9 Şubat 2014 Pazar

ŞAH İLE SULTAN



ŞAH İLE SULTAN
Türkiye’nin bugün karşı karşıya bulunduğu Kürt Sorunu olarak adlandırılan süreç, Şah ile Sultan arasında geçen Çaldıran Savaşı ile kendine bir temel bulmuş…
Irak kuzeyinde yaşayan ve ayrı bir Kürt devleti siyasetiyle Türkiye’yi ağır bir  tehdit altında düşüren Barzanilerin, bugün sahip olduğu siyasi ve askeri gücün kaynağı da, yine bu savaşın sonuçlarında görülüyor.
Çaldıran; bu bölgedeki Kürt aşiretlerinin siyasi, ekonomik, sosyal ve idari yapıda bir güç olarak ortaya çıkışlarının kod adı olarak tarihe yazılmış. Bu güç, birkaç yüzyıl içerisinde kendine öylesi bir yapı kurmuş ki, Türkiye hȃlȃ bu yapı üzerine inşa edilmekte olan ayrılıkçı Kürt siyasetini etkisizleştiremiyor, bunun için hȃlȃ uğraşıyor.
Neydi bu yapı?

Anadolu’da inşa edilen bu aşiret yapısını görebilmek için, Çaldıran öncesinde -savaşın nedenleri bir yana- bu bölgede yaşayan grupların etnik ve mezhep farklılıklarına bakılmasını şart koşuyor.
1071 Türk-Bizans Savaşı öncesi ve sonrası, İran’dan gelen Türk boyları bu bölgeye yerleşmiş. Hakim güç Alevi Türkmenler, bölgenin yönetim erki onlarda. Bölgede, aynı zamanda aşiret halinde yaşayan Sünni Kürtler de bulunuyor. Başka farklı grupların varlığı da söylenebilir, ancak tarihi yapan güç olmadıkları için onlar konumuz dışı.

Bölgenin batısında Sünni Osmanlı, doğusunda ise Safevi Devleti’ni kuran Aleviler egemenlik kurmuş. Bu iki Türk devleti, küresel güç olmak için hakimiyet alanını genişletmek düşüncesiyle yola çıkmış. Özellikle Şah İsmail liderliğindeki Alevi Türkmenler Doğu Anadolu bölgesine hızla yayılmış.
Yavuz Sultan Selim liderliğindeki Osmanlı Devleti ise batıdaki hakimiyetine, doğudaki bu gelişmeleri bir gölge gibi görmüş. Safevilerin bu etkinliğinden Osmanlı rahatsız. Nihayetinde, “Güç ol, bu güce gölge olmasın” düşünceleri, iki Türk beyini karşı karşıya getirmiş, yıl 1514…

Osmanlı öncesi, bölgede hakim güç Türkmenlerdir. Diğer Türkmen aşiretleri arasında yaşayan  Sünni aşiretler, hakim güç olan Şah İsmail’in Safevi Devleti idaresi altındadır. Osmanlı ile siyasi gerginliğin baş göstermesi, Şah İsmail’e karşıt aşiretler için yeni bir seçenek ortaya çıkarır. “Osmanlılarla bir olup mevcut yönetime karşı koyma” eğilimine yola açar. Bu eğilim giderek güçlenir ve Osmanlı-Aşiretler arasında siyasi bir ittifaka dönüşür.

Arabuluculuk yapan Bitlisli İdris’tir. Kendisi, başkenti Diyarbakır olan Akkoyunlu Hükümdarı Yakub’un sarayında danışmanlık yapmıştır. Bu devletin yıkılmasından sonra Safevilerle anlaşamamış, Osmanlı tarafına geçmiştir.
En tanınmış eseri, yaşadığı döneme kadarki Osmanlı Tarihi’ni ve padişahların hayatını anlattığı “Heşt-Behişt[1][1] adlı kitabıdır. Bölgesinde İdris-i Bitlisi olarak tanınan İdris, aşiretlerle Yavuz Sultan Selim arasında irtibat kurar, olası bir savaşta bu aşiretlerin Osmanlı’ya destek vermesini sağlar.
Bu desteği Bitlisli İdris, Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’e bir mektupla bildirir, şöyle ki:
Bilad-ı Ekrad (Kürt beldeleri) denilen Diyarbekir ve civarındaki mazlum Müslümanlar, Devlet-i Aliyenizin hizmetine taliptirler ve devlet ile din düşmanlarnın şerlerinden sizin yardım ve merhametlerinize masun olma
ümidindedirler…hi zaferini tamamlayacak derecede ehemmiyetlidir. Zira bu bölgenin ilhakıyla, bir taraftan Irak yani Bağdat ve Basra’nın yolları, diğer
taraftan Azerbaycan yolları ve bir diğer taraftan da Halep ve Şam yolları açılmış olacaktır. Allah’ın yardımı pek yakındır.”[2][2]

Şah İsmail’e karşı savaş açma düşüncesinde olan Osmanlı, bölgedeki bu aşiretlerin desteğini aldıktan sonra harekete geçer, Edirne’den yola çıkarak Şah İsmail’in orduları üzerine yürür. Türkiye’yi, bugünkü adıyla “Kürt sorunu” ile karşı karşıya getiren ilk olay böyle, Osmanlı’nın Safevilere karşı yerel aşiretlerle işbirliğine gitmesiyle başlar.

Osmanlı’nın yaptığı bu ittifak, mezhep farklıkları üzerine inşa edilir. Ayrışma derinleştirilir, karşı iki kutup ortaya çıkarılır. Bu kutuplar eliyle, Çaldıran Savaşı öncesi ve sonrasında, önce kışkırtmaya, derken bir katliama dönüştürülür; binlerce Türkmen sadece Alevi olduğu için hayatını kaybeder.
Mezhep farklılıkları üzerinden yürütülen bu siyaset, küresel güçlerin sonraki yüzyıllarda izleyeceği Osmanlı’yı parçalama stratejisinde belirleyici bir şekil alacaktır, ancak, o yıllarda ne Şah ne de Sultan bunun farkında olacaktır.
Bu sözler, o devirde  yazılmış olsaydı, herkes gülüp geçecektir. Özellikle,  günümüz Barzan coğrafyasında yaşanan etnik ve mezhep savaşları bu tespitimizi doğruluyor. Sünni mezhebe dayalı ayrılıkçı Kürt hareketini yürüten Barzani, bu ayrışmadan istifade ile teo-stratejik bir güç kazanıyor; Irak, “Kürt-Arap, Şii-Sünni” temelinde parçalanıyor, aynı coğrafyanın sakini Barzani ise yükselişini sürdürüyor…

Biz konumuza dönelim…
 Peki, her ikisi de Türk olan Şah ile Sultan arasındaki bu mezhep ayrılığı neye dayanmıştı?

Tarihçi Hammer bu konuda şöyle diyor:
“…İslamiyet’te birbirine karşı çıkan ve siyasi görüşleri de etkileyen mezhep çekişmelerinin kaynakları, Hz. Muhammed’in vefatından henüz otuz yıl geçmeden, yani Hülefa-i Raşidin’in son zamanlarında başlamıştır.
Hz. Ali’nin döneminde, kendilerini tutanlara karşı Emevi Hanedanı’nın kurucusu Muaviye taraftarları ortaya çıkmıştır. Şahadetlerinden sonra da, Hz. Ali evlatlarının haklarını arayanların karşısına bu kez Emevi Hanedanı taraftarları dikilir. Gerçekten İslam dünyasının idaresinin Hz. Ali’nin çocuklarına mı, yoksa Muaviye Hanedanı’na mı ait olacağını çözmek büyük ve önemli bir sorun olur.
Hz. Ali taraftarları ‘Şii’ adıyla tarihe geçer. Hilafet bakımından, Hz. Ali’nin vefatından sonra Emevi Hanedanı’nı tanımakta mahzur görmeyen ve imamlık müessesesine karşı halifelik müessesesini tutanlar da ‘Sünni’ adıyla adlandırılır.

Muaviye, gerek Hz. Ali’ye gerekse onun taraftarlarına karşı birkaç defa savaşmıştır. Fakat bu çarpışmaların en kanlısı Hicret’in otuz yedinci yılında (657) meydana gelen Sıffin’de yaşanır. Bu tarihten yirmi iki yıl sonra, Muaviye’nin oğlu ve halefi olan Yezid’in devrinde, Hz. Ali’nin en genç oğlu Hz. Hüseyin -başkaca hiçbir düşmanı olmasa da, sadece kuşatıldığı yerde susuzluktan yok olmasına yetecek kadar ıssız bir çölde- Kerbela sahrasında şehit edilir (Ekim 679).  Muaviye, Yezid ve taraftarlarının bu haksız hareketleri, Hz. Ali mensupları ile taraftarlarının onlara karşı nefret hisleri duymalarına yol açar. Karşılıklı olan bu duygular geniş ve uzlaşmaz bir ayrılığın başlangıcı olur.

1514 Çaldıran Savaşı’nın mimarları olan Osmanlı Hanedanı ile Safevi Hanedanı, Hz. Ali ve Muaviye’nin soyundan gelmemektedir. Kudret ve şöhret olarak rakip oldukları için, bu iki Türk Beyi yani Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında zaten doğal bir uzlaşmazlık vardır.
Buna bir de, Osmanlı ‘Sünni’, Safeviler ise ‘Şii’ öğretiye bağlı olduğu için, mezhep ayrılığı eklendiğinde aralarındaki çatışmanın boyutları görülür.
Çaldıran öncesinde her ikisi de, bu çatışmayı mezhep savaşına dönüştürebilmek için uğraş verir. Kendileri de bizzat savaş meydanında, Şiilerle Sünniler arasındaki eski düşmanlıkları kışkırtır. Bu kışkırtmalara her iki Bey’in tebaaları da katılır. Hıristiyan elçiler ise Osmanlı’dan yana tavır almıştır ve mezhep kışkırtıcılığını övmekten geri durmaz.
Tarihçiler, savaş öncesinde Yavuz Sultan Selim tarafından kırk binden fazla Şii’nin ya öldürülmüş ya da süresiz hapse atılmış olduğunu söylemektedir.”[3][3]

Kutsal din duygularının siyasi çıkarlara nasıl alet edildiğini gösterir bu olay, Türk tarihine yazılmış tek olay olmayacaktır…

Yüzyıllar sonra, 1917’de, Osmanlı tebaası Mekke Şerifi Hüseyin de benzer bir fetva ile Müslüman Arap halkı Osmanlı ordularına karşı kışkırtacaktır.

26 Haziran 1916’da, İngilizlerin vaatlerine aldanarak Osmanlı’ya isyan eden Şerif Hüseyin’in halkı dağıttığı bildiri, kutsal kavram ve sembolleri kullanılarak bir halkın nasıl kışkırtılabileceğini gösterir bir vesika olarak şöyle kayda geçirilir:
“...Mekkelilerin hayatlarına ve şereflerine karşı yapılan saldırıları protesto maksadıyla düzenledikleri bir gösteride, İttihadçı bir kumandanın emriyle halkın üzerine ve Kábe’ye top ateşi açıldı.

Kutsal Hacer-i Esved’in bir ve üç metre ilerisine iki mermi düştü. Kábe’nin örtüsü, bu mermiler yüzünden alev aldı. Vaziyeti gören halk ateşi söndürmek için Kábe’nin üzerine tırmanmaya çalıştığı sırada askerler topları yeniden ateşlediler ve masum halktan birçok kişi şehid oldu.

Halk günler boyu Harem-i Şerif’e giremedi ve Kábe’de namaz kılınamadı…”
 [1][3] Joseph Von Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, s. 340, Kapı Yayınları, 2008.


Bununla yetinmeyen Şerif Hüseyin, Osmanlı’nın Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlerden çekilerek yerini İngilizlere bırakması için, 10 Eylül 1916’da, ikinci bir bildiri dağıtır ve bu kez, Osmanlı askerini ahlaksızlıkla suçlayarak din kışkırtmasını sürdürür.

İnançların şahsi ve çıkar amaçları için nasıl suistimal edilebildiğini görülebilmesi için, bildiride geçen şu sözler dikkatle okunmayı hak ediyor: 
“…İttihadçılar’ın liderlerinden olan Cemal Paşa, Şam’da canının istediği kişiyi asıyor yahut vurduruyor. Orada açtığı bir gece kulübünde Şam’ın önde gelen ailelerinin kızlarını hizmetkár gibi kullandırıyor. Skandallarla dolu bu içkili umumhanede toplu seks partileri düzenleniyor ve Paşa subaylarına kendisine refakat etmelerini emrediyor. Verilen demeçlerde dini ve milli duygularımıza hakaretler ediliyor…”[4][4]

Öncesinde belirtildiği üzere, din istismarı Türk tarihinde görülen ne ilk ne son olaydır. Bunun bir başka örneği de Şeyh Sait’tir...
1925’te, Anadolu’da ayrı bir devlet siyasetiyle isyan eden Şeyh Sait, cumhuriyet ordularına karşı Müslüman masum halkın desteğini alabilmek için, din üzerinden kışkırtıcılık yapmaktan hiç geri durmamıştır. Hatta Şerif Hüseyin’den bir adım daha ileri gitmiş, halkı cumhuriyet ordularına karşı savaşa çağırmıştır;
...Zaptedeceğiniz Türk topları, Türk tüfenkleri, Türk mühimmatı, size káfidir. Rehberiniz Muhammed, yardımcınız Allah’tır. Kuvvetiniz, hükümet
kuvvetinin kat kat üstündedir. Cesaretiniz ve yiğitliğiniz, bütün dünyada

bilinmektedir. Gafletten kurtulun, elele vererek mukaddesatınızı kurtarın,
...kurtaracağınız İslámi mukaddesat ve milli haklar ile peygamberin ruhunu ve ...dedelerinizin ruhlarını şádedecek, onların soyundan gelmiş olduğunuzu isbat etmiş olacaksınız…’

Çaldıran’a dönelim…
Yıl, 1514…
Yer, Çaldıran…
Şah ile Sultan karşı karşıya…
Savaş öncesinde, bölgesel aşiretlerin desteği ve mezhep farklılıkları üzerinden yaratılan çatışma ortamı, Şah ile Sultan’ın karşılıklı mektuplaşmalarıyla daha da gerilir. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e gönderdiği mektuplarda kışkırtıcılığı şöyle sürdürür;
Ben ki Osmanlıların Hükümdarı, gazilerin başı, kahramanların efendisi, iman düşmanlarını yıkan, zalimlerin korkusu, kibirli kralların önünde baş eğdiği Sultan Mehmed oğlu, Beyazıd oğlu, muzaffer Sultan Selim Han’ım.
Sen İran ordularının başbuğu, şöhretli emir İsmail’sin.”

Buna karşılık, Şah İsmail de geri adım atmaz, Sultan Selim’e yazdığı cevabi mektupta, “kendisine ulaşan mektupların afyon sakızı ile sarhoş olmuş sekreterlerin işi olduğunu” ileri sürerek, bir de “içi afyon dolu altın bir kutu” hediye gönderir.
Yavuz Sultan Selim’i büyük bir öfkeye sevk eden bu olur; hediyeyi getiren elçinin parça parça edilerek öldürülmesine yol açar. Şah İsmail de, daha öncesinde aynı tepkide bulunmuş ve bir başka nedenle sarayına gönderilmiş olan Sultan’ın elçisini öldürmüştür.

Sultan Selim, 19 Mart 1514’te, Edirne’den Çaldıran’a doğru ordularıyla birlikte yola çıkar. 26 Haziran’da Uskulca’ya ulaşır. Sivas’ta resmi bir tören geçişi yapılır. Osmanlı ordusu güçlüdür; çok iyi silahlanmış yüz kırk bin asker, beş bin zahireci, altmış bin deve ve kırk bin ihtiyat askeri.
Ve iki ordu Çaldıran ovasında karşılaşır…

Osmanlı Ordusu, Sinan ve Zeynel Paşa’ların komutası altında bulunan Anadolu ve Karaman Beylerbeyilerinin süvarisi sağ kanatta, Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa’nın komutasındaki Rumeli askeri sol kanatta yer alacak şekilde tertiplenmiştir. Rumeli ve Anadolu azapları iki kanada dağıtılır. 
Yeniçeriler merkezdedir. Onların arkasında -maiyetinde üç veziri, yani Sadrazam Dokakin, Hersek Ahmed ve Mustafa Paşalar olduğu halde- Padişah bulunmaktadır. Arabalarla develer yeniçerilerin önlerinde bir siper oluşturur. Toplar, iki kanadın uçlarındaki azap alaylarının arkasına konulur ve zincirler birbirlerine bağlanmış olduklarından, geçilmesi imkȃnsız bir set yapar. Osmanlı ordusunun mevcudu yüz yirmi binden fazladır ve bunların seksen bin kadarı süvaridir.

 Şah İsmail’in ordusu da sayı bakımından hemen hemen Osmanlı’ya denktir. Diyarbakır Valisi Ustaçlıoğlu, Bağdat, Meşhet, Horasan ve Moğan valileri ile Nimetul’llahzade Mir Abdulbaki gibi tecrübeli komutanları savaş meydanında yer almıştır. Şah İsmail, ordusunu ikiye ayırır; kendisi birincinin başına geçer, diğerinin komutasını da Ustaçlıoğlu’na verir. Amacı; Osmanlı ordusunun sağ ve sol kanatlarına aynı anda hücum etmek, bu hattı aşıp birleşerek zafer kazanmaktır.

İlk hücumu Şah İsmail başlatır, Osmanlı’nın sol kanadına saldırır. Savaşın bu ilk anlarında, Osmanlı ordusunun sol kanadı çökmeye başlar, ancak sağ kanattaki Ustaçlıoğlu’nun hücumu başarısız olunca, Osmanlı yeniden toparlanır ve karşı hücuma geçer. Aynı anda topların önü açılır, Ustaçlıoğlu yoğun bir ateş altında kalır ve bu nedenle hayatını kaybedince, Osmanlı zaferi kazanır.
Tarihçi Hammer’e göre, Osmanlı’ya savaşı kazandıran iki temel faktör vardır; ilki, Ustaçlıoğlu’nun hücumunun başarısızlığı ve ardından hayatını kaybetmesi; diğeri ise, Osmanlı’nın beraberinde getirdiği ateş gücü yüksek topların varlığıdır, çünkü Şah İsmail’de bunlar yoktur.

Çaldıran’da iki taraf da çok kayıp verir. Şah’ın ordusundan on dört Han, Sultan’ın ordusundan da on Sancak Beyi hayatını kaybeder.
Şah İsmail yaralanmıştır, hemen geri çekilmeye başlar. Başkenti Tebriz’e vardığında konaklamaz, daha da geride olan Dergezin’e doğru çekilir.
Yavuz Sultan Selim ise, zaferinin ertesi günü Tebriz’e yürür ve on üç gün sonra burayı ele geçirir. Tebriz’den sonra Kars’a doğru ilerleyen Osmanlı orduları, sırasıyla Erzurum, Erzincan, Karahisar, Canik, Trabzon illerini de hakimiyeti altına alır, nihayetinde Amasya’ya geri döner

Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’in ordularını yendikten sonra, İdris-i Bitlisi aracılığıyla Kürt beyleriyle şu anlaşmaya varır: 
Kürt beyleri bağımsız olacak; Beyliklerde yönetim, Sultan’ın onayından geçmek şartıyla, Kürt geleneklerine göre soydan geçecek; Kürtler, Osmanlı yanında savaşa katılacak, Osmanlılar da Kürtleri olası bir saldırıya karşı savunacak; Kürtler, geleneksel Halifelik Hediyesi’ni ödemekle yükümlü olacak; Kürt beylikleri, Sultan ile birlikte savaşa katılmak zorunda olmalarına rağmen sınırlarını genişletemeyecekler”.

Bu anlaşmaya göre ‘Kürdistan’ diye sıkça vurgulanan Anadolu’nun doğusu üç yönetim şekline ayrılır. Hükümetler, Yurtluk-Ocaklık ve Sancaklar kurulur.
Artık Doğu Anadolu’da yeni bir yönetim şekli hayata geçmektedir; Mirler, Emirler, Ağalar, Beyler...

Arabulucu, Bitlisli İdris
Doğu Anadolu’da aşiretleri beyliklere dönüştüren Bitlisli İdris’tir.
40 bin Türkmen katliamı sonrasında ödüllendirilmiştir.
Bitlisli İdris, bu yararlılığından dolayı, iki bin Venedik Duka altını, sekiz hilat, kabzası altın işlemli bir kılıç ile padişahın Yavuz Selim’in takdirini kazanmıştır.
Bu yetmemiştir. Yavuz Sultan Selim, bağlılıklarını belirten beylere dağıtılmak üzere on yedi sancak, sırma işlemeli beş yüz hilat ve 25 bin Duka Venedik altını göndermiştir.“.

Osmanlı Devleti tarafından yurtluk-ocaklık ve hükûmet sancaklarına sahip olan Kürt beylerine, buraların kendi ailelerinin mülkiyetinde olduğuna dair birer temliknâme verilmiştir.
Bu temliknâmelerde ne şartlarla bu sancakları tasarruf edecekleri tek tek açıklanmıştır. İlki Yavuz Sultan Selim  zamanında verilen bu temliknâmeler her padişah döneminde yenilenmiştir.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde, bu bölgede yarı bağımsız beylere gönderilen bir “emr-i şerif” konuya şöyle açıklık getiriyor:
Yavuz zamanında İran’a karşı cephe alarak hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete sadakatle hizmet ifa eden, bilhassa sefere katılarak yararlılık gösterenlere, öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan yerler temlik ve ihsan edilmiştir.

Bu bölgelerde, güçlü ve kalabalık aşiretlerin reisleri ile çeşitli derebeylikler kurulur.

Ayrılıkçı Kürt siyaseti düşünürleri, bugün çözüm olarak gösterdikleri özerklik fikrine dayanak olarak, Çaldıran sonrası bölgede kurulan bu feodal yapıyı işaret ediyor. Ancak, bu çözümde “her olayın kendi tarihsel dönemi içerisinde değerlendirmek” düşüncesi dikkate alınmıyor. Tersine, Çaldıran koşulları ile günümüz arasında doğrudan bir ilişki kuruluyor.

Dr. Cabir Doğan’ın akademik araştırmasında geçen ve özerklik olarak duyurulan Yavuz Sultan Selim’in İdris-i Bitlisi’ye gönderdiği ferman şöyledir;
Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de Devlet’e doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa (Serasker-i Sultan İbrahim Paşa’nın) bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine,
gerek Devlet’e karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverliklerin karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ovakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarda ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle, babadan oğla intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir…”

Çaldıran sonrasında, Sultan Yavuz Selim Mısır fethine çıkar, İdris de beraberindedir. Kahire’nin fethinden bir süre sonra, Bitlisli İdris diğer namıyla İdris-i Bitlisi hayata gözlerini yumar.

Osmanlı’da ilk kurulan ‘Beylerbeylik’, Bitlisli İdris’in idari düzenlemesiyle ortaya çıkan Diyarbakır Beylerbeyliği’dir.  İlk Beylerbeyi de Bıyıklı Mehmed Paşa’dır (4 Kasım 1515). Bağlı olan sancaklar şöyledir; Musul, Süleymaniye ve Cezire, yani Barzan…

İşte 1514’te Çaldıran’da olan budur…
Şah İsmail’e karşı Yavuz Sultan Seliam yanında savaşan aşiretler ödüllendirilmiş ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da feodal aşiret ağalıkları kurulmuştur.
Tarihin cilvesi odur ki, Türkmenlere karşı Yavuz Sultan Selim yanında savaştıkları için ödüllendirilen bu aşiretler, Osmanlı güç ve toprak kaybına uğradığında, Osmanlı’ya ilk isyan eden de yine onlar olacaktır; Baban, Bedirhan ve Soran aşiret ağaları…
1514’te kurulan bu feodal yapı hala hüküm sürmektedir… 
Erdal Sarızeybek 
[1][1] Heşt-Behişt; Farsça, sekiz cennet.
 [1][2] Kürt Sorunu, Tan, s.74.
[1][4] Murat Bardakçı, Hürriyet Gazetesi, 11 Aralık 2005, 







[1][1] Heşt-Behişt; Farsça, sekiz cennet.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.