TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMALARINDA
EHLİBEYTİN ROLÜ VE İSLAMİYET’İN GERÇEK TEMSİLCİLERİ
Türklerin, Arap topraklarını kuzeyden çevreleyen
ve Ön Asya olarak adlandırılan alanda M.Ö. VII. yy’dan itibaren yaşamaya
başladığı kabul edilmektedir.
Bu
devirden sonra İskitler (Sakalar) ve Kimmerler, Eftalitler (Akhun), sonraki
dönemlerde ortaya çıkan Göktürkler, Uygurlar, Karluklar, Kırgızlar, Oğuzlar
gibi Türk kavimleri Müslüman Türk devletlerinden önceki coğrafi yapıyı
değiştirmişlerdi (1), dolayısıyla Türklerin Kafkasları aşarak, Kafkasya’nın
güneyinden itibaren, Anadolu, Kuzey Irak, Kuzey Suriye ve İran’ın batı
bölümlerine yayılmaları söz konusu olmuştu.
Arap ve İran coğrafyasına giren Türkler bu dönemden itibaren
bölgede Göktürklerin, Avarların ve
Hazarların kurdukları devletleraracılığıyla etkili olmaya başlamışlar,
Sasaniler ile Bizans arasında yapılan mücadelelerde önemli
roller üstlenmişlerdi. Arapların söz konusu bölgelere ilk kez girişleri II.
Halife Ömer zamanında İranlı Sasaniler ile yapılan Kadisiye (635) Savaşı’ndan
sonra olmuştur.
Bu savaştan önce,
Yermuk Savaş’ı (634) ile Bizans’ı Suriye’den çıkaran Araplar, yine bu savaştan
sonra bu kez Nihavend Savaş’ı (641) ile Sasani İmparatorluğu’nu ortadan
kaldırarak İran’ı ele geçirmiş, böylece Türklerin İslam dini ile tanışmaları
için gerekli zemini oluşturmuşlardı.
Ancak bu noktada, resmi tarihin bu
karşılaşmaları takip eden olaylarla ilgili anlatılan bölümünün, bilimsel ve
mantıksal dayanaklardan yoksun olduğunu ileri sürmek gerekmektedir. Çünkü
akademik düzeyde birçok araştırmacı ve yazar Arapların fetihlerle İslam dinini
yayarak kutsal bir görevi yerine getirdiklerini, Türklerin ise İslam dinini ilk
fırsatta tanır tanımaz hemen sevdiklerini ve kabul etmekte zorluk
çekmediklerini iddia etmekte, okullarda bu tarz bir bilgiyi genç beyinlere
sunmaktadır.
Bu
iddialar, basit olmak bir yana İslam dininin özünü kavrayabilme düşüncesine de
yüzyıllarca zarar vermiştir. Burada üzerinde durulması gereken iki konu vardır;
1) Türklerin İslam’ı benimsemelerinde göz ardı
edilen ekonomik, siyasal ve toplumsal faktörlerin bir arada değerlendirilmesi,
2) 650’li yıllarda Araplarla ilişki içinde olan
Türklerin neden 300 yıllık bir gecikmeyle Müslümanlığı kabul ettikleridir.
Bu konunun aydınlatılması için peygamberimiz Hz.
Muhammed sonrasındaki siyasi entrikaların ve ortaya çıkan vahim tablonun
yorumlanması gerekmektedir.
Zira,
Peygamberimizin vefatından sonra yapılan halife seçimlerinin aceleyle, tutarsız
ve farklı şekillerde, İslamiyet öncesindeki kabile özelliklerinin ön planda
tutularak yapılması, İslam’ın temiz ve has tarafına darbe indirmiş,
dünyasallığı baş tacı etmiştir.
Özellikle
ilk halifenin seçiminin, Hz. Peygamber’in vefatı günü, henüz defni yapılmadan
oldu-bittiyle gerçekleştirilmesi, Arap ileri gelenlerinin İslam’ı nasıl
anladıklarının ve bundan nasıl uygulayacaklarının da işareti sayılmalıdır.
Sakife toplantısına Arap kabile ileri gelenleri
o kadar çok itibar etmişlerdi ki, defin işiyle başta Hz. Ali olmak üzere sadece
Peygamber’in aile fertleri iştirak etmişti.
Gölpınarlı (1987) kitabında konuyu işlerken
şöyle bir ifade kullanmaktadır: "Sahhâbe, Rasûlullah’ın cenazelerini,
elemli hanedanına bırakarak Beni-Sâide Sakifesinde toplanmışlardı" (2).
Böylece yönetim, Güney bölgesinin Arapları olan ve peygamberin soyunu taşıyan
Haşimiler yerine, Kuzey bölgesinin Araplarını temsil eden Emevilerin eline
geçmiş, zulüm, haksızlık, ahlaksızlık ve kötülük her tarafa yayılmıştır.
Hz. Ali
ve evladının yenik düşerek büyük zulümlerle ortadan kaldırılmalarını takip eden
seçimler için Y.N.Öztürk (1993) "Kur’an’ın mesajına uygun bir yapılanmaya
yol açmaktan çok iktidar ve çıkar hesapları uğruna vahyin emirlerini zorlamaya
yönelik olmuştur" ve "içine entrikalar, politik oyunlar karışsa bile
sonuç alınmıştır. Gel gör ki, bu sonuç, adeta ilahi vahiymiş gibi takdim
edilmiştir" demektedir (3).
İşte Türklerin Müslümanlığı tanımaları böyle bir
ortamda başlamış ve III. Halife Osman ile birlikte başlayan Emeviler’in
iktidarı boyunca devam etmiştir.
Bu dönem, Hz. Muhammed’in, Kur’an’ı
Kerim doğrultusunda, tarif ettiği ideal insan tipinin yerini, dünya
hesaplarında kurnaz, politikada düzenbaz, ahlaki ve manevi değerlerde Allah
korkusu olmayan canavar tiplere bıraktığı bir dönem olmuştur.
III. Halife Osman’ın oğlu Said bin Osman ile başlayan istilalar,
Muaviye’nin Horasan’a atadığı valilerden Ubeydullah bin Ziyad, tarihlere zalim
adıyla geçen Haccac bin Yusuf ve komutanı Kuteybe gibi şahsiyetlerle devam
etmiş, Türkistan’da, Semerkand’da, Talikan’da Türklere akla hayale gelmeyecek
zulümler yapılmış ve masum insanların kanları dökülmüştür.
Türkler
Arapları Emeviler döneminde Müslüman Arap ordularının Türkistan istilası
sırasında bu şartlarda tanıdılar.
Arapların
kanlı fetih hareketlerinin yağmaya dönüşmesiyle ise Emevi yönetimine düşmanca
tepkiler göstermeye başladılar.
Çağatay’a (1993) göre Türkler, Çinlilerle tarihi
sürtüşmeleri nedeniyle, ilk sıralarda, Arap-Çin savaşlarında Araplara çok
yardım etmişlerdi.
Ancak Araplar, daha sonra Türklere çok acımasız
davrandıklarından onlarla 650’li yıllarda ilişki kurulduğu halde, Türkler
İslamiyet’e bu yıllardan 300 yıl gibi çok uzun bir süre sonra, 940 yahut 960
yılında Karahanlılar hükümdarı Satuk Buğra Han yönetiminde girmişlerdir (4).
Bu gerçekler ışığında Kuzey bölgesinin Arapları
olan Emevilerin İslam’ı yayma ve Allah adına cihad yapma gibi hiçbir amacı
taşımadıkları çok açıktır.
Buna
rağmen bazı bilim adamları ve araştırmacılar bu konu üzerinde yeterince
durmamaktadır.
ÖYLEYSE EMEVİLERİ TÜRKLERİN
OLDUĞU BÖLGEYE ÇEKEN NE OLMUŞTUR ?
O devirde
Horasan (aşağı Türkistan/yukarı Türkistan) ve Maveraünnehir bölgelerinin
dünyanın en önemli ticaret yollarının kavşağı ve ticaret merkezi olduğu
bilinmektedir (5). İşte bu, ganimet ve para arzusu ile dolu Emeviler için temel
bir cazibe noktası olmuştur.
Bu aşamada Türkleri İslam dinine yaklaştıran temel faktörlerden
birisinin "Ehlibeyt" olduğunu öne sürmek yanlış bir yaklaşım
olmayacaktır. Çünkü birinci olarak, Hz. Ali’nin hilafeti devrinde
Arapların, Türk ülkelerine yönelik baskıları durdurulmuş ve hatta Horasan bir
nevi tahliye edilmişti. Türklerin rahat bir nefes aldığı, baskıların durduğu bu
dönem, Türklerdeki Ali ve nesline karşı duyulan saygı ve muhabbetin oluşmasında
etkili olmuştur (6). İkinci olarak, Emeviler ve daha sonra Abbasiler Haşimi
soyundan olan, bizzat Hz. Muhammed’in torunları ve çocuklarına zulümde
bulunuyorlardı ve bu durum Türklerle Ehlibeyt neslinin kader birliği yapmasına
yol açmıştı.
Bu konuda
Ord. Prof. Dr. H. Nurbaki’nin (1998) naklettiği ve ahlaksız, zalim Yezid’in
sebep olduğu Kerbelâ faciası ile ilgili rivayet dikkate değerdir: (7)
"Kerbela’da
savaşın en şiddetli safhasında yedi Türk savaşçısı gelip Hz. Hüseyin efendimize
Azerbaycan’a götürme önerisinde bulundular. Hz. Hüseyin efendimiz;
"Kumandanınıza teşekkür ederim. Ancak yardımınız bana değil, hasta oğlum
Abidin’e olacaktır. Ben şehit olduğumda onu alıp götürün" buyurdu.
"Meş’um olay meydana geldi ve Türkler
Abidin hazretlerini alıp götürdüler. Hz. Abidin orada sağlığına
kavuştu, Zeynel Abidin (ibadet edenlerin ziyneti) oldu; Medine’ye
döndü ve mâna sırrı ilk kez Türklere böylece Ehlibeyt’ten intikal etti.
" Ehlibeyt’e has büyük mâna cereyanı; ilk kez gerçek İslamiyet’i, böylece Hazar gölünün güneyindeki
Türklere aşıladı.
Bu sır
sonradan tüm Horasan ve çevresine nüfuz edecek, binlerce veli, galaksilerin
coşkusu gibi İslam dünyasına yayılacaktır".
Önce Emevilerle, sonra Emevileri aratmayacak
şekilde Abbasilerle devam baskılar, kanlı savaşlar Türkleri uzun süre İslam
dininden uzak tuttu.
Öyle ki,
Emevilere karşı isyan eden Ebu Müslim’in ordusunda, daha Müslüman olmamış çok
sayıda Türk bulunuyordu.
Gerçekte, bölgeye intikal eden Türkler Zerdüştlük, Budizm,
Maniheizm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi inançlarla da temasa geçmişti ve bu
şekilde din değiştirenler olmuştu.
Ancak bu
dinlerin hiçbirisi Şamanist Türkler üzerinde İslam dini kadar etkili olmamıştı.
Bunun ardında yatan en önemli faktörlerden birisi Ehlibeytin sevgi, ilim ve
irfan dolu ışığı olmuştur. Ehlibeyt aracılığıyla sunulan İslam’ın niteliği,
daha sonra kültürel unsurların etkisiyle Türkler tarafından değişime uğratılacaktı,
ama yine de başlangıçtaki etkisi gözden kaçırılamayacak kadar büyüktü.
Sonuç olarak Türkler Müslüman olmadan önce de
olduktan sonra da Ehlibeyt büyüklerine kendilerini yakın hissetmişlerdi ve
onlara büyük saygı duyuyorlardı. Cengiz Han’dan Timur’a, Tuğrul Bey’den Gazan
Han’a, Olcaytu’dan II.Bayezid’e Türk-Moğol, Selçuklu Osmanlı bir çok sultan,
padişah Ehlibeyt imamlarına karşı sempati duymuş, Onların mezarlarına ihtiram
göstermiştir.
Karahanlılar ve Gaznelilerden Osmanlı
imparatorluğuna uzanan tarihsel dönemde, Türkler arasında belirgin bir
Sünni-Alevi çatışmasının çok uzun bir süre görülmemesinin nedenlerinden bir
tanesi de bu olmalıdır.
Türkler arasında Sünni Alevi mücadelesi,
Çaldıran Savaşı’nda (1514) Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’i yenmesinden sonra
kesin olarak baş göstermiştir. Bu dönüm noktasından sonra Sünni ağırlıklı ve
çoğu devşirme olan Osmanlılı yöneticileri ekonomik ve sosyal olayların da
etkisiyle düşmanlığı körüklediler.
Gerçekte, Yavuz Selim’in Sünni liderliğini
üstlenmek gibi hiçbir ideali olmamıştı. Tacü’t Tevarih kitabında Hoca Sadedin
Efendi, Yavuz’un kendisine örnek olarak Hz.Ali’yi aldığını dahi
yazmaktadır (8).
Yavuz, Babası II.Bayezid Bektaşi tarikatine
büyük yakınlık içinde iken, büyük ölçüde siyasi ve ekonomik kaygılar
peşindeydi. İpekyolu ticareti güzergahının, Osmanlı dışına taşması, bu nedenle
de devletin gelirlerinin darbe almış olması ayrıca deniz ticaret yollarının da
büyük önem kazanması, Yavuz’un dikkatini doğuya çevirmişti (9). Bu dönemde
Basra hattı, Fırat nehrine kadar Alevi Safevi hakimiyetinde, Kızıldeniz ve
Suriye ise Mısır Memlûklu hakimiyetindeydi.
Yavuz,
Sünnilik ve Alevilik konusunu malzeme olarak kullandı ve söz konusu dönemde
Alevilerin öldürülmesi ilgili akıl almaz fetvalar verdirdi. Böylece,
Anadolu’dan, Halep’e oradan Mısır’a geçerek Türkmen, Arap Alevi, binlerce
insanı katletti.
Demek ki tarihsel süreçte dinlerin farklı
coğrafyalara yayılmaları sırasında bazen öz olarak bazen de biçimsel olarak,
mevcut inanç ve kültürle ilişkide olması ve değişime uğraması kaçınılmazdır;
dolayısıyla sadece yüzeysel ve tek düzeyde ele alınamayacak kadar karmaşık ve
dinamik bir yapılanmayı beraberinde getirmektedir. Burada önemli olan, dinlerin
Allah’ın gönderdiği kutsal kitaplar ve peygamberler eksenindeki özüne sahip
olmak ve bunu kuşaktan kuşağa aktarmaktır. Aksi takdirde inançların erozyona
uğramaması ve değişmemesi mümkün değildir.
İslam dini son İlahi din olduğuna göre İslam’ı
en doğru ve en güzel biçimde uygulayanlar, Hz. Muhammed’in vasiyeti
doğrultusunda Kur’an ve Ehlibeyt çizgisinden sapmayanlardır ve O’nun en
yakınında olanlardır.
Bugün dünyada bu özelliklere sahip olabilecek ve
ilahi mesajı en doğru bir şekilde anlayabilecek tek topluluk "Arap
Alevileri"dir.
Çünkü, Hz. Adem’den Hz.
Muhammed’e uzanan süreçte gerek inanç ve değerler açısından gerekse
kültürel ve içtimaî açılardan evrensel ve ortak ilahi mesajı en az erozyona
uğramış şekliyle anlayabilecek bir potansiyeli tarih boyunca kendi
benliklerinde barındırabilmişlerdir.
Arap Alevileri dünyada sayıları az olmakla
birlikte (Türkiye’de Hatay-Adana-Tarsus-Mersin hattında yoğun olarak
bulunmaktadırlar) Kur’an’ı Kerim’in "Emanetlerine ve ahidlerine riayet
edenler; şahitliklerini dosdoğru yapanlar; namazlarını koruyanlar; işte bunlar,
cennetlerde ikramlara mazhar kılınırlar" (10) ayetlerine layık bir geçmişe
sahiptirler.
Kaynaklar
- Gürün, Kâmuran, Türkler ve Türk Devletleri Tarihi, Bilgi Yayınevi, 1984, s. 141-143 ve s.157-212.
- Gölpınarlı, Abdülbaki, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Der Yayınları, 1987, s.56.
- Öztürk, Yaşar Nuri, 400 Soruda İslam, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2001, s. 195.
- Çağatay, Neşet, İslam Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayını, 1993.
- Çetinkaya, Nihat, Kızılbaş Türkler, Kum Saati Yayınları, 2005, s.77.
- Nurbaki, Haluk, Türkistan’dan Türkiye’ye Anadolu Mucizesi, Damla Yayınları, s.16.
- Sadeddin Efendi, Hoca, Tacü’t Tevarih, C.IV, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1992, s. 123-124.
- Çetinkaya, a.g.e, s.473.
- Kur’an’ı Kerim, Mearic Suresi, 32, 33, 34 ve 35. ayetler.
Hüseyin
Mualla
Akad adana
alevi kültürünü araştırma derneği
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.