ŞAH İLE SULTAN
Türkiye’nin bugün
karşı karşıya bulunduğu Kürt Sorunu olarak adlandırılan süreç, Şah ile Sultan
arasında geçen Çaldıran Savaşı ile kendine bir temel bulmuş…
Irak kuzeyinde yaşayan ve ayrı bir Kürt devleti siyasetiyle Türkiye’yi ağır bir tehdit altında düşüren Barzanilerin, bugün
sahip olduğu siyasi ve askeri gücün kaynağı da, yine bu savaşın sonuçlarında
görülüyor.
Çaldıran; bu bölgedeki Kürt aşiretlerinin siyasi, ekonomik, sosyal ve
idari yapıda bir güç olarak ortaya çıkışlarının kod adı olarak tarihe yazılmış.
Bu güç, birkaç yüzyıl içerisinde kendine
öylesi bir yapı kurmuş ki, Türkiye hȃlȃ bu yapı üzerine inşa edilmekte olan
ayrılıkçı Kürt siyasetini etkisizleştiremiyor, bunun için hȃlȃ uğraşıyor.
Neydi bu yapı?
Anadolu’da inşa
edilen bu aşiret yapısını görebilmek için, Çaldıran öncesinde -savaşın
nedenleri bir yana- bu bölgede yaşayan grupların etnik ve mezhep
farklılıklarına bakılmasını şart koşuyor.
1071 Türk-Bizans
Savaşı öncesi ve sonrası, İran’dan gelen Türk boyları bu bölgeye yerleşmiş. Hakim güç Alevi Türkmenler, bölgenin
yönetim erki onlarda. Bölgede, aynı zamanda aşiret halinde yaşayan Sünni Kürtler de bulunuyor. Başka
farklı grupların varlığı da söylenebilir, ancak tarihi yapan güç olmadıkları
için onlar konumuz dışı.
Bölgenin batısında
Sünni Osmanlı, doğusunda ise Safevi Devleti’ni kuran Aleviler egemenlik kurmuş.
Bu iki Türk devleti, küresel güç olmak için hakimiyet alanını genişletmek
düşüncesiyle yola çıkmış. Özellikle Şah İsmail
liderliğindeki Alevi Türkmenler Doğu Anadolu bölgesine hızla yayılmış.
Yavuz Sultan Selim
liderliğindeki Osmanlı Devleti ise batıdaki hakimiyetine, doğudaki bu
gelişmeleri bir gölge gibi görmüş. Safevilerin bu etkinliğinden Osmanlı rahatsız. Nihayetinde,
“Güç ol, bu güce gölge olmasın”
düşünceleri, iki Türk beyini karşı
karşıya getirmiş, yıl 1514…
Osmanlı öncesi,
bölgede hakim güç Türkmenlerdir. Diğer Türkmen aşiretleri arasında yaşayan Sünni aşiretler, hakim güç olan Şah İsmail’in
Safevi Devleti idaresi altındadır. Osmanlı ile siyasi gerginliğin baş göstermesi, Şah İsmail’e
karşıt aşiretler için yeni bir seçenek ortaya çıkarır. “Osmanlılarla bir olup mevcut yönetime karşı koyma” eğilimine yola
açar. Bu eğilim giderek güçlenir ve
Osmanlı-Aşiretler arasında siyasi bir ittifaka dönüşür.
Arabuluculuk yapan
Bitlisli İdris’tir. Kendisi, başkenti Diyarbakır olan Akkoyunlu Hükümdarı
Yakub’un sarayında danışmanlık yapmıştır. Bu devletin yıkılmasından sonra
Safevilerle anlaşamamış, Osmanlı tarafına geçmiştir.
En tanınmış eseri, yaşadığı döneme kadarki Osmanlı Tarihi’ni ve
padişahların hayatını anlattığı “Heşt-Behişt”[1][1] adlı kitabıdır. Bölgesinde İdris-i Bitlisi olarak tanınan İdris,
aşiretlerle Yavuz Sultan Selim
arasında irtibat kurar, olası bir savaşta bu aşiretlerin Osmanlı’ya destek
vermesini sağlar.
Bu desteği Bitlisli
İdris, Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’e bir mektupla bildirir, şöyle ki:
“ Bilad-ı Ekrad (Kürt beldeleri) denilen
Diyarbekir ve civarındaki mazlum Müslümanlar, Devlet-i Aliyenizin hizmetine
taliptirler ve devlet ile din düşmanlarnın şerlerinden sizin yardım ve
merhametlerinize masun olma
ümidindedirler…hi zaferini
tamamlayacak derecede ehemmiyetlidir. Zira bu bölgenin ilhakıyla, bir taraftan Irak yani Bağdat ve Basra’nın yolları,
diğer
taraftan Azerbaycan yolları ve bir diğer taraftan da Halep ve
Şam yolları açılmış olacaktır.
Allah’ın yardımı pek yakındır.”[2][2]
Şah İsmail’e karşı
savaş açma düşüncesinde olan Osmanlı, bölgedeki bu aşiretlerin desteğini
aldıktan sonra harekete geçer, Edirne’den yola çıkarak Şah İsmail’in orduları
üzerine yürür. Türkiye’yi, bugünkü adıyla “Kürt sorunu” ile karşı karşıya getiren ilk olay böyle, Osmanlı’nın
Safevilere karşı yerel aşiretlerle işbirliğine gitmesiyle başlar.
Osmanlı’nın yaptığı
bu ittifak, mezhep farklıkları üzerine inşa edilir. Ayrışma derinleştirilir,
karşı iki kutup ortaya çıkarılır. Bu kutuplar eliyle, Çaldıran Savaşı öncesi ve
sonrasında, önce kışkırtmaya, derken bir katliama dönüştürülür; binlerce
Türkmen sadece Alevi olduğu için hayatını kaybeder.
Mezhep
farklılıkları üzerinden yürütülen bu siyaset, küresel güçlerin sonraki
yüzyıllarda izleyeceği Osmanlı’yı parçalama stratejisinde belirleyici bir şekil
alacaktır, ancak, o yıllarda ne Şah ne de Sultan bunun farkında olacaktır.
Bu sözler, o devirde yazılmış
olsaydı, herkes gülüp geçecektir. Özellikle,
günümüz Barzan coğrafyasında yaşanan etnik ve mezhep savaşları bu tespitimizi doğruluyor. Sünni mezhebe dayalı ayrılıkçı Kürt
hareketini yürüten Barzani, bu ayrışmadan istifade ile teo-stratejik bir güç
kazanıyor; Irak, “Kürt-Arap,
Şii-Sünni” temelinde parçalanıyor, aynı coğrafyanın sakini Barzani ise yükselişini sürdürüyor…
Biz konumuza
dönelim…
Peki, her ikisi de Türk olan Şah
ile Sultan arasındaki bu mezhep ayrılığı neye dayanmıştı?
Tarihçi Hammer bu konuda şöyle
diyor:
“…İslamiyet’te
birbirine karşı çıkan ve siyasi görüşleri de etkileyen mezhep çekişmelerinin kaynakları, Hz. Muhammed’in vefatından henüz otuz yıl geçmeden, yani Hülefa-i
Raşidin’in son zamanlarında başlamıştır.
Hz. Ali’nin
döneminde, kendilerini tutanlara karşı Emevi
Hanedanı’nın kurucusu Muaviye taraftarları ortaya çıkmıştır.
Şahadetlerinden sonra da, Hz. Ali
evlatlarının haklarını arayanların karşısına bu kez Emevi Hanedanı taraftarları dikilir. Gerçekten İslam dünyasının
idaresinin Hz. Ali’nin çocuklarına mı,
yoksa Muaviye Hanedanı’na mı ait olacağını çözmek büyük ve önemli bir sorun
olur.
Hz. Ali taraftarları ‘Şii’ adıyla
tarihe geçer.
Hilafet bakımından, Hz. Ali’nin vefatından sonra Emevi Hanedanı’nı tanımakta
mahzur görmeyen ve imamlık müessesesine karşı halifelik müessesesini tutanlar
da ‘Sünni’ adıyla adlandırılır.
Muaviye, gerek
Hz. Ali’ye gerekse onun taraftarlarına karşı birkaç defa savaşmıştır. Fakat bu çarpışmaların en kanlısı Hicret’in
otuz yedinci yılında (657) meydana gelen Sıffin’de yaşanır. Bu tarihten
yirmi iki yıl sonra, Muaviye’nin oğlu ve
halefi olan Yezid’in devrinde, Hz. Ali’nin en genç oğlu Hz. Hüseyin -başkaca
hiçbir düşmanı olmasa da, sadece kuşatıldığı yerde susuzluktan yok olmasına
yetecek kadar ıssız bir çölde- Kerbela sahrasında şehit edilir (Ekim 679). Muaviye,
Yezid ve taraftarlarının bu haksız hareketleri, Hz. Ali mensupları ile taraftarlarının onlara karşı nefret hisleri
duymalarına yol açar. Karşılıklı olan bu duygular geniş ve uzlaşmaz bir
ayrılığın başlangıcı olur.
1514 Çaldıran Savaşı’nın mimarları
olan Osmanlı Hanedanı ile Safevi Hanedanı, Hz. Ali ve Muaviye’nin soyundan
gelmemektedir.
Kudret ve şöhret olarak rakip oldukları için, bu iki Türk Beyi yani Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında zaten
doğal bir uzlaşmazlık vardır.
Buna bir de, Osmanlı ‘Sünni’, Safeviler ise ‘Şii’
öğretiye bağlı olduğu için, mezhep ayrılığı eklendiğinde aralarındaki
çatışmanın boyutları görülür.
Çaldıran öncesinde her ikisi de, bu
çatışmayı mezhep savaşına dönüştürebilmek için uğraş verir. Kendileri de bizzat savaş
meydanında, Şiilerle Sünniler arasındaki eski düşmanlıkları kışkırtır. Bu
kışkırtmalara her iki Bey’in tebaaları da katılır. Hıristiyan elçiler ise Osmanlı’dan yana tavır almıştır ve mezhep
kışkırtıcılığını övmekten geri durmaz.
Tarihçiler, savaş öncesinde Yavuz
Sultan Selim tarafından kırk binden fazla Şii’nin ya öldürülmüş ya da süresiz
hapse atılmış olduğunu söylemektedir.”[3][3]
Kutsal din
duygularının siyasi çıkarlara nasıl alet edildiğini gösterir bu olay, Türk
tarihine yazılmış tek olay olmayacaktır…
Yüzyıllar sonra, 1917’de, Osmanlı
tebaası Mekke Şerifi Hüseyin de benzer bir fetva ile Müslüman Arap halkı
Osmanlı ordularına karşı kışkırtacaktır.
26 Haziran 1916’da,
İngilizlerin vaatlerine aldanarak Osmanlı’ya isyan eden Şerif Hüseyin’in
halkı dağıttığı bildiri, kutsal kavram ve sembolleri kullanılarak bir
halkın nasıl kışkırtılabileceğini gösterir bir vesika olarak şöyle kayda
geçirilir:
“...Mekkelilerin hayatlarına ve
şereflerine karşı yapılan saldırıları protesto maksadıyla düzenledikleri bir
gösteride, İttihadçı bir kumandanın
emriyle halkın üzerine ve Kábe’ye top ateşi açıldı.
Kutsal Hacer-i Esved’in bir ve üç
metre ilerisine iki mermi düştü. Kábe’nin
örtüsü, bu mermiler yüzünden alev aldı. Vaziyeti gören halk ateşi söndürmek
için Kábe’nin üzerine tırmanmaya çalıştığı sırada askerler topları yeniden
ateşlediler ve masum halktan birçok kişi şehid oldu.
Halk
günler boyu Harem-i Şerif’e giremedi ve Kábe’de namaz kılınamadı…”
[1][3] Joseph Von Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, s. 340,
Kapı Yayınları, 2008.
Bununla yetinmeyen Şerif
Hüseyin, Osmanlı’nın Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlerden çekilerek
yerini İngilizlere bırakması için, 10
Eylül 1916’da, ikinci bir bildiri dağıtır ve bu kez, Osmanlı askerini
ahlaksızlıkla suçlayarak din kışkırtmasını sürdürür.
İnançların şahsi ve çıkar amaçları
için nasıl suistimal edilebildiğini görülebilmesi için, bildiride geçen şu
sözler dikkatle okunmayı hak ediyor:
“…İttihadçılar’ın liderlerinden olan
Cemal Paşa, Şam’da canının
istediği kişiyi asıyor yahut vurduruyor. Orada açtığı bir gece kulübünde Şam’ın önde gelen ailelerinin kızlarını hizmetkár
gibi kullandırıyor. Skandallarla dolu bu
içkili umumhanede toplu seks partileri düzenleniyor ve Paşa subaylarına
kendisine refakat etmelerini emrediyor. Verilen demeçlerde dini ve milli duygularımıza hakaretler ediliyor…”[4][4]
Öncesinde
belirtildiği üzere, din istismarı Türk tarihinde görülen ne ilk ne son olaydır.
Bunun bir başka örneği de Şeyh Sait’tir...
1925’te,
Anadolu’da ayrı bir devlet siyasetiyle isyan eden Şeyh Sait, cumhuriyet
ordularına karşı Müslüman masum halkın desteğini alabilmek için, din üzerinden
kışkırtıcılık yapmaktan hiç geri durmamıştır. Hatta Şerif Hüseyin’den bir
adım daha ileri gitmiş, halkı cumhuriyet ordularına karşı savaşa çağırmıştır;
‘...Zaptedeceğiniz Türk topları, Türk tüfenkleri, Türk mühimmatı, size
káfidir. Rehberiniz Muhammed, yardımcınız Allah’tır. Kuvvetiniz, hükümet
kuvvetinin kat
kat üstündedir. Cesaretiniz ve yiğitliğiniz, bütün dünyada
bilinmektedir. Gafletten kurtulun,
elele vererek mukaddesatınızı kurtarın,
...kurtaracağınız İslámi mukaddesat
ve milli haklar ile peygamberin ruhunu ve ...dedelerinizin ruhlarını şádedecek,
onların soyundan gelmiş olduğunuzu isbat etmiş olacaksınız…’
Çaldıran’a dönelim…
Yıl, 1514…
Yer, Çaldıran…
Şah ile Sultan karşı karşıya…
Savaş
öncesinde, bölgesel aşiretlerin desteği ve mezhep farklılıkları üzerinden
yaratılan çatışma ortamı, Şah ile Sultan’ın karşılıklı mektuplaşmalarıyla daha
da gerilir. Yavuz Sultan Selim, Şah
İsmail’e gönderdiği mektuplarda kışkırtıcılığı şöyle sürdürür;
“Ben ki Osmanlıların Hükümdarı, gazilerin
başı, kahramanların efendisi, iman düşmanlarını yıkan, zalimlerin korkusu,
kibirli kralların önünde baş eğdiği Sultan Mehmed oğlu, Beyazıd oğlu, muzaffer
Sultan Selim Han’ım.
Sen
İran ordularının başbuğu, şöhretli emir İsmail’sin.”
Buna karşılık, Şah İsmail de geri
adım atmaz,
Sultan Selim’e yazdığı cevabi mektupta, “kendisine
ulaşan mektupların afyon sakızı ile sarhoş olmuş sekreterlerin işi olduğunu”
ileri sürerek, bir de “içi afyon dolu altın bir kutu”
hediye gönderir.
Yavuz Sultan Selim’i büyük bir
öfkeye sevk eden bu olur;
hediyeyi getiren elçinin parça parça edilerek öldürülmesine yol açar. Şah İsmail de, daha öncesinde aynı tepkide
bulunmuş ve bir başka nedenle sarayına gönderilmiş olan Sultan’ın elçisini
öldürmüştür.
Sultan Selim, 19 Mart 1514’te,
Edirne’den Çaldıran’a doğru ordularıyla birlikte yola çıkar. 26 Haziran’da Uskulca’ya ulaşır.
Sivas’ta resmi bir tören geçişi yapılır. Osmanlı
ordusu güçlüdür; çok iyi silahlanmış yüz kırk bin asker, beş bin zahireci,
altmış bin deve ve kırk bin ihtiyat askeri.
Ve iki ordu Çaldıran ovasında
karşılaşır…
Osmanlı Ordusu,
Sinan ve Zeynel Paşa’ların komutası altında bulunan Anadolu ve Karaman
Beylerbeyilerinin süvarisi sağ kanatta, Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa’nın
komutasındaki Rumeli askeri sol kanatta yer alacak şekilde tertiplenmiştir.
Rumeli ve Anadolu azapları iki kanada dağıtılır.
Yeniçeriler merkezdedir. Onların arkasında -maiyetinde üç
veziri, yani Sadrazam Dokakin, Hersek Ahmed ve Mustafa Paşalar olduğu halde-
Padişah bulunmaktadır. Arabalarla develer yeniçerilerin önlerinde bir siper
oluşturur. Toplar, iki kanadın uçlarındaki azap alaylarının arkasına konulur ve
zincirler birbirlerine bağlanmış olduklarından, geçilmesi imkȃnsız bir set
yapar. Osmanlı ordusunun mevcudu yüz yirmi binden fazladır ve bunların seksen
bin kadarı süvaridir.
Şah İsmail’in ordusu da sayı bakımından hemen
hemen Osmanlı’ya denktir.
Diyarbakır Valisi Ustaçlıoğlu, Bağdat, Meşhet, Horasan ve Moğan valileri ile
Nimetul’llahzade Mir Abdulbaki gibi tecrübeli komutanları savaş meydanında yer
almıştır. Şah İsmail, ordusunu ikiye
ayırır; kendisi birincinin başına geçer, diğerinin komutasını da Ustaçlıoğlu’na
verir. Amacı; Osmanlı ordusunun
sağ ve sol kanatlarına aynı anda hücum etmek, bu hattı aşıp birleşerek zafer
kazanmaktır.
İlk hücumu Şah İsmail başlatır,
Osmanlı’nın sol kanadına saldırır.
Savaşın bu ilk anlarında, Osmanlı ordusunun sol kanadı çökmeye başlar, ancak
sağ kanattaki Ustaçlıoğlu’nun hücumu başarısız olunca, Osmanlı yeniden
toparlanır ve karşı hücuma geçer. Aynı anda topların önü açılır, Ustaçlıoğlu yoğun bir ateş altında kalır ve
bu nedenle hayatını kaybedince, Osmanlı zaferi kazanır.
Tarihçi Hammer’e göre, Osmanlı’ya
savaşı kazandıran iki temel faktör vardır; ilki, Ustaçlıoğlu’nun hücumunun başarısızlığı ve ardından
hayatını kaybetmesi; diğeri ise, Osmanlı’nın beraberinde getirdiği ateş gücü
yüksek topların varlığıdır, çünkü Şah İsmail’de bunlar yoktur.
Çaldıran’da iki taraf da çok kayıp
verir. Şah’ın ordusundan
on dört Han, Sultan’ın ordusundan da on Sancak Beyi hayatını kaybeder.
Şah İsmail yaralanmıştır, hemen geri
çekilmeye başlar.
Başkenti Tebriz’e vardığında konaklamaz, daha da geride olan Dergezin’e doğru
çekilir.
Yavuz Sultan Selim ise, zaferinin ertesi günü Tebriz’e
yürür ve on üç gün sonra burayı ele geçirir. Tebriz’den sonra Kars’a doğru ilerleyen Osmanlı orduları, sırasıyla
Erzurum, Erzincan, Karahisar, Canik, Trabzon illerini de hakimiyeti altına
alır, nihayetinde Amasya’ya geri döner.
Yavuz Sultan Selim,
Şah İsmail’in ordularını yendikten sonra, İdris-i Bitlisi aracılığıyla Kürt
beyleriyle şu anlaşmaya varır:
“Kürt
beyleri bağımsız olacak;
Beyliklerde yönetim, Sultan’ın onayından geçmek şartıyla, Kürt geleneklerine göre soydan geçecek; Kürtler, Osmanlı yanında
savaşa katılacak, Osmanlılar da Kürtleri olası bir saldırıya karşı savunacak;
Kürtler, geleneksel Halifelik
Hediyesi’ni ödemekle yükümlü olacak; Kürt beylikleri, Sultan ile birlikte
savaşa katılmak zorunda olmalarına rağmen sınırlarını genişletemeyecekler”.
Bu anlaşmaya göre ‘Kürdistan’ diye sıkça vurgulanan Anadolu’nun doğusu üç
yönetim şekline ayrılır. Hükümetler, Yurtluk-Ocaklık ve Sancaklar kurulur.
Artık Doğu
Anadolu’da yeni bir yönetim şekli hayata geçmektedir; Mirler, Emirler, Ağalar,
Beyler...
Arabulucu, Bitlisli
İdris
Doğu Anadolu’da aşiretleri
beyliklere dönüştüren Bitlisli İdris’tir.
40 bin Türkmen katliamı sonrasında
ödüllendirilmiştir.
Bitlisli İdris, bu yararlılığından
dolayı, iki bin Venedik Duka altını, sekiz hilat, kabzası altın işlemli bir
kılıç ile padişahın Yavuz Selim’in takdirini kazanmıştır.
Bu yetmemiştir. Yavuz Sultan Selim,
bağlılıklarını belirten beylere dağıtılmak üzere on yedi sancak, sırma işlemeli
beş yüz hilat ve 25 bin Duka Venedik altını göndermiştir.“.
Osmanlı Devleti tarafından
yurtluk-ocaklık ve hükûmet sancaklarına sahip olan Kürt beylerine, buraların
kendi ailelerinin mülkiyetinde olduğuna dair birer temliknâme verilmiştir.
Bu
temliknâmelerde ne şartlarla bu sancakları tasarruf edecekleri tek tek
açıklanmıştır. İlki Yavuz Sultan
Selim zamanında verilen bu temliknâmeler
her padişah döneminde yenilenmiştir.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde, bu
bölgede yarı bağımsız beylere gönderilen bir “emr-i şerif” konuya şöyle açıklık
getiriyor:
“Yavuz zamanında İran’a karşı cephe alarak hayırlı hizmetlerde
bulunan ve şimdi de devlete sadakatle hizmet ifa eden, bilhassa sefere
katılarak yararlılık gösterenlere, öteden beri ellerinde ve tasarruflarında
bulunan yerler temlik ve ihsan edilmiştir.”
Bu bölgelerde, güçlü ve kalabalık
aşiretlerin reisleri ile çeşitli derebeylikler kurulur.
Ayrılıkçı Kürt siyaseti düşünürleri,
bugün çözüm olarak gösterdikleri özerklik fikrine dayanak olarak, Çaldıran
sonrası bölgede kurulan bu feodal yapıyı işaret ediyor. Ancak, bu çözümde “her olayın kendi tarihsel dönemi içerisinde
değerlendirmek” düşüncesi dikkate alınmıyor. Tersine, Çaldıran koşulları
ile günümüz arasında doğrudan bir ilişki kuruluyor.
Dr. Cabir Doğan’ın akademik
araştırmasında geçen ve özerklik olarak duyurulan Yavuz Sultan Selim’in İdris-i
Bitlisi’ye gönderdiği ferman şöyledir;
“Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında
Kızılbaşlara cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de
Devlet’e doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa (Serasker-i Sultan İbrahim
Paşa’nın) bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesinde
yararlılıklar gösteren Kürt beylerine,
gerek Devlet’e karşı gösterdikleri
öz kulluk ve dilaverliklerin karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki
müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve
kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ovakları olduğu gibi ayrı ayrı
beratlarda ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları
eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle,
babadan oğla intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir…”
Çaldıran sonrasında, Sultan Yavuz
Selim Mısır fethine çıkar, İdris de beraberindedir. Kahire’nin fethinden bir süre
sonra, Bitlisli İdris diğer namıyla İdris-i Bitlisi hayata gözlerini yumar.
Osmanlı’da ilk kurulan
‘Beylerbeylik’, Bitlisli İdris’in idari düzenlemesiyle ortaya çıkan Diyarbakır
Beylerbeyliği’dir. İlk Beylerbeyi de Bıyıklı Mehmed Paşa’dır (4
Kasım 1515). Bağlı olan sancaklar şöyledir; Musul, Süleymaniye ve Cezire, yani
Barzan…
İşte 1514’te
Çaldıran’da olan budur…
Şah İsmail’e
karşı Yavuz Sultan Seliam yanında savaşan aşiretler ödüllendirilmiş ve Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da feodal aşiret ağalıkları kurulmuştur.
Tarihin cilvesi
odur ki, Türkmenlere karşı Yavuz Sultan Selim yanında savaştıkları için
ödüllendirilen bu aşiretler, Osmanlı güç ve toprak kaybına uğradığında,
Osmanlı’ya ilk isyan eden de yine onlar olacaktır; Baban, Bedirhan ve Soran
aşiret ağaları…
1514’te kurulan
bu feodal yapı hala hüküm sürmektedir…
Erdal
Sarızeybek
[1][1]
Heşt-Behişt; Farsça, sekiz cennet.
[1][2]
Kürt Sorunu, Tan, s.74.
[1][4] Murat Bardakçı, Hürriyet Gazetesi, 11 Aralık
2005,
[1][1]
Heşt-Behişt; Farsça, sekiz cennet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.