıllarında tüberkülozdan vefat etti.
Rahmetli Mazhar Müfit bir gün mecliste anlatmıştı. Atatürk sofrada konuşurken Hikmet’i hatırlamış. Mebus adayı gösterilmesini söylemiş, Mazhar Bey de “Paşam Allah sizle­re ömür versin, Hikmet öldü” demiş. Atatürk çok üzülmüş, o akşam sofrayı dağıtmış. 1938’de Atatürk vefat ettikten sonra Mazhar Bey köprüden geçerken Hikmet’e rastlamış ve şaşırmış.
“Boynuna sarıldım, yaptığım yanlışlığı anlattım,” derdi.
Hikmet çok mütevazi, iddiasız, fakat kıymetli bir insan, eşsiz bir hekimdi. Hiçbir gün kendini Atatürk’e hatırlatmamış, hatta rahatsız ederim düşüncesiyle, Atatürk Hikmet’in çalıştığı şehirlere geldiği zaman karşısına çıkmaktan sakınmış. Hakkında biraz daha ge­niş malumat almak isterseniz Ankara’daki Numune Hastanesi altındaki Rehabilitasyon Hastanesi’nde, bir ameliyat dolayısı ile maalesef bacaklarında hasıl olan rahatsızlık yüzün­den yatan Dr. Yusuf Balkan’la konuşunuz.”
Tıbbiyeli Hikmet, 1901 yılında Balıkesir’in Savaştepe bucağında doğmuştur. Posta- Telgraf memurlarından Hakkı Bey’in oğludur. Dr. Hikmet Boran 1922 yılında Askeri Tıbbiyeden mezun oldu (Sicil No: 1337-53). Hariciye ihtisası yaptıktan sonra operatör oldu ve çeşitli hastanelerde çalıştı. 1945 yılında vefat etmiştir.
http://www.astibder.org/tibbiyeli-hikmet/  

6 Mart 2019 Çarşamba

KADIN VE KIZLARDA SÜNNET

KADIN VE KIZLARDA SÜNNET
'KADIN SÜNNETİ'NE KARŞI SIFIR TOLERANS GÜNÜ: 'KADIN SÜNNETİ' NEDİR, HANGİ ÜLKELERDE YAYGIN, NEDEN DURDURULAMIYOR?
Birleşmiş Milletler'in (BM) tahminlerine göre dünyada her 20 kız çocuğu ve kadından biri farklı yöntemlerle sünnet ediliyor. Günümüzde dünyada sünnet edilmiş 200 milyona yakın kadın yaşıyor.
BM, 6 Şubat Kadın Sünnetine Karşı Sıfır Tolerans Günü'nde bu uygulamaya son verilmesi çağrısı yapıyor.
Kadın üreme organlarının "sakatlanması" (Female genital mutilation- FGM) olarak da bilinen bu işlemle, ya bebekken ya da ileri yaşlarda kadınların üreme organları kesiliyor, çıkarılıyor veya anatomileri değiştiriliyor.
Kadın sünnetinin hem fiziksel hem de zihinsel sağlık üzerinde kalıcı etkileri var.
Kenya'nın Isiolo bölgesinde yaşayan Borana Kabilesi'nden Bishara Sheikh Hamo, 11 yaşındayken sünnet edilmiş. "Büyükannem saf ve temiz olmak için her kızın 
bunu yapması gerektiğini söylüyordu" diyor.
Ancak Bishara'ya hayatı boyunca idrara çıkma sorunları, tekrarlayan enfeksiyonlar ve adet düzensizliği gibi etkilerinden, zamanı geldiğinde de ancak sezaryenle doğum yapabileceğinden bahsedilmemiş.
Bugün ise kadın sünnetiyle mücadele eden bir aktivist.

KADIN SÜNNETİ NE DEMEK?
Kamuoyunda "kadın sünneti" olarak da bilinen bu uygulama, kasten kadınların dış genital bölgesinin, klitoris ve vajina dudaklarının kesilmesi ya da çıkarılması demek.
Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) tabiriyle, "tıbbi olmayan nedenlerle kadınların üreme organlarını yaralayan her türlü prosedür" bu kategoriye giriyor.
Ancak kadınlar çoğunlukla rızaları olmadan sünnet ediliyor ya da bunu yapmaya zorlanıyor.
Kadınların kendilerine olan bakışını zedeleyerek psikolojilerini etkileyen bu işlem, başkalarıyla ilişkilerini de olumsuz yönde etkiliyor.
diğer kız çocuğuyla beraber sünnet edildiğini söyleyen Bishara, gözlerini ve ellerini bağladıktan sonra bacaklarımı iki yana açtırıp, labyasını (vajinanın dudak kısımları) kestiklerini söylüyor.
"Birkaç dakika sonra keskin bir ağrı hissettim. Bağırdım çağırdım ama beni duyacak kimse yoktu. Kalkmaya çalıştım ama biri bacaklarımdan tuttu. Olabilecek en ağır tıbbi müdahalelerden biri olduğu gibi, hiç hijyenik değildi. Oradaki tüm kızlarda da aynı kesici aleti kullandılar."
Ağrı kesici olarak kullandıkları, geleneksel bir bitkisel kürden ibaretti:
"Bacaklarımı keçi gibi bağlayıp üzerime sürdüler. 'Sıradaki, sıradaki' diye bağırıp, diğer kızları da sünnet ettiler."
Kadın sünneti pek çok ülkede yasak olsa da, Afrika, Asya ve Orta Doğu'da düzenli olarak yapılan bir işlem.
Bu ülkelerden dünyanın başka yerlerine göç eden gruplar arasında da yaygın.
Mısırlı blogger ve film yapımcısı Omnia Ibrahim da sünnet edilen kadınlardan biri. "Buz kübüne dönüyorsun. Hiçbir şey hissetmiyor, kimseyi sevemiyor, arzu duyamıyorsun" diyor.
Ibrahim, "insan bedeni seks demektir ve seks günahtır" öğretisiyle büyüdüğünü söylüyor:
"Aklım, bedenimi üzerindeki bir lanet gibi görmeye başlamıştı. Cinsel yönelimim konusunda kafam karışıktı. Korkmam gerektiğini söyledikleri için mi seksten nefret ediyordum, yoksa canım mı istemiyordu?"

KADIN SÜNNETİNİN 4 TÜRÜ
1. KLİTORİDEKTOMİ: Hassas klitoris bölgesi ve etrafındaki derinin tamamı ya da bir kısmının çıkarılması.

2. EKSİZYON: Klitorisin bir kısmı ya da tamamı ile labya minora yani vajinadaki iç dudakların çıkarılması.

3.İNFİBÜLASYON: Hem iç dudak hem de vajiyı çevreleyen dış dudakların kesilmesi, yapılarının değiştirilmesi.
Bu işlemde çoğu zaman dudaklar, idrar ve kan akmasına yetecek kadar bir aralık bırakılarak birbirine dikilir.
Bu uygulama ağrılı olduğu gibi enfeksiyon riski de barındırıyor.

Vajina ve idrar yolu arasında bırakılan bu aralık bazen o kadar küçük oluyor ki bu kadınların doğum yapabilmek, cinsel ilişkiye girebilmek için o dikişi kesmesi gerekebiliyor. Bu durum, doğumlarda hem bebek için hem de anne için risk yaratıyor.

4.KLİTORİS YA DA GENİTAL BÖLGENİN DELİNMESİ, KAZINMASI VE OYULMASI GİBİ ZARARLI İŞLEMLERİN TAMAMI.
 Kadın sünneti, bekareti korumak için bir yöntem olarak da görülebiliyor. Bazıları kadının sünnet olarak erkekte cinsel arzuyu artıracağını, daha "evlenilesi" olacağını iddia ediyor.
Bazı kültürlerde yetişkinliğe geçiş ritüeli olarak görülen bu uygulama, evliliklerden önce de bir ön gereksinim olarak niteleniyor. Bazılarında ise sünnet olmayan kadınlar "sağlıksız, pis ya da değersiz" olarak görülebiliyor.
Uluslararası toplum bu müdahaleyi bir tür "kadına yönelik şiddet" ve "insan hakları ihlali" olarak, kız çocuklarının sünnet edilmesini de "çocuk istismarı" olarak niteliyor.

HANGİ ÜLKELERDE GÖRÜLÜYOR?
Unicef'in raporuna göre Afrika ve Orta Doğu'da 29 ülkede bu işlem yaygın.
Oysa bu ülkelerden 24'ünde kadın sünneti yasaklayan bazı yasalar ya da düzenlemeler mevcut.
Kadın sünnetinin yasadışı olduğu İngiltere'de dahi birçok bebek ve yenidoğan giderek daha fazla bu uygulamaya maruz kalıyor.
Bu konu, yaygın görüldüğü coğrafyalarda ise kadınlar için bir tabu.
Kadınlar çoğunlukla çevresinden gelecek tepkilerden korkarak sünneti tartışamıyor bile.
https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-47137898?ocid=socialflow_twitter


KADIN VE KIZLARDA SÜNNET
Dünya sağlık örgütüne göre dört türü bulunmaktadır:
Tip I: Prepusla birlikte klitorisin bir kısmının veya tamamının kesilmesi.
Tip II: Klitoris, prepus ve çevredeki küçük (Labia minör) ve bir kısım büyük dudakların (Labia majör) kesilmesi.
Tip III: Klitoris ve prepus ile birlikte küçük ve büyük dudakların neredeyse tümüyle kesilmesi, açık yaranın dış çeperlerinin biraraya getirilerek yaranın tümüyle dikilmesi, sadece idrar ve aybaşı kanamasının akabileceği ve ancak küçük parmak genişliğinde olan bir açıklık bırakılması.
Tip IV: Diğer genital tahripler: Sembolik olarak klitorisi veya dudakları çizmek; klitorisi dağlamak; vaginayı genişletecek şekilde kesmek veya bazı ilaçlarla daraltmak.
Notlar DSÖ'ye göre kadın genitali kesimlerinin %85i Tip I ve Tip II, % 15'i ise Tip III'e dahildir. Tip III genelde Doğu Afrika'da uygulanmaktadır.
Tip III, cinsel organın dış kısmının tümüyle alındığı kemiğe inme veya Firavun sünnetidir. Mısır firavunu Pharaoh dan dolayı Firavun Sünnetiolarak adlandırılır. Antik Mısır mumyalarında bu tür genital kesimlere rastlanmıştır.

COĞRAFİ ALAN
Klitoris kesimi Afrika'nın büyük kısmında uygulanmaktaysa da türleri ve yaygınlığı bölgelere göre farklılıklar göstermektedir. En yüksek oranda uygulandığı Somali Cibuti, Eritre gibi ülkeler Tip I ve II türü kesimin yaygın olduğu yerlerdir.
Afrika dışında sınırlı olsa da Batı Asya'da Suriye  Irak ve İran'da rastlanmaktadır. Güneydoğu Asya ülkelerinden Hindistan, Endenozya ve Malezya'da ise ritüel amaçlı, genitali çizerek kan akıtma şeklinde, uygulanmasına rastlanabilmektedir.

TEPKİLER
Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Teşkilatı, Uluslararası Af Örgütü ve çeşitli dünya devletleri, "jenital sakatlama" olarak adlandırdıkları klitoris kesimini, kadının kendisi ve doğacak çocuklarının sağlığı açısından son derece sakıncalı görmekte ve uygulamayı sona erdirmeye çalışmaktadırlar. Jenital bütünlük savunucuları ise kadın ve erkek sünneti arasında ayrım yapılmasına tepki göstermekte ve her iki uygulamayla birden mücadele edilmesini istemektedirler.

DİNLERDE KLİTORİS KESİMİ
Klitoris kesimi özellikle orta Afrika'da olmak üzere çeşitli din mensuplarınca uygulanabilmektedir.

AFRİKA KABİLE DİNLERİ
Klitoris kesimi özellikle orta Afrika kabile toplumlarınca yapılan bir uygulamadır. Afrika geleneklerine göre klitoris kesimi kadının temizliği ve saf bir anne olabilmesi için gereklidir. Klitoris kesimi yapılmamış kadınların evlenmesini doğru karşılamazlar. Bazı kabileler ise çocugun doğum sırasında kesilmemiş klitorise değmesi durumunda öleceğine inanırlar.
YAHUDİLİK
Etiyopya Yahudi Topluluğu (Beta Israel) tarafından dini olmayan bir törenle uygulanmaktadır. Ancak kesimin Yahudi bir kadın tarafından yapılması şartı vardır

İSLAM
Kadın sünneti, İslam dininin dîni bir vecibesi değildir. Birçok insanın bu olayı İslam ile ilişkilendirdiği, ama yapılan araştırmalar sonucu ortaya çıkan gerçeğin ; kadın sünnetinin herhangi bir din tarafından desteklenmediği, buna rağmen " birçok dîni lider tarafından insanların bu işleme mahkum edildiği, dolayısıyla uygulamanın dîni engelleri geçtiği " anlatılmakta ve uygulamanın; Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi inancına sahip topluluklarda olabildiği belirtilmektedir.
Bu inançların hiçbirisinin kadın genital uzvunun kesilmesini desteklemediği hatta gerçekte; İslam Şeriatının, çocukları ve onların haklarını koruduğu vurgulanmaktadır. Kadın sünneti uygulaması yapılan ülkelerden: Etiyopya, Fildişi Sahili, Senegal, Kenya, Benin ve Gana'da yaşayan Müslüman nüfus gruplarının, Hıristiyan gruplara nazaran daha fazla kadın sünneti uygulama olasılığının yüksek olduğu; Nijerya, Tanzanya, ve Nijer'de ise, uygulama yaygınlığının Hıristiyan gruplar arasında daha çok olduğu ifadesi yer almaktadır
Bu ifadeler kadın sağlığı üzerine yapılmış ciddi araştırma sonuçları üzerine düzenlenen yayınlarda yer almaktadır
Bazı Afrika müslüman toplumlarında kadın genital uzvunda kesim yapılması (kadın sünneti) olayı, bazı araştırmacılar tarafından daha çok " Afrika gelenekleri " kaynaklı olduğu şeklinde açıklanır.
İslâm'da kadın genital uzvunun kesilmesinin yeri hakkında âlimler arasında bir görüş birliği yoktur. Ancak, islama aykırı olmadığını iddia edenler tarafından temel dayanak olarakEbu Davud'da yer alan bir hadis gösterilmektedir. Ebu Davud kitabında bu hadisin rivayet zincirinde kopukluklar olduğunu ve zayıf olduğunu da belirtmiştir. "Dünya Müslüman Ulemalar Birliği" genel sekreteri ve El Ezher Üniversitesi üyesi Dr. Muhammad Salim al-Awwa klitoris kesiminin islam da yeri olmadığını iddia eder ve zayıf bir hadise dayanarak hüküm verilmesini rededer.

KADIN SÜNNETİ NEDİR?
2 bin 500 yıl kadar önce Mısır'da başladığı tahmin edilen sonraları Yeni Gine, Mısır, Etiyopya olmak üzere Afrika'daki birçok ülkede yaşayan Müslüman topluluklarda ve Avusturya Aborjinleri'nde yaygın hale gelen bir gelenek.
2 bin 500 yıl kadar önce Mısır'da başladığı tahmin edilen sonraları Yeni Gine, Mısır, Etiyopya olmak üzere Afrika'daki birçok ülkede yaşayan Müslüman topluluklarda ve Avusturalya Aborjinleri'nde yaygın hale gelen bir gelenek.
Bu geleneğe göre kadınların vajinasının dudakları kesilip atılır.
Anestezi kullanılmadan, uyuşturmadan, açık jiletle gerçekleştirilen bu işlem kan kaybından ölümlere bile neden olmaktadır.
Sünnet işlemi sırasında ülkeler farklı kesici aletler kullanmaktadır. Avustrulya Aborjinleri ise birden fazla farklı alet kullanarak klitoris kesimini gerçekleştirir.
1: Prepusla birlikte klitorisin bir kısmının veya tamamının kesilmesi.işlemi sırasında ülkeler farklı kesici aletler kullanmaktadır.
Avustrulya Aborjinleri ise birden fazla farklı alet kullanarak klitoris kesimini gerçekleştirir.
2: Klitoris, prepus ve çevredeki küçük (Labia minör) ve bir kısım büyük dudakların (Labia majör) kesilmesi.
3: Klitoris ve prepus ile birlikte küçük ve büyük dudakların neredeyse tümüyle kesilmesi, açık yaranın dış çeperlerinin bir araya getirilerek yaranın tümüyle dikilmesi, sadece idrar ve aybaşı kanamasının akabileceği ve ancak küçük parmak genişliğinde olan bir açıklık bırakılması.
4: Diğer genital tahripler: Sembolik olarak klitorisi veya dudakları çizmek; klitorisi dağlamak; vaginayı genişletecek şekilde kesmek veya bazı ilaçlarla daraltmak.
Kız çocukları genellikle 14 yaşına kadar sünnet ediliyorlar ancak, evlenmeden önce veya hamile kadınlarda doğumdan önce sünnete de rastlanabiliyor.
Bu eylemin amacının, kadınların haz için değil sadece üreme için cinsel ilişkiye girmesine olanak sağlayıp, cinsel özgürlüğünü ortadan kaldırmak olduğu biliniyor.
Geleneksel olarak yaşlı kadınların yaptığı sünnet günümüzde ebeler, hemşireler ve hatta doktorlar tarafından da yapılabiliyor.
BM verilerine göre, her yıl yaklaşık 2 milyon kız çocuğu, sünnet nedeniyle hayatını kaybetme tehlikesi yaşıyor.
UNICEF tarafından yapılan en son tahminlerde, 29 ülkede en az 120 milyon kız çocuğunun ve kadının kadın sünnetine maruz kaldığı, 15 yaşından küçük 30 milyon kız çocuğunun halen risk altında olduğu belirtiliyor.
2 bin 500 yıl kadar önce Mısır'da başladığı tahmin edilen sonraları Yeni Gine, Mısır, Etiyopya olmak üzere Afrika'daki birçok ülkede yaşayan Müslüman topluluklarda ve Avusturya Aborjinleri'nde yaygın hale gelen bir gelenek.
kaynak;viki pedia




15 Ocak 2019 Salı

BOZKURT İŞARETİ TÜRKLERİN SOY İŞARETİDİR,BİR SİYASİ PARTİ İŞARETİ DEĞİLDİR





BOZKURT İŞARETİ TÜRKLERİN  SOY İŞARETİDİR,BİR SİYASİ PARTİ İŞARETİ DEĞİLDİR

BOZKURT İŞARETİ NEDİR? NE ANLAMA GELİYOR? İŞTE BOZKURT İŞARETİNİN TARİHÇESİ…
Türk tarihinde önemli bir yeri olan bu sembolü olan Bozkurt işareti nedir? Günümüzde özellikle siyasilerin kullandığı bozkurt işaretinin ilk çıkış noktasını ve ne anlama geldiğini merak eden herkesi haberimizi okumaya davet ediyoruz. İşte Bozkurt işaretinin bilinmeyen farklı özellikleri..

BOZKURT İŞARETİNİN TARİHİ
Bozkurt işareti'nin 1991 Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra Bakü'de Ebulfeyz Elçibey'in düzenlediği mitingde bir milyon insanın Milliyetçi Hareket’in sembol ismi Alparslan Türkeş'i “Bozkurt” işaretiyle selamlaması sonrası ortaya çıktığı sanılsa da Tarihi araştırmalarda bu sembolün Türklere budist kültüründen geçtiği yazılmaktadır.
Bu sembol Türk hakanları tarafından başarı anlamına gelen bir zafer işaretidir. Batıya göç eden, Hun, kıpçak, Peçenek Türkleri aynı zamanda bu işareti Soy belirtir olarak yani “BEN TÜRKÜM” MANASINDA DA kullanmışlardır
Bu sembole 10. yüz yıl İranlı Şair Firdevsinin Şeyhnamesinde de dahi rastlanmaktadır. Türk kadınların minyatürünün yer aldığı bu eserde Bozkurt işareti yapan kadınlar resmedilmiştir.
Çin de bulunan çıkarılan eserlere bakıldığında. Bozkurt İşareti yapan Türk hakanı Heykeli ilgi çekicidir.. Bozkurt işaretinin, İslamiyet öncesi Göktürk döneminde ve diğer Türk devletlerinde, Türk hakanlarının zafer işareti olduğu, mağaralarda bulunan 6.yüzyıla ait “Türk hakanı heykeli” ile apaçık anlaşılmıştır.

OBAMA DA YAPMIŞTI
Günümüzde ABD başta olmak üzere pek çok ülkede liderler ve çeşitli tanınmış isimler bu işareti yapıyor. Bu işareti yaptıklarında; güç, bağlılık, hakimiyet ve mutlu olduklarını ifade ediyorlar.
Milliyetçi Hareket’in sembol ismi Alparslan Türkeş'i “Bozkurt” işaretiyle selamlamasının ardından bu efsane sembol Türk milleti tarafından da benimsenmiş, kullanılmıştır.

ALPARSLAN TÜRKEŞ BOZKURT İŞARETİNİN ANLAMINI ŞU SÖZLERLE ANLATIR: “Serçe parmak Türk'tür, şu işaret parmağı da İslam'dır. Şu Bozkurt işareti yaptığımız işaretin arada kalan boşluk ise cihandır. Son olarak kalan 3 parmağın birleştiği nokta ise mühürdür. Türk İslam Mührünü Dünyaya vuracağız…” demiştir.

BOZKURT İŞARETİNİN TÜRK MİTOLOJİSİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ
Yol gösterici, kutlu kurt, tüm Türk ve Moğol boylarının ortak ongunudur. Bazı Türk ve Moğol boyları, soylarının bu kutlu varlıktan türediğine inanırlar. Çoğu zaman soyun bir kolu Gökkurt'tan, diğer kolu ise Gökgeyik'den gelmektedir.[1] Kurt sürülerinin başında bulunup idare eden kurtlara da Gökkurt denilir. Kaskır ve Börü kelimeleri de değişik lehçe ve şivelerde kurt demektir. Bozkurt gökyüzünü temsil eder. Alageyik ise yeryüzünün simgesidir. Göktürklerin gök (mavi) bayraklarında kurtbaşı resmi vardır. Savaşçılığı ve savaş ruhunu, özgürlüğü, hızı, doğayı temsil eder. Türk ulusunun başına bir iş geldiğinde, bir tehdit belirdiğinde ortaya çıkar ve yol gösterir. Çadırların önüne tepesinde altından kurtbaşı bulunan direkler dikilir.

Savaş Ruhu (Tanrısı) kurt görünümüne bürünür. Altıncı yüzyıla ait bir taş anıtta kurttan süt emen bir çocuk betimlenmektedir. Erenler, evliyalar zaman zaman kurt kılığına girerler. Bozkurda “Gök Oğlu” da denir. Halk kültüründe Bozkurt dişinin cepte taşınmasının nazardan koruyacağına inanılır. Yakut metinlerinde Bosko olarak bahsedilir. Kırgızlarda, bozkırda gezerken kurt görmek uğurdur. Rüyada kurt görmek de yine hayra yorulur. Hamile kadının nazardan korunması için yastığının altına kurt dişi veya derisi koyulur. Kurdun koyun sürüsüne dalması veya ahıra girmesi bereket sayılırdı. 

Başkurt rivayetlerine göre kurt onların atalarının önüne düşerek yol göstermiştir. Bu nedenle kendilerine başlarında kurt bulunan anlamına gelen Başkurt denmiştir. Hilal taktiği (veya Turan/Türk taktiği) adı verilen yarım çember ile düşmanı ortaya alıp çemberi kapatma stratejisinin kurtlardan görülerek ilk defa Türkler tarafından uygulanmıştır.
https://www.sozcu.com.tr/2018/gundem/bozkurt-isareti-nedir-ne-anlama-geliyor-iste-bozkurt-isaretinin-tarihcesi-2279278/