28 Ocak 2014 Salı

TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMALARINDA EHLİBEYTİN ROLÜ VE İSLAMİYET’İN GERÇEK TEMSİLCİLERİ



TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMALARINDA EHLİBEYTİN ROLÜ VE İSLAMİYET’İN GERÇEK TEMSİLCİLERİ
Türklerin, Arap topraklarını kuzeyden çevreleyen ve Ön Asya olarak adlandırılan alanda M.Ö. VII. yy’dan itibaren yaşamaya başladığı kabul edilmektedir.

 Bu devirden sonra İskitler (Sakalar) ve Kimmerler, Eftalitler (Akhun), sonraki dönemlerde ortaya çıkan Göktürkler, Uygurlar, Karluklar, Kırgızlar, Oğuzlar gibi Türk kavimleri Müslüman Türk devletlerinden önceki coğrafi yapıyı değiştirmişlerdi (1), dolayısıyla Türklerin Kafkasları aşarak, Kafkasya’nın güneyinden itibaren, Anadolu, Kuzey Irak, Kuzey Suriye ve İran’ın batı bölümlerine yayılmaları söz konusu olmuştu.

Arap ve İran coğrafyasına giren Türkler bu dönemden itibaren bölgede Göktürklerin, Avarların ve Hazarların kurdukları devletleraracılığıyla etkili olmaya başlamışlar,

Sasaniler ile Bizans arasında yapılan mücadelelerde önemli roller üstlenmişlerdi. Arapların söz konusu bölgelere ilk kez girişleri II. Halife Ömer zamanında İranlı Sasaniler ile yapılan Kadisiye (635) Savaşı’ndan sonra olmuştur.

 Bu savaştan önce, Yermuk Savaş’ı (634) ile Bizans’ı Suriye’den çıkaran Araplar, yine bu savaştan sonra bu kez Nihavend Savaş’ı (641) ile Sasani İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak İran’ı ele geçirmiş, böylece Türklerin İslam dini ile tanışmaları için gerekli zemini oluşturmuşlardı.

Ancak bu noktada, resmi tarihin bu karşılaşmaları takip eden olaylarla ilgili anlatılan bölümünün, bilimsel ve mantıksal dayanaklardan yoksun olduğunu ileri sürmek gerekmektedir. Çünkü akademik düzeyde birçok araştırmacı ve yazar Arapların fetihlerle İslam dinini yayarak kutsal bir görevi yerine getirdiklerini, Türklerin ise İslam dinini ilk fırsatta tanır tanımaz hemen sevdiklerini ve kabul etmekte zorluk çekmediklerini iddia etmekte, okullarda bu tarz bir bilgiyi genç beyinlere sunmaktadır.

 Bu iddialar, basit olmak bir yana İslam dininin özünü kavrayabilme düşüncesine de yüzyıllarca zarar vermiştir. Burada üzerinde durulması gereken iki konu vardır;

1) Türklerin İslam’ı benimsemelerinde göz ardı edilen ekonomik, siyasal ve toplumsal faktörlerin bir arada değerlendirilmesi,
2) 650’li yıllarda Araplarla ilişki içinde olan Türklerin neden 300 yıllık bir gecikmeyle Müslümanlığı kabul ettikleridir.

Bu konunun aydınlatılması için peygamberimiz Hz. Muhammed sonrasındaki siyasi entrikaların ve ortaya çıkan vahim tablonun yorumlanması gerekmektedir.

 Zira, Peygamberimizin vefatından sonra yapılan halife seçimlerinin aceleyle, tutarsız ve farklı şekillerde, İslamiyet öncesindeki kabile özelliklerinin ön planda tutularak yapılması, İslam’ın temiz ve has tarafına darbe indirmiş, dünyasallığı baş tacı etmiştir.

 Özellikle ilk halifenin seçiminin, Hz. Peygamber’in vefatı günü, henüz defni yapılmadan oldu-bittiyle gerçekleştirilmesi, Arap ileri gelenlerinin İslam’ı nasıl anladıklarının ve bundan nasıl uygulayacaklarının da işareti sayılmalıdır.

Sakife toplantısına Arap kabile ileri gelenleri o kadar çok itibar etmişlerdi ki, defin işiyle başta Hz. Ali olmak üzere sadece Peygamber’in aile fertleri iştirak etmişti.

 Gölpınarlı (1987) kitabında konuyu işlerken şöyle bir ifade kullanmaktadır: "Sahhâbe, Rasûlullah’ın cenazelerini, elemli hanedanına bırakarak Beni-Sâide Sakifesinde toplanmışlardı" (2). Böylece yönetim, Güney bölgesinin Arapları olan ve peygamberin soyunu taşıyan Haşimiler yerine, Kuzey bölgesinin Araplarını temsil eden Emevilerin eline geçmiş, zulüm, haksızlık, ahlaksızlık ve kötülük her tarafa yayılmıştır.

 Hz. Ali ve evladının yenik düşerek büyük zulümlerle ortadan kaldırılmalarını takip eden seçimler için Y.N.Öztürk (1993) "Kur’an’ın mesajına uygun bir yapılanmaya yol açmaktan çok iktidar ve çıkar hesapları uğruna vahyin emirlerini zorlamaya yönelik olmuştur" ve "içine entrikalar, politik oyunlar karışsa bile sonuç alınmıştır. Gel gör ki, bu sonuç, adeta ilahi vahiymiş gibi takdim edilmiştir" demektedir (3).


İşte Türklerin Müslümanlığı tanımaları böyle bir ortamda başlamış ve III. Halife Osman ile birlikte başlayan Emeviler’in iktidarı boyunca devam etmiştir.

Bu dönem, Hz. Muhammed’in, Kur’an’ı Kerim doğrultusunda, tarif ettiği ideal insan tipinin yerini, dünya hesaplarında kurnaz, politikada düzenbaz, ahlaki ve manevi değerlerde Allah korkusu olmayan canavar tiplere bıraktığı bir dönem olmuştur.

III. Halife Osman’ın oğlu Said bin Osman ile başlayan istilalar, Muaviye’nin Horasan’a atadığı valilerden Ubeydullah bin Ziyad, tarihlere zalim adıyla geçen Haccac bin Yusuf ve komutanı Kuteybe gibi şahsiyetlerle devam etmiş, Türkistan’da, Semerkand’da, Talikan’da Türklere akla hayale gelmeyecek zulümler yapılmış ve masum insanların kanları dökülmüştür.

 Türkler Arapları Emeviler döneminde Müslüman Arap ordularının Türkistan istilası sırasında bu şartlarda tanıdılar.

 Arapların kanlı fetih hareketlerinin yağmaya dönüşmesiyle ise Emevi yönetimine düşmanca tepkiler göstermeye başladılar.

Çağatay’a (1993) göre Türkler, Çinlilerle tarihi sürtüşmeleri nedeniyle, ilk sıralarda, Arap-Çin savaşlarında Araplara çok yardım etmişlerdi.

Ancak Araplar, daha sonra Türklere çok acımasız davrandıklarından onlarla 650’li yıllarda ilişki kurulduğu halde, Türkler İslamiyet’e bu yıllardan 300 yıl gibi çok uzun bir süre sonra, 940 yahut 960 yılında Karahanlılar hükümdarı Satuk Buğra Han yönetiminde girmişlerdir (4).

Bu gerçekler ışığında Kuzey bölgesinin Arapları olan Emevilerin İslam’ı yayma ve Allah adına cihad yapma gibi hiçbir amacı taşımadıkları çok açıktır.

 Buna rağmen bazı bilim adamları ve araştırmacılar bu konu üzerinde yeterince durmamaktadır.

 ÖYLEYSE EMEVİLERİ TÜRKLERİN OLDUĞU BÖLGEYE ÇEKEN NE OLMUŞTUR ?

 O devirde Horasan (aşağı Türkistan/yukarı Türkistan) ve Maveraünnehir bölgelerinin dünyanın en önemli ticaret yollarının kavşağı ve ticaret merkezi olduğu bilinmektedir (5). İşte bu, ganimet ve para arzusu ile dolu Emeviler için temel bir cazibe noktası olmuştur.

Bu aşamada Türkleri İslam dinine yaklaştıran temel faktörlerden birisinin "Ehlibeyt" olduğunu öne sürmek yanlış bir yaklaşım olmayacaktır. Çünkü birinci olarak, Hz. Ali’nin hilafeti devrinde Arapların, Türk ülkelerine yönelik baskıları durdurulmuş ve hatta Horasan bir nevi tahliye edilmişti. Türklerin rahat bir nefes aldığı, baskıların durduğu bu dönem, Türklerdeki Ali ve nesline karşı duyulan saygı ve muhabbetin oluşmasında etkili olmuştur (6). İkinci olarak, Emeviler ve daha sonra Abbasiler Haşimi soyundan olan, bizzat Hz. Muhammed’in torunları ve çocuklarına zulümde bulunuyorlardı ve bu durum Türklerle Ehlibeyt neslinin kader birliği yapmasına yol açmıştı.

 Bu konuda Ord. Prof. Dr. H. Nurbaki’nin (1998) naklettiği ve ahlaksız, zalim Yezid’in sebep olduğu Kerbelâ faciası ile ilgili rivayet dikkate değerdir: (7)


"Kerbela’da savaşın en şiddetli safhasında yedi Türk savaşçısı gelip Hz. Hüseyin efendimize Azerbaycan’a götürme önerisinde bulundular. Hz. Hüseyin efendimiz; "Kumandanınıza teşekkür ederim. Ancak yardımınız bana değil, hasta oğlum Abidin’e olacaktır. Ben şehit olduğumda onu alıp götürün" buyurdu.


"Meş’um olay meydana geldi ve Türkler Abidin hazretlerini alıp götürdüler. Hz. Abidin orada sağlığına kavuştu, Zeynel Abidin (ibadet edenlerin ziyneti) oldu; Medine’ye döndü ve mâna sırrı ilk kez Türklere böylece Ehlibeyt’ten intikal etti.

" Ehlibeyt’e has büyük mâna cereyanı; ilk kez gerçek İslamiyet’i, böylece Hazar gölünün güneyindeki Türklere aşıladı.

 Bu sır sonradan tüm Horasan ve çevresine nüfuz edecek, binlerce veli, galaksilerin coşkusu gibi İslam dünyasına yayılacaktır".

Önce Emevilerle, sonra Emevileri aratmayacak şekilde Abbasilerle devam baskılar, kanlı savaşlar Türkleri uzun süre İslam dininden uzak tuttu.

 Öyle ki, Emevilere karşı isyan eden Ebu Müslim’in ordusunda, daha Müslüman olmamış çok sayıda Türk bulunuyordu.

Gerçekte, bölgeye intikal eden Türkler Zerdüştlük, Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi inançlarla da temasa geçmişti ve bu şekilde din değiştirenler olmuştu.

 Ancak bu dinlerin hiçbirisi Şamanist Türkler üzerinde İslam dini kadar etkili olmamıştı. Bunun ardında yatan en önemli faktörlerden birisi Ehlibeytin sevgi, ilim ve irfan dolu ışığı olmuştur. Ehlibeyt aracılığıyla sunulan İslam’ın niteliği, daha sonra kültürel unsurların etkisiyle Türkler tarafından değişime uğratılacaktı, ama yine de başlangıçtaki etkisi gözden kaçırılamayacak kadar büyüktü.

Sonuç olarak Türkler Müslüman olmadan önce de olduktan sonra da Ehlibeyt büyüklerine kendilerini yakın hissetmişlerdi ve onlara büyük saygı duyuyorlardı. Cengiz Han’dan Timur’a, Tuğrul Bey’den Gazan Han’a, Olcaytu’dan II.Bayezid’e Türk-Moğol, Selçuklu Osmanlı bir çok sultan, padişah Ehlibeyt imamlarına karşı sempati duymuş, Onların mezarlarına ihtiram göstermiştir.

Karahanlılar ve Gaznelilerden Osmanlı imparatorluğuna uzanan tarihsel dönemde, Türkler arasında belirgin bir Sünni-Alevi çatışmasının çok uzun bir süre görülmemesinin nedenlerinden bir tanesi de bu olmalıdır.


Türkler arasında Sünni Alevi mücadelesi, Çaldıran Savaşı’nda (1514) Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’i yenmesinden sonra kesin olarak baş göstermiştir. Bu dönüm noktasından sonra Sünni ağırlıklı ve çoğu devşirme olan Osmanlılı yöneticileri ekonomik ve sosyal olayların da etkisiyle düşmanlığı körüklediler.
Gerçekte, Yavuz Selim’in Sünni liderliğini üstlenmek gibi hiçbir ideali olmamıştı. Tacü’t Tevarih kitabında Hoca Sadedin Efendi, Yavuz’un kendisine örnek olarak Hz.Ali’yi aldığını dahi yazmaktadır (8).

Yavuz, Babası II.Bayezid Bektaşi tarikatine büyük yakınlık içinde iken, büyük ölçüde siyasi ve ekonomik kaygılar peşindeydi. İpekyolu ticareti güzergahının, Osmanlı dışına taşması, bu nedenle de devletin gelirlerinin darbe almış olması ayrıca deniz ticaret yollarının da büyük önem kazanması, Yavuz’un dikkatini doğuya çevirmişti (9). Bu dönemde Basra hattı, Fırat nehrine kadar Alevi Safevi hakimiyetinde, Kızıldeniz ve Suriye ise Mısır Memlûklu hakimiyetindeydi.

 Yavuz, Sünnilik ve Alevilik konusunu malzeme olarak kullandı ve söz konusu dönemde Alevilerin öldürülmesi ilgili akıl almaz fetvalar verdirdi. Böylece, Anadolu’dan, Halep’e oradan Mısır’a geçerek Türkmen, Arap Alevi, binlerce insanı katletti.


Demek ki tarihsel süreçte dinlerin farklı coğrafyalara yayılmaları sırasında bazen öz olarak bazen de biçimsel olarak, mevcut inanç ve kültürle ilişkide olması ve değişime uğraması kaçınılmazdır; dolayısıyla sadece yüzeysel ve tek düzeyde ele alınamayacak kadar karmaşık ve dinamik bir yapılanmayı beraberinde getirmektedir. Burada önemli olan, dinlerin Allah’ın gönderdiği kutsal kitaplar ve peygamberler eksenindeki özüne sahip olmak ve bunu kuşaktan kuşağa aktarmaktır. Aksi takdirde inançların erozyona uğramaması ve değişmemesi mümkün değildir.


İslam dini son İlahi din olduğuna göre İslam’ı en doğru ve en güzel biçimde uygulayanlar, Hz. Muhammed’in vasiyeti doğrultusunda Kur’an ve Ehlibeyt çizgisinden sapmayanlardır ve O’nun en yakınında olanlardır.

Bugün dünyada bu özelliklere sahip olabilecek ve ilahi mesajı en doğru bir şekilde anlayabilecek tek topluluk "Arap Alevileri"dir.

 Çünkü, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e uzanan süreçte gerek inanç ve değerler açısından gerekse kültürel ve içtimaî açılardan evrensel ve ortak ilahi mesajı en az erozyona uğramış şekliyle anlayabilecek bir potansiyeli tarih boyunca kendi benliklerinde barındırabilmişlerdir.

Arap Alevileri dünyada sayıları az olmakla birlikte (Türkiye’de Hatay-Adana-Tarsus-Mersin hattında yoğun olarak bulunmaktadırlar) Kur’an’ı Kerim’in "Emanetlerine ve ahidlerine riayet edenler; şahitliklerini dosdoğru yapanlar; namazlarını koruyanlar; işte bunlar, cennetlerde ikramlara mazhar kılınırlar" (10) ayetlerine layık bir geçmişe sahiptirler.

Kaynaklar
  1. Gürün, Kâmuran, Türkler ve Türk Devletleri Tarihi, Bilgi Yayınevi, 1984, s. 141-143 ve s.157-212.
  2. Gölpınarlı, Abdülbaki, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Der Yayınları, 1987, s.56.
  3. Öztürk, Yaşar Nuri, 400 Soruda İslam, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2001, s. 195.
  4. Çağatay, Neşet, İslam Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayını, 1993.
  5. Çetinkaya, Nihat, Kızılbaş Türkler,  Kum Saati Yayınları, 2005, s.77.
  6. Nurbaki, Haluk, Türkistan’dan Türkiye’ye Anadolu Mucizesi, Damla Yayınları, s.16.
  7. Sadeddin Efendi, Hoca, Tacü’t Tevarih, C.IV, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1992, s. 123-124.
  8. Çetinkaya, a.g.e, s.473.
  9. Kur’an’ı Kerim, Mearic Suresi, 32, 33, 34 ve 35. ayetler.
 Hüseyin Mualla
Akad adana alevi kültürünü araştırma derneği

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.