DİN ÜZERİNDEN ZENGİN OLANLAR
İhsan Eliaçık
İhsan Eliaçık`ın `Din söyleminden zengin olunur mu?` isimli makalesi:
‘Peygamber kürsüsünde’ oturanlar veya oradan konuşmayı, yapmayı/etmeyi/eylemeyi iş haline getirenler…
Yani alimler, imamlar, seyyidler, veliler, hocalar, mollalar, şeyhler, şıhlar, ilahiyat profesörleri, cemaat liderleri, kanaat önderleri, vaaz verenler, tefsir yazanlar, dini kitap basanlar, televizyonlarda dini proğram yapanlar, resmi veya gönüllü Allah, Kitap, Peygamber söyleminde bulunanlar, işi gücü bu olanlar, bunların kitabını, VCD’sini, DVD’sini daha bilmem nesini ‘sağmal inek’ yerine korcasına etini, yağını, kılını, tüyünü ve dahi her bir şeyini paraya tahvil edip satanlar, pazarlayanlar, ticaretini yapanlar…
Allah, Kitap, Pegamber söylemlerini, Kur’an’da geçen ifadeyle “Bu yaptığım işten dolayı sizden bir ecr (ücret, karşılık) istemiyorum” (Sad 86, Furkan 57, Şuara 109, 127, 145, 164, 180, Hud 51, En’am 90, Şura 23) halet-i ruhiyesi içinde yapan “adanmışlara” diyeceğim yok. Bilakis onların başım gözüm üstünde yerleri var. Allah sa’ylerini meşkur eylesin, onlara duacıyım…
Benim derdim en büyük kamu demek olan dini hizmet faaliyetlerini, ister resmi ister gönüllü olsun fark etmez kişisel servet yığma ve zenginleşme aracı haline getirenlere… Onlara diyeceklerim var.
***
Din söylemleri ve faaliyetleri üzerinden “Ticaret helaldir” deyu “kişisel servet” yığabilir mi? Katlar, yatlar, arabalar, villalar, yazlıklar alıp, aş üstüne aş, eş üstüne eş, iş üstüne iş çoğaltabilir mi? Buradan, aynı zamanda çarpıcı bir başlangıç ifade eden Kur’an’ın ilk kıssasındaki “Bahçe sahipleri”nden (Kalem 17-32) birisi olunabilir mi?
Dikkat! Konumuz “mal üzerinden ticaret” değil; “din üzerinden ticaret”…
Mal üzerinden ticaret ayrı bir yazının konusu ve onun da şartları var. Diğer bir çok yazıda bu konuya da değinmiştik (Ör. bkz. “Sana neyi infak edeceklerini sorarlar 1-2” başlıklı makaleler).
Madem din-u devlet faaliyeti en büyük kamudur, nasıl oluyor da bu işlere girenler Harun gelip Karun oluyorlar?
Ve nasıl oluyor da milyonlarca insan “Ne var ki bunda?” diye ellerini ovuşturarak sıranın kendisine gelmesini veya fırsatın eline geçmesini bekliyor ve bu gayet normal/meşru bir şeymiş gibi görülüyor?
Nasıl oluyor da “en büyük haram” üzerinde toplumsal konsessüs olduğu söyleniyor?
Nasıl oluyor da din-u devlet üzerinden servet yığılmasına itiraz edince “aşırı, marjinal görüş” sahibi oluyorsunuz?
Burada “din-u devlet” kavramını, din ile devlet faaliyetinin “kamu” faaliyeti olduğunu, özellikle dinin en büyük kamu demek olduğunu, bu açıdan aralarında fark bulunmadığını, verdiği emek karşılığı olarak her ikisinden de sadece asgari ihtiyaç miktarı olan “nafaka” alınabileceğini, sadece bu kadarının caiz olduğunu, fazlasının kesinlikle yasak (haram) olduğunu birlikte ifade etsin diye kullanıyorum.
***
Baktığımızda Kur’an’ın daha ilk surelerden olan Müddesir 6. ayette din-u devlet üzerinden kişisel mal yığmanın yasaklandığını görüyoruz: “Servet yığma hayallerine kapılma!” (ve lâ temnun testeksir.).
Ayette geçen (m-n-n) kökü bahşetmek, lütfetmek, iyilikte bulunmak, minnet altında bırakmak, iyiliği başa kakmak demek. Türkçe’deki minnet, memnun, memnuniyet kelimeleri de aynı kökten…
Ayette geçen (k-s-r) kökü ise çoğalmak, birikmek, yığmak, artmak manasına geliyor. Türkçe’deki kesret, teksir de bu kökten…
Kur’an lisanında tekâsur mal yığmak yoluyla yapılan çoğalma demek oluyor: “Bir zenginlik yarışıdır (elhâkumu’t-tekâsür) gidiyorsunuz tâ mezarlara varıncaya kadar süren bir oyun ve oynaş…” (Tekâsür; 1).
Veya “Biliniz ki (kimileri için) dünya hayatı oyun, eğlence, süs/debdebe/lüksten ibaret, aranızda böbürlenme (tefâhur beynekum), evlad/çevre/taraftar çoğaltma ve mal mülk yığma yarışından (tekâsur fi’l emvâl ve evlâd) başka bir şey değildir. (Hadid 20).
Şu halde ayette işte bu ‘tekâsür’den ‘memnuniyet’ duyulamayacağı, olmadığı takdirde ‘minnet’ edilemeyeceği, böyle bir beklentinin içine girilemeyeceği, dahası bunun temenni edilemeyeceği, böyle hayaller kurarak peygamberlik yapılamayacağı, bu makamın böyle beklentileri kaldırmayacağı ‘emir kipinde’ ihtar ediliyor.
Baktığımızda Peygamberimizin bu emre hayatının sonuna kadar titizlikle riayet etiğini görüyoruz?
Ya onun yolundan gittiğini söyleyenler?
Onun kürsüsü üzerinde alimlik, imamlık, seyyidlik, velilik, şeyhlik, hocalık, mollalık, şeyhülislamlık, müftülük, din adamlığı gibi resmi, ilahiyatçılık; tefsir, fıkıh, kelam gibi akademik, cemaat liderliği, dini yayıncılık gibi de sosyal kültürel mahfiller kurup, bunu ‘tekâsüre’ çevirenler? Bunun üzerinden mal üzerine mal, mülk üzerine mülk yığınlar?
Halbuki bütün bunlar din-u devlet işleri olduğu için “kamu” faaliyetidirler ve servet yığma aracı olamazlar!
Din ile devleti özelikle bir arada terkip ederek kullanıyorum çünkü her ikisi de kamudur. Yani ‘herkese’ aittir ve kimsenin tekeline giremezler. ‘Herkese’ ait olan ise bir kesimi veya kişiyi zengin etme yeri değildir.
Din soluduğumuz hava gibidir. Onu herkes (kamu) solur. Bir kesim veya bir kişi havayı nasıl kendi tekeline alamaz, ondan rant devşiremez, örneğin tüp içine koyup satamaz ise din-u devlet de böyledir. Bunlardan gelen tüm gelirler ‘herkes’indir. Derhal kişiden çıkıp kamuya yani öksüze, yoksula, düşmüşe, borçluya, özürlüye, muhtaca, mazluma, mahruma vb. iade edilmesi gerekir. Aksi tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemek, hırsızlık ve yolsuzluk demektir.
“İyi de adam emek vermiş, onun hakkı” diyeceksiniz?
Bir kamu çalışanının emek hakkı neyse onun da hakkı o kadardır. Yani nafakasını (maaşını) alır ve fazlasını kamuya iade eder. Örneğin veznedarlık yapan kamu çalışanına akşama kadar milyonlar sayıyor diye ne veriyoruz? Veznedar saydığı milyonlardan zimmetine para geçirirse ona ne diyoruz? Bu hususta din ayrı devlet ayrı diye bir şey yoktur; din-u devlet ve mülk-i millet birdir. Hepsi de kamudur; herkese, millete aittir.
Devletten zengin olanla dinden zengin olanın soy kütüğü aynı yere çıkar; hırsız!
Ne dediğim anlaşılıyor olmalı. Konumuz kamu (din-u devlet) üzerinden, özellikle de din üzerinden kişisel zenginlik...
***
Şimdi…
Size şöyle dendiğini duydunuz: “Kendisi züğürt, hıncından böyle konuşuyor.”
Ben de derim ki: Be hey akılsızlar! Be hey yüreği sünnetsizler! Bir adamın neden böyle konuştuğu anlamak için geride bıraktığı 30 yıl yetmez mi?
Size şöyle dendiğini duydunuz: “Kendisinin de tefsiri var. Allah, Kitap, Peygamber, Din üzerine 18 kitabı var?”
Ben de derim ki: Be hey akılsızlar! Be hey yüreği sünnetsizler! Bunlardan başka bir iş yapmayan bir adamın evi, arabası, katı, yatı, fabrikası, ticarethaneleri, 148 kilo altını, yazlığı, villası vs. olup olmadığını, “Bahçe sahibi” haline gelip gelmediğini, “Harun gelip Karun” olup olmadığını anlamak için 30 yıl yetmez mi?
Size şöyle dendiğini duydunuz: “Ne yani Hint fakiri gibi mi olacağız?”
Ben de derim ki: Be hey akılsızlar! Be hey yüreği sünnetsizler! Abdullah’ın oğlu Muhammed, Kuhafe’nin oğlu Ebubekr, Hattab’ın oğlu Ömer, Ebu Talib’in oğlu Ali Hint fakiri miydi ki geriye tek kuruş miras bırakmadılar? Onların “sünneti” veya “şia”sı bu değil miydi? Hani Ehl-i Sünnet? Nerede Şia?
Size şöyle dendiğini duydunuz: “Din-u devlet şan ve şeref ister, makam mansıp mal getirir, onun şanındandır.”
Ben de derim ki: Be hey akılsızlar! Be hey yüreği sünnetsizler! Öyle makam ve mansıp mal getirirse Muhammed’in ailesine bu neden uğramadı? Makam-ı Mahmud (kamuya adanmış, kendine mal yontmayan; bunun için de övülmüş, övgüye layık makam) yetmez mi?
Size şöyle dendiğini duydunuz: “Hem din-u devlette çalışıp hem de ‘buradan’ zengin olmak istiyorum. Ne var bunda?”
Ben de derim ki: Be hey akılsız! Be hey yüreği sünnetsiz! O zaman bu kürsüden inecek, bu işi bırakacaksın! Din-u devletin her ikisinin de yakasından düşeceksin! Bu iki kapı zengin olma, servet ve mal yığma kapısı değildir! Git taş ocağı işlet, dağları del, ithalat, ihracat yap. Buradan konuşuyorsan bedeline katlanarak yaşayacaksın!
***
Şimdi de bir dostumun “Bunu söylersen cemaat liderleri ve dini yayınevleri senin idamını talep ederler” dediği konuya gelelim…
Yukarıda gerekçelerini sıraladım. “Allah, Kitap, Peygamber” söylemlerinde bulunan şahısların, cemaatlerin, yayınevlerinin, yazarların, proğramcıların vs. kazandıklarının “nafaka” miktarından fazlası haramdır!
Çünkü aksi halde en büyük kamu (Allah/Kur’an/Peygamber/Din) üzerinden servet yığılmış olmaktadır.
Nasıl yani?
Tamam, siz üzerinize alınmayın bıçağın altına kendimi yatırıp kendi üzerimden anlatayım;
Mesela yazdığım tefsir 300 bin satsa ve yarın elime 800 bin geçse, bunun ancak bir yıllık nafakam olan 4 bin dirhemini (60 bin) kendime ayırıp geri kalan 740 binini yarın sabaha, en geç de üç gün içinde infak etmem (dağıtmam/elimden çıkarmam) lazım!
Peki kime?
Bu Kitabın asıl sahiplerine!
Öksüze, yoksula, mağdura, mazluma, boyunduruk altında olanları özgürleştirmeye (borç silmeye, borçtan kurtarmaya ki çağımızda köle azat etmek budur!), ezilenlere, mustazaflara…
Kendine, cemaatine, vakfına, holdingine, yandaşına, taraftarına değil; Kitapta adları anılan ve asıl onların sesi ve soluğu olarak doğmuş Kitab-Kerim’in asıl sahiplerine…
Anladınız mı?
Bütün tefsir yazanların, dini kitap basanların, Allah , Kitap, Peygamber söyleminde bulunanların böyle yapması gerekir!
Aynı şekilde bütün devlet imkanlarını kullananların, hazinelerin başında oturanların, makam ve mansıp sahiplerinin böyle yapması gerekir!
Çünkü din-u devlet ve mülk-i millet birdir. Misyonu ve vizyonu aynıdır. “Din faaliyeti” de “devlet faaliyeti” de felsefe olarak aynı kökten neş’et eder.
Bütün dinlerin ve devrimlerin kökünde kardeşlik, eşitlik, adalet, özgürlük, sevgi, merhamet gibi evrensel değerler yatar. Dinler bunun için doğar, devrimler bunun için yapılır. Fakat sonra kurumsallaşmalar ve simsarlaşmalar olur. Kısa zamanda “haydut inine” ve “hırsız yatağına” dönüşürler.
Ancak öyledir diye iyiliğin, adaletin ve kardeşliğin sesi susmaz, susturulamaz; yine yeniden nice güneşler (ve’l-fecr) doğar, hep aynı umutla…
Allah, Kitap, Peygamber davası neden en büyük kamu, din-u devlet ve mülk-i millet neden birdir; bilmem anlatabildim mi?
Haber10
İhsan Eliaçık
İhsan Eliaçık`ın `Din söyleminden zengin olunur mu?` isimli makalesi:
‘Peygamber kürsüsünde’ oturanlar veya oradan konuşmayı, yapmayı/etmeyi/eylemeyi iş haline getirenler…
Yani alimler, imamlar, seyyidler, veliler, hocalar, mollalar, şeyhler, şıhlar, ilahiyat profesörleri, cemaat liderleri, kanaat önderleri, vaaz verenler, tefsir yazanlar, dini kitap basanlar, televizyonlarda dini proğram yapanlar, resmi veya gönüllü Allah, Kitap, Peygamber söyleminde bulunanlar, işi gücü bu olanlar, bunların kitabını, VCD’sini, DVD’sini daha bilmem nesini ‘sağmal inek’ yerine korcasına etini, yağını, kılını, tüyünü ve dahi her bir şeyini paraya tahvil edip satanlar, pazarlayanlar, ticaretini yapanlar…
Allah, Kitap, Pegamber söylemlerini, Kur’an’da geçen ifadeyle “Bu yaptığım işten dolayı sizden bir ecr (ücret, karşılık) istemiyorum” (Sad 86, Furkan 57, Şuara 109, 127, 145, 164, 180, Hud 51, En’am 90, Şura 23) halet-i ruhiyesi içinde yapan “adanmışlara” diyeceğim yok. Bilakis onların başım gözüm üstünde yerleri var. Allah sa’ylerini meşkur eylesin, onlara duacıyım…
Benim derdim en büyük kamu demek olan dini hizmet faaliyetlerini, ister resmi ister gönüllü olsun fark etmez kişisel servet yığma ve zenginleşme aracı haline getirenlere… Onlara diyeceklerim var.
***
Din söylemleri ve faaliyetleri üzerinden “Ticaret helaldir” deyu “kişisel servet” yığabilir mi? Katlar, yatlar, arabalar, villalar, yazlıklar alıp, aş üstüne aş, eş üstüne eş, iş üstüne iş çoğaltabilir mi? Buradan, aynı zamanda çarpıcı bir başlangıç ifade eden Kur’an’ın ilk kıssasındaki “Bahçe sahipleri”nden (Kalem 17-32) birisi olunabilir mi?
Dikkat! Konumuz “mal üzerinden ticaret” değil; “din üzerinden ticaret”…
Mal üzerinden ticaret ayrı bir yazının konusu ve onun da şartları var. Diğer bir çok yazıda bu konuya da değinmiştik (Ör. bkz. “Sana neyi infak edeceklerini sorarlar 1-2” başlıklı makaleler).
Madem din-u devlet faaliyeti en büyük kamudur, nasıl oluyor da bu işlere girenler Harun gelip Karun oluyorlar?
Ve nasıl oluyor da milyonlarca insan “Ne var ki bunda?” diye ellerini ovuşturarak sıranın kendisine gelmesini veya fırsatın eline geçmesini bekliyor ve bu gayet normal/meşru bir şeymiş gibi görülüyor?
Nasıl oluyor da “en büyük haram” üzerinde toplumsal konsessüs olduğu söyleniyor?
Nasıl oluyor da din-u devlet üzerinden servet yığılmasına itiraz edince “aşırı, marjinal görüş” sahibi oluyorsunuz?
Burada “din-u devlet” kavramını, din ile devlet faaliyetinin “kamu” faaliyeti olduğunu, özellikle dinin en büyük kamu demek olduğunu, bu açıdan aralarında fark bulunmadığını, verdiği emek karşılığı olarak her ikisinden de sadece asgari ihtiyaç miktarı olan “nafaka” alınabileceğini, sadece bu kadarının caiz olduğunu, fazlasının kesinlikle yasak (haram) olduğunu birlikte ifade etsin diye kullanıyorum.
***
Baktığımızda Kur’an’ın daha ilk surelerden olan Müddesir 6. ayette din-u devlet üzerinden kişisel mal yığmanın yasaklandığını görüyoruz: “Servet yığma hayallerine kapılma!” (ve lâ temnun testeksir.).
Ayette geçen (m-n-n) kökü bahşetmek, lütfetmek, iyilikte bulunmak, minnet altında bırakmak, iyiliği başa kakmak demek. Türkçe’deki minnet, memnun, memnuniyet kelimeleri de aynı kökten…
Ayette geçen (k-s-r) kökü ise çoğalmak, birikmek, yığmak, artmak manasına geliyor. Türkçe’deki kesret, teksir de bu kökten…
Kur’an lisanında tekâsur mal yığmak yoluyla yapılan çoğalma demek oluyor: “Bir zenginlik yarışıdır (elhâkumu’t-tekâsür) gidiyorsunuz tâ mezarlara varıncaya kadar süren bir oyun ve oynaş…” (Tekâsür; 1).
Veya “Biliniz ki (kimileri için) dünya hayatı oyun, eğlence, süs/debdebe/lüksten ibaret, aranızda böbürlenme (tefâhur beynekum), evlad/çevre/taraftar çoğaltma ve mal mülk yığma yarışından (tekâsur fi’l emvâl ve evlâd) başka bir şey değildir. (Hadid 20).
Şu halde ayette işte bu ‘tekâsür’den ‘memnuniyet’ duyulamayacağı, olmadığı takdirde ‘minnet’ edilemeyeceği, böyle bir beklentinin içine girilemeyeceği, dahası bunun temenni edilemeyeceği, böyle hayaller kurarak peygamberlik yapılamayacağı, bu makamın böyle beklentileri kaldırmayacağı ‘emir kipinde’ ihtar ediliyor.
Baktığımızda Peygamberimizin bu emre hayatının sonuna kadar titizlikle riayet etiğini görüyoruz?
Ya onun yolundan gittiğini söyleyenler?
Onun kürsüsü üzerinde alimlik, imamlık, seyyidlik, velilik, şeyhlik, hocalık, mollalık, şeyhülislamlık, müftülük, din adamlığı gibi resmi, ilahiyatçılık; tefsir, fıkıh, kelam gibi akademik, cemaat liderliği, dini yayıncılık gibi de sosyal kültürel mahfiller kurup, bunu ‘tekâsüre’ çevirenler? Bunun üzerinden mal üzerine mal, mülk üzerine mülk yığınlar?
Halbuki bütün bunlar din-u devlet işleri olduğu için “kamu” faaliyetidirler ve servet yığma aracı olamazlar!
Din ile devleti özelikle bir arada terkip ederek kullanıyorum çünkü her ikisi de kamudur. Yani ‘herkese’ aittir ve kimsenin tekeline giremezler. ‘Herkese’ ait olan ise bir kesimi veya kişiyi zengin etme yeri değildir.
Din soluduğumuz hava gibidir. Onu herkes (kamu) solur. Bir kesim veya bir kişi havayı nasıl kendi tekeline alamaz, ondan rant devşiremez, örneğin tüp içine koyup satamaz ise din-u devlet de böyledir. Bunlardan gelen tüm gelirler ‘herkes’indir. Derhal kişiden çıkıp kamuya yani öksüze, yoksula, düşmüşe, borçluya, özürlüye, muhtaca, mazluma, mahruma vb. iade edilmesi gerekir. Aksi tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemek, hırsızlık ve yolsuzluk demektir.
“İyi de adam emek vermiş, onun hakkı” diyeceksiniz?
Bir kamu çalışanının emek hakkı neyse onun da hakkı o kadardır. Yani nafakasını (maaşını) alır ve fazlasını kamuya iade eder. Örneğin veznedarlık yapan kamu çalışanına akşama kadar milyonlar sayıyor diye ne veriyoruz? Veznedar saydığı milyonlardan zimmetine para geçirirse ona ne diyoruz? Bu hususta din ayrı devlet ayrı diye bir şey yoktur; din-u devlet ve mülk-i millet birdir. Hepsi de kamudur; herkese, millete aittir.
Devletten zengin olanla dinden zengin olanın soy kütüğü aynı yere çıkar; hırsız!
Ne dediğim anlaşılıyor olmalı. Konumuz kamu (din-u devlet) üzerinden, özellikle de din üzerinden kişisel zenginlik...
***
Şimdi…
Size şöyle dendiğini duydunuz: “Kendisi züğürt, hıncından böyle konuşuyor.”
Ben de derim ki: Be hey akılsızlar! Be hey yüreği sünnetsizler! Bir adamın neden böyle konuştuğu anlamak için geride bıraktığı 30 yıl yetmez mi?
Size şöyle dendiğini duydunuz: “Kendisinin de tefsiri var. Allah, Kitap, Peygamber, Din üzerine 18 kitabı var?”
Ben de derim ki: Be hey akılsızlar! Be hey yüreği sünnetsizler! Bunlardan başka bir iş yapmayan bir adamın evi, arabası, katı, yatı, fabrikası, ticarethaneleri, 148 kilo altını, yazlığı, villası vs. olup olmadığını, “Bahçe sahibi” haline gelip gelmediğini, “Harun gelip Karun” olup olmadığını anlamak için 30 yıl yetmez mi?
Size şöyle dendiğini duydunuz: “Ne yani Hint fakiri gibi mi olacağız?”
Ben de derim ki: Be hey akılsızlar! Be hey yüreği sünnetsizler! Abdullah’ın oğlu Muhammed, Kuhafe’nin oğlu Ebubekr, Hattab’ın oğlu Ömer, Ebu Talib’in oğlu Ali Hint fakiri miydi ki geriye tek kuruş miras bırakmadılar? Onların “sünneti” veya “şia”sı bu değil miydi? Hani Ehl-i Sünnet? Nerede Şia?
Size şöyle dendiğini duydunuz: “Din-u devlet şan ve şeref ister, makam mansıp mal getirir, onun şanındandır.”
Ben de derim ki: Be hey akılsızlar! Be hey yüreği sünnetsizler! Öyle makam ve mansıp mal getirirse Muhammed’in ailesine bu neden uğramadı? Makam-ı Mahmud (kamuya adanmış, kendine mal yontmayan; bunun için de övülmüş, övgüye layık makam) yetmez mi?
Size şöyle dendiğini duydunuz: “Hem din-u devlette çalışıp hem de ‘buradan’ zengin olmak istiyorum. Ne var bunda?”
Ben de derim ki: Be hey akılsız! Be hey yüreği sünnetsiz! O zaman bu kürsüden inecek, bu işi bırakacaksın! Din-u devletin her ikisinin de yakasından düşeceksin! Bu iki kapı zengin olma, servet ve mal yığma kapısı değildir! Git taş ocağı işlet, dağları del, ithalat, ihracat yap. Buradan konuşuyorsan bedeline katlanarak yaşayacaksın!
***
Şimdi de bir dostumun “Bunu söylersen cemaat liderleri ve dini yayınevleri senin idamını talep ederler” dediği konuya gelelim…
Yukarıda gerekçelerini sıraladım. “Allah, Kitap, Peygamber” söylemlerinde bulunan şahısların, cemaatlerin, yayınevlerinin, yazarların, proğramcıların vs. kazandıklarının “nafaka” miktarından fazlası haramdır!
Çünkü aksi halde en büyük kamu (Allah/Kur’an/Peygamber/Din) üzerinden servet yığılmış olmaktadır.
Nasıl yani?
Tamam, siz üzerinize alınmayın bıçağın altına kendimi yatırıp kendi üzerimden anlatayım;
Mesela yazdığım tefsir 300 bin satsa ve yarın elime 800 bin geçse, bunun ancak bir yıllık nafakam olan 4 bin dirhemini (60 bin) kendime ayırıp geri kalan 740 binini yarın sabaha, en geç de üç gün içinde infak etmem (dağıtmam/elimden çıkarmam) lazım!
Peki kime?
Bu Kitabın asıl sahiplerine!
Öksüze, yoksula, mağdura, mazluma, boyunduruk altında olanları özgürleştirmeye (borç silmeye, borçtan kurtarmaya ki çağımızda köle azat etmek budur!), ezilenlere, mustazaflara…
Kendine, cemaatine, vakfına, holdingine, yandaşına, taraftarına değil; Kitapta adları anılan ve asıl onların sesi ve soluğu olarak doğmuş Kitab-Kerim’in asıl sahiplerine…
Anladınız mı?
Bütün tefsir yazanların, dini kitap basanların, Allah , Kitap, Peygamber söyleminde bulunanların böyle yapması gerekir!
Aynı şekilde bütün devlet imkanlarını kullananların, hazinelerin başında oturanların, makam ve mansıp sahiplerinin böyle yapması gerekir!
Çünkü din-u devlet ve mülk-i millet birdir. Misyonu ve vizyonu aynıdır. “Din faaliyeti” de “devlet faaliyeti” de felsefe olarak aynı kökten neş’et eder.
Bütün dinlerin ve devrimlerin kökünde kardeşlik, eşitlik, adalet, özgürlük, sevgi, merhamet gibi evrensel değerler yatar. Dinler bunun için doğar, devrimler bunun için yapılır. Fakat sonra kurumsallaşmalar ve simsarlaşmalar olur. Kısa zamanda “haydut inine” ve “hırsız yatağına” dönüşürler.
Ancak öyledir diye iyiliğin, adaletin ve kardeşliğin sesi susmaz, susturulamaz; yine yeniden nice güneşler (ve’l-fecr) doğar, hep aynı umutla…
Allah, Kitap, Peygamber davası neden en büyük kamu, din-u devlet ve mülk-i millet neden birdir; bilmem anlatabildim mi?
Haber10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.