29 Kasım 2015 Pazar

TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLUŞU İLE BAŞLAYAN TÜRK DÜŞMANLIKLARI

TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLUŞU İLE BAŞLAYAN  TÜRK DÜŞMANLIKLARI

Türkü öldürünüz, kanı helaldir”
“Türkü öldür, baban olsa da”
Arap'ların Türk'lerle ilk karşılaşmaları, Halife Hz.Ömer zamanında olduğu rivayet edilir.
645 Yılında İslam ordularının, İran'da SASANİ'leri yenmelerinden sonra Kafkaslar bölgesinde Araplar; Horasan, Mavera-ün nehir ve Toharistan bölgelerinde HAZAR Türk'leri ve TÜRGEŞ Türk'leri ile karşılaştılar.

652 yılında Halife Hz. Osman zamanında ise HAZAR Türk'leri ile Arap'lar arasında ilk kez Türk-Arap savaşları başladı.
Halife Osman emrindeki Arap orduları, Hazar Türk'lerinin topraklarına girip Derbent'i alarak Başşehir olan BELENCER'e dayandılar.

Halife Hz. ALİ Döneminde sükûnet vardı. Savaş olmadı...

Emevi'lerin 661 yılında halifeliği ele geçirmelerinden sonra,
Arap'ların Türk ülkelerine doğru ilerleyişleri devam etti.
Türk'ler ile Arap'lar arasında en şiddetli mücadeleler ve savaşlar EMEVİ'ler döneminde yaşandı.
Mervan Bin Muhammed Azerbaycan'a vali tayin edildi. Arap'lar en önemli başarılarını onun zamanında elde ettiler. Arap'lar, Baş şehir BELENCER ve büyük şehir Semender'i ve öteki Hazar şehirlerini de ele geçirdiler.
Türkleri en dağınık ve birbirleriyle yardımlaşamaz durumda yakalayan acımasız EMEVİ ordusu (Ebu Kuteybe komutasındaki) yakalayabildiği tüm Türk' leri ya kılıçtan geçirdiler ya da her bir ağaca bir Türk asarak öldürdüler.

Ancak KARAYLAR gibi LİTVANYA ya kaçabilenler,
GAGAUZ'lar (GÖKOĞUZLAR) gibi Rusya'ya kaçabilenler,
BULGAR Türk'leri, MACAR Türk'leri, ve öteki AVRUPA'lı Türk'ler gibi AVRUPA'ya kaçabilenler HIRISTİYANLAR,
veya ANADOLU'ya kaçabilenler ALEVİLER canlarını kurtardılar…

Asla müslümalığı kabulllenmediler,
genelde araplara kızgınlıklarından Karay türkleri gibi topluca musevi oldular ya da gittikleri toprakların dinini kabulllendiler.
yüzlerce yıl sonrasında çoğunlukla asimile
oldular ...!!!
Ama hala Türk olduklarını biliyorlar. TURAN toplantıları yapıyorlar. turan hususunda, macar türk genci vona gabor öncüdür.
partisi jobbik hızla büyüyor ve şu an anamuhalefet dir.
GAGAUZ lar hâlâ TÜRKCE konuşuyorlar; TÜRK olarak ayağa kalmak arzu ve iradelerini diri ve canlı tutuyorlar...

Bu dönemde Orta Asya'da GÖKTÜRK'ler egemenliği hüküm sürmekteydi. Birden fazla GÖKTÜRK devleti vardı…
Emevi'lerin genel valisi bağdat valisi haccac (zalim haccac) idi.
Emevi'lerin Horasan valisi Ubeydullah bin Ziyad,
674 yılında ilk kez Ceyhun nehrini geçerek Mavera-ün nehirin önemli şehirlerinden BUHARA'yı kuşattı.
Üç günde BUHARA'da pek çok GÖKTÜRK öldürüldü. Buhara'nın GÖKTÜRK Melikesi KABAÇ HATUN, ağır bir vergi ve daha ağır KABUL EDİLEMEZ şartlar karşılığında Ubeydullah Bin Ziyad ile anlaşma yaptı.
Bu anlaşma sonucu olarak güney göktürk'ler emevi esaretini kabul ettiler.
güney göktürk gençleri, kurşun arap askeri oldular... Arap'lar evli- bekâr istedikleri GÜNEY GÖKTÜRK kadınlarını kendilerine cariye yaptılar.
İşe yaramayan öteki Türk'leri de, boyunlarına DAMGA vurup kendilerine KÖLE yaptılar ve istedikleri GÖKTÜRK'lüyü boyunlarına ip bağlayıp KÖLE olarak alıp sattılar ve köle ticaretini yaptılar.
Ve bu esaret 150 yıla yakın devam etti.

Hani Türkler için,
“TÜRKLER KILIÇLA MÜSLÜMAN OLDU” derler ya…. !!
Keşke kılıçla müslüman olsaydık..
esaret antlaşmasıyla kölelik yaparak, köle olarak alınıp satılarak, hep göktürk kadınları araplara cariyelik yaparak müslüman olduk.
Yani Araplar TÜRK leri …s*ke s*ke s*kes..Müslümanlaştırdılar...

Tarihte ilk defa bir Millet (GÜNEY GÖKTÜRK'ler), sözleşme ile ESARETİ KABUL ETTİ.

Araplar, Horasan valisi Ebu Kuteybe Bin Müslim zamanında bütün Maveraün nehir'i ve Batı Türkistan'ı ele geçirdiler.
BAYKENT, BUHARA, SEMERKANT, ve KAŞGAR gibi önemli Türk şehirleri Arap'lar tarafından yağmalandı ve pek çok Türk öldürüldü. Ebu Kuteybe'nin ölümünden sonra Arap'lar zayıflamaya başladılar.

Göktürk'lerin batı kanadında yer alan TÜRGEŞ TÜRK'leri,
Arap'ları çekilmeye zorlamış ve bu mücadele GÜNEY GÖKTÜRK'lerin yıkılmasına kadar devam etmiştir (745).
GÜNEY Göktürk hâkimiyetinin sona ermesiyle Türk toprakları doğudan Çin'liler, batıdan Arap'ların ilerlemesine maruz kalmıştır. Bu dönemde Mavera-ün nehir (Irmağın öte yakası) bölgesinin savunmasını, Türgeş'lerin yerini alan KARLUK TÜRK'leri üstlenmiştir.
Ancak bu mücadeleler 763 yılına kadar devam etmiştir.
763 yılında EMEVİ'LER yıkılıyor ama GÜNEY GÖKTÜRK'LER öylesine KÖTÜRÜM edilmişler ki, Öylesine KÖLE yapılmışlar, ÜMMETLEŞTİRİLMİŞLER ki asla ayağa kalkamıyorlar.
Korkudan kıpırdayamıyorlar.
EMEVİ'LERİN yerine, 763 de ABBASİLER Kuruluyor ve ABBASİ DEVLET KARARI ALIP Türk'lere kademeli olarak “iyi davranmak” kararı alıyorlar.
devlet kararlarını göktürklere anlaşma ile resmen bildiriyorlar.
800 yılları civarında fırsat bulan GÖKTÜRK'ler daha batıya, ANADOLU'ya doğru kaçıp kurtuluyorlar.

“türkü öldürünüz, kanı helaldir” sözü kime aittir.. ???

“türkü öldür. baban olsa da ” sözü kime aittir.. ???

yahudiler ile türkler tarihin hiç bir döneminde birbirlerine silah çekmemişlerdir,
marmara gemisi olayına kadar tek kurşun atmamışlardır.
hep dost yaşamışlardır.

Biz Türkler, Arap sempatimiz nedeniyle İsrail'i düşman bellemişiz.
Ben bir TÜRK olarak ARAP düşmanı olmayayım da kim olsun. Bence HER TÜRK arap düşmanı olmalıdır.
çünkü araplar türk'ün ezeli ve ebedi ırz ve namus düşmanıdır... !!!
onur ve haysiyet düşmanıdır... !!!

Arap Komutan Ebu Kuteybe'nin şu sözü meşhurdur.”
Üç kelimelik ömrüm kalsa (Uktülühü -uktülühü -uktülühü).derim”. (Hepsini öldürün- hepsini öldürün- hepsini öldürün) ve gerçekten de hepsini öldürdüler..
Bu,
645 yılından 800 yıllarına kadar süren Türk-Arap savaşlarının en önemli noktaları ve sonuçları;

* 100 binin üzerinde Türk katledilmiştir.
* 50 binin üzerinde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır.
* Şehirler yağmalanmış , “ganimet” diye halkın her şeyi talan edilmiştir.
* Tüm zenginlikler, tarihi eserler yok edilmiş, yakılmış, yıkılmıştır.

* Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan “Talkan Katliamı”nda 40 bin kadar Türkün kafaları kesilerek 4 fersah (yak.24 km) yol boyunca ağaçlarda sallandırılmıştır.
(Tarihte böyle bit vahşetin örneği çok azdır.)

* Aynı şekilde “Curcan Katliamı”nda" da esir alınan yaklaşık 40 bin Türk'ün nehir kenarında kafaları kesilmiş, nehrin suyu kıpkızıl olmuş, cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.

*“Teslim olursanız canınız bağışlanacak” sözü hiç bir zaman tutulmamış, “Şeriat söz tanımaz” denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.

* Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet elde etmişlerdir.

*Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden dahi görmemişlerdir.
*Bu tarihi gerçekler "aman İslâma leke gelmesin, Islâm etkilenmesin" düşüncesiyle gizlenmekte, hiç bahsi bile geçmemektedir.
Türkçü siyasetçiler dahi konuyu geçiştirmektedir.
(Serdar Gür)

ARAPLARIN TÜRKLERE İHANETLERİ
Arapları aldatarak Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtıp isyana sevkeden İngiliz casusu Lavrence’in, yardımcıları Nuri Said, Faysal ve Şerif Hüseyin ile birlikte Şam’da Türkleri katlettikten sonra: “Evet onları isyana ben kışkırtmıştım. Ama böylesine vahşice kan dökeceklerini hiç tahmin etmemiştim. Bazı mahalleleri gezerken silahsız Türk askerlerinin nasıl öldürüldüklerine bakamadım; tiksindim bu vahşetten” diyerek itirafta bulunmuştur…
(Kaynak: İlhan Bardakçı; İmparatorluğa Veda, Hülbe Yayınları, İstanbul/1985, s.572)
1916 yılının Şubat ayında tarihi Erzurum Kalesi düşmanın sürpriz bir saldırısıyla düştüğünde, bu durumun Osmanlı ordusundaki Arap subaylarının Çarlık Rusyası'nın komutanlarına verdiği bilgiler sayesinde gerçekleştiği anlaşıldı.
(Osman Özsoy, Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı, s.19)
Emir Hüseyin'in oğlu Faysal, Araplara şu bildiriyi yayımlar: "...Uyanınız! Elele vererek, Osmanlı saltanatını yıkma zamanı geldi."
(Fahri Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, s.330)
Her kim Türklerden baş getirirse yüz dirhem vereceğim. İmdi müslümanlar bir bir Türklerin başını kesip getirip 100 dirhemi aldılar.Ve Türkleri dağıtıp hesapsız kırdılar ve mübaleğa ile mal ve ganimet alıp yine dönüp Merve geldiler.
(Tarih-i Taberi / Cilt 3/ Syf-343)
Mekke Emiri Hüseyin, 11 Mart 1917'de Bağdat'ı ele geçiren General Mod'a, "Bağdat'ı Turanilerden(Türklerden) kurtardığı için Allah'a şükrettiğini, İngilizlerin başarılarına duacı olduğunu" bildirecektir.
ARAPLARIN GÖZÜYLE TÜRKLER
Dünkü yazımda Başbakan Erdoğan’ın Arap hayranlığına değinmiş, ‘Türkler Arapsız yaşayamaz’, ‘Biz Arapların gözüyüz, eliyiz’ gibi anlamsız sözlerine değinmiş,
 büyük Arap lideri

Cemal Abdülnasır’ın ‘Ey Tanrım, sen Türklerin belâsını ver’ sözlerini anımsatmıştım.
Ama sorun sadece Nasır değil ki! Eli kalem tutan Araplar yüzlerce yıldır Türkleri kötülüyor, hakaret ediyor, başlarına gelen her felâketten Türkleri sorumlu tutuyor!
Bu tavır, Arap kültürünün ayrılmaz bir parçası gibi.
Örnek mi istersiniz?

Prof. İlhan Arsel’in ‘Arap Milliyetçiliği ve Türkler’ adlı kitabına bir göz atalım.
982 tarihinde hazırlanan ve

AMİR ABU’L-HALİT MUHAMMED B. Ahmed’e sunulan bir kitapta Kırgız Türkleri hakkında şunlar söylenmiştir:
“Onların (Türklerin) hükümdarı Kırgız Han diye anılır. Bu millet vahşi yaratık tabiatındadır ve insanlarının haşin ve sert yüzleri vardır ve saçları seyrektir... Kanun nedir tanımazlar, merhamet nedir bilmezler, fakat iyi dövüşürler.. ve savaşçıdırlar çevrelerinde bulunan bütün ülkelerin halklarıyla husumet ve savaş halindedirler.. Ateşe taparlar.. ve ölülerini yakarar.”

TOLEDO KADISI SA’İD AL-ANDALUSİ de 1068’de yazdığı ‘Kitab Tabakat al-Uman’ adlı çalışmasında ulusları bilimle uğraşıp ve uğraşmadıklarına göre iki kümeye ayırır ve Türkleri ‘bilimle uğraşmayan’ kümesine koyduktan sonra, bu kümede yer alan ulusların insandan ziyade hayvana yakın olduğunu belirtir!

12’nci yüzyılın ünlü İslam coğrafyacılarından olan İDRİSİ de kitabında Türklerin cahil, haşin, kaba, vahşi, savaşçı ve cesur, ama disiplinli olduğunu yazmıştır.

Aynı dönemde yaşayan YAKUT adlı yazar Nisapur kentini alan Türkler hakkında hiç de olumlu şeyler yazmamıştır: “Kana susamış ve yağmacı Türkler şehrin çeşitli semtlerine saldırdılar, rastladıkları her insanı, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin kestiler..
bir tek duvarı ayakta bırakmadılar.”

İMAM GAZALİ de Türklerin zekâ bakımından yetersiz olduğunu, dalalet içinde olduğunu, cehenneme layık bulunduğunu söyler.

NASREDDİN TUSİ DE ‘Ahlâk-ı Celâli’ adlı kitabında Türklerin taş yürekli, güvenilmez, insan kadri bilmez, kadın düşkünü, hain, ciddiyetten uzak, fakat cesur ve cömert olduğunu yazmıştır. 


13’üncü yüzyılın tanınmış ARAP TARİHÇİSİ ALAEDDİN ATA MALİK CUVAYNİ de Türklerin kalbinde rikkat, şevkat gibi duygular bulunmadığını, Türklerin habis ruhlu, gaddar, kaba kuvvetin temsilcisi kişiler olduğunu ileri sürmüştür. Türklerin geçtiği yerlerin harabeye döndüğünü, ot bitmez olduğunu yazmıştır.

İlginçtir, Türkleri yermeyen, tam tersine öven bir kişi, bilim adamı olarak en büyük saygıyı gören İBNİ HALDUN olmuştur!


İBN HALDUN'A’a göre, Araplar 
medeniyet yoksunluğunun ve ilkelliğin temsilcisidir. Araplar, bütün milletler arasında sanata en az yatkın olan millettir.
 Buna karşın, Türkler’i hem savaş tekniğinde, hem sanat alanında, hem de bilimde övgüye değer bulur.





ATATÜRK İBNİ RÜŞTÜN    AYDINLIĞI İLE CUMHURİYETİ KURDU,1946 DA İMAM GAZALİNİN YOLUNA DÖNÜLDÜ
İMAM GAZALİ : Türklerin zekâ bakımından yetersiz olduğunu, dalalet içinde olduğunu, cehenneme layık bulunduğunu söyler.
Kaynak : Prof. İlhan Arsel’in ‘Arap Milliyetçiliği ve Türkler’ adlı kitabı
 içtihat (yorum, yeni kural koyma) kapısını kapatarak dinin akla ve bilime göre yorumlanmasının ve çağa uydurulmasının önünü keser. Ümmeti, soru soran, eleştiren, yeni yorum getiren, akla uymayan şeylere itiraz eden, dinde akla uymayan şeyleri değiştirmeye kalkışan ve yoruma tabi tutmaya çalışan bir kitle değil,
Sünni düşüncenin de akıl babalarından olan, bilimi ve felsefeyi kafirlik olarak tanımlayan, İbni Sina ve Farabi'yi kafir olarak suçlayan İmam Gazali'nin (1058-1111) ünlü risalesi 'Tehatüful Felasife' yani "FelsefeninTutarsızlığı"nı yazmasıyla başlar.*
 itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlar. İSLAM DÜNYASININ YOLU İMAM GAZALİ İLE BU ŞEKİLDE TIKANMIŞ OLUR
İBNİ RÜŞT (1126-1198)bu akımın saçmalığını ve tehlikelerini bir bir saysa da, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunsa da kimseyi inandıramaz.
 Gazali'yi eleştiren ünlü reddiyesini, 'Tehatüfül Tehafül' yani "Tutarsızlığın Tutarsızlığı”ını yazar.
 Avrupa’nın aydınlanma çağının bu bilim adamının eserlerinin Arapçadan Latinceye çevrilip, Avrupa’ya yayılması ile başladığı çoğu bilim çevrelerince kabul edilir.
İBNİ RÜŞT AYDINLANMAYI,  GAZALİ  BAĞNAZLIĞI  GETİRDİ
İslam dünyasının yolu burada ikiye ayrılır.  Biri (bugünkü İslam dünyası) İmamı Gazali eleğini,  batı dünyası ise İbni Rüşt eleğini kullanmaya başlar.
 İbni Rüşt (1126-1198)’ü izleyen Avrupalılar aydınlanma çağını yakalamış, İmam Gazali'nin yolunu tutanlar da gericiliğin ve bağnazlığın çukuruna düşmüştü.
Atatürk Türkiyeyi Aydınlanmacı İbni Rüşt’ün dünya görüşüyle yola çıktı ve bu devrim, ne yazık ki temelleri 1946 yıllarında atılan karşı devrim ile sonunda tekrar İmam Gazali’nin yoluna düştü. 



TÜRK DÜŞMANLIĞININ DERİN TARİHİ

Türk Milleti tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Anayasası’ndaki “Türk vatandaşlığı” tanımından rahatsız olan ittifakın kodları Göktürklerin yıkılışından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar “adsız” geçirdiğimiz 1200 yılda saklı

Dr. Ahsen Batur’un “Türk Sözünün Hazin Serüveni”ni yazdığı yeni kitabı “1200 Yıllık Sürgün”, Göktürk Devleti’nin yıkılmasından Jön Türkler’in ortaya çıkışına kadar geçen sürede yaşanan “etnik hafıza kaybı”nı anlatıyor. Kitap, özellikle Türklüğü tasfiyenin tartışmaya açıldığı bu günlerde, kimliksiz devletlerin akıbeti konusunda rehber niteliğinde.

Batur’un verdiği örneklerde, Orhun Abideleri’ndeki “Bey olacak evlatların Tabgaç halkına kul oldu; hatun olacak kız çocukların cariye oldu. Türk beyleri Türk isimlerini bırakıp Tabgaç beylerin Tabgaçca isimlerini alıp, Tabgaça bağlandı...” feryadıyla yıkılan Göktürkler’den itibaren Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Hazarlar, Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Beylikler ve Osmanlılar dönemlerinde artarak devam eden “mankurtlaştırma”yı yönetenler devrin “aydın” sayılan isimleri; tıpkı bugünkü gibi.

Cahil, köpek, hilebaz

İşte Batur’un “Türk’ün öcü gibi telakki edilmesini sağladılar” dediği tarihçiler, şairler, gazeteciler ve “öz yurdunda” Türk’e reva görülen hakaretler:

• İbni Bibi, Türkler’den, “cahil Türkler”, “müfsid - - Türkmenler”, “çarıklı Türkmenler” diye bahsediyor.

• Kerimüddin Mahmud Aksaraylı Türkleri “Gözün karalığından daha kara olan Türk...”, “Türklerin... o dinsiz zümrenin...”, “mel’un Türkler” ifadeleriyle anıyor.

• Amasyalı Hüseyin b. Ali Fatih, “Tariku’l Edep” adlı çalışmasında “Türk” ve “Türkmen”i iki ayrı etnik grup gibi gösterip, bölüyor.

• Şair Baki “Türk ehlinin ey hace biraz başı kabadır” diye hakaret ediyor.

• Nef’i “Türk’e Hak, çeşmi irfanı haram etmiştir” diye aşağılıyor.

• Türkleri “çoban köpeği”ne benzeten tarihçi Mustafa Naima Efendi ayrıca “nadan Türk, idraksiz Türk, çirkin suratlı Türk, mel’un Türk” olarak niteliyor.

• Gelibolululu Mustafa Ali, Mevaidü’n Nefais’te “Anadolu, Karaman ve Rum ülkesi adlarını alan pasaklılar halkı elbette kır adamıdırlar. Bunlar, aralarında güzel ve sevimli olanı az görünen, çeşit biçimde çirkin kimselerdir.” diyor.

• “Etrak-ı Bîidrak” lafının mucidi Hoca Sadettin “hilebaz Türk”, “akılsız Türk”, “aptal Türk”, “kudurmuş kurt”, “aşağılık türediler”, “sırtlan”, “anlayışsız kaltaban”diye nefret kusuyor. Soyu kuruyasıca...

• “Baban da olsa Türk’ü öldür” diyen Kadimi mahlaslı Hafız Hamdi Çelebi, Hz. Muhammed’in “Türk’ü öldürün kanı helaldir” dediği iftirasını yayıyor.

• Bugünlerde “genç kızların sevgilisi” anonsuyla Muhteşem Yüzyıl adlı televizyon dizisine dahil edilen İzvornikli Arnavut Taşlıcalı Yahya karakteri, “soyu kuruyasıca Türk” diye mısralar düzüyor.

• 1797-1802 yılları arasında Paris’te daimi elçiliğimizi yapan Moralı Seyyid Ali Efendi uygunsuz hareketlerde bulunan Çuhadır Ahmet’e “Türk-ü sutür” yani “hayvan Türk” yakıştırması yapıyor.

• Tokatlı Aşık Nuri Türk’ü hayvana benzeterek şöyle diyor:
“Türk’ün dilberidir gayetle inat / Şehir dili bilmez lisanı kubat / Kelamında eder Türklüğün isbat / Hayvan gibi gözün diker samana”

• 1912’de Sebilürreşat dergisinde çıkan bir yazıda “Türk” kelimesinin kullanılması, dinsizlik, kafirlik sayılıyor.

• 1913 tarihli “Mecmua-i Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında, “Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir... Türk falan değil sadece Müslümanız”deniliyor.

• Bugün “Milli Eğitim Sistemi”ni “milliyetçilik”ten arındıranlar(!), dindar fakat “milli şuur yoksunu” nesiller yetiştirmeye girişenler gibi Prof. Ahmed Naim 1913 yılında yazdığı “İslamda Dava-i Kavmiye” adlı kitabında Türk’e karşı savaş açıp, “Türk’ün geçmişini bilmesine, öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok, gerekli olan şeriatı öğrenmektir” diyor.

• 1919-1920 yıllarında şeyhülislamlık yapan ve AKP iktidarında adına vakıf kurulan Mustafa Sabri Efendi, Türk’e Türklük benliğini vermek isteyenlere “soysuzlar” yakıştırmasında bulunuyor. Dahası, tiksintiyle söz ettiği Türklüğünden istifa ediyor:
“Yalnız Müslüman ve insan / Olarak kalmak üzere, Türklükten,/ Şeref ve izzetimle istifa / Ediyorum Allah’ın huzurunda / (...) Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme / Beni Türk Milletinden addetme!”


Müslüman Roma İmparatorluğu

Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam’ında “Türk müsünüz” sorusunun cevabı hayli dramatiktir;
“Aman hocam, estağfurullah!”

Batur’un yazdıkları işte bu dramın 1200 yıllık tarihi:

“Osmanlı, Fatih’le birlikte artık bir anlamda Müslüman Roma İmparatorluğu idi. Doğu Roma’nın birçok temel kurumunu kendi bünyesinde kaynaştırmasının yanında, Türk, Fars, Arap kimliğinin de bir sentezini yapmıştı. Bu sentezde şehirli hayata geçiş yapmayan göçebe Türk zümrelerine yer yoktu. (...) İki taraf arasında ilk uzaklaşma dille başladı. Osmanlıca bir jargondu. Saray ve çevresindeki Osmanlı elit medrese kökenli oldukları ve medreselerde de Arapça ve Farsça eğitimi hakim olduğu için bu jargonu rahatça kullanıp anlıyordu, ama Anadolu halkı bu dili hiç anlamıyor, buna karşılık Yunus’u, Dadaloğlu’nu, Karacaoğlan’ı ve Ahi ocakları başında bulunanları, Geyikli Baba’yı, Baba İlyas’ı... çok iyi anlıyordu. Çünkü aynı dili konuşuyorlardı.

Osmanlı, milli değil siyasi bir yapıydı... Sentezdi. Bu sentezde Hıristiyanı, Arabı, Acemi vardı, yalnızca Türk yoktu. Bir başka deyişle saray içine ve çevresine yerleşen bu kozmopolit elit tabaka, oluşan nimet ve refah dairesinin içine Türkleri sokmak istemiyordu. Bu şer dairesinin içinde herkes kimliğini vurgulayabilirdi... Yeri geldiğinde Rum’u Rum, Acem’i Acem, Arabı Arap, Arnavutu Arnavut olduğunu söyleyebilirdi, yalnızca Türk ”Türk“ olduğunu söyleyemezdi. Bunun Kuran’a ve şeriata ters olduğu öğretilmiş, din alimlerince böyle söylenmişti. Başkalarına helal olan şey, Türk’e haramdı. Çünkü Türk demek, Yecüc-Mecüc demekti ve bu konu başta tesfirlerde ve bazı uydurma hadislerde defalarca işlenmişti.”

“Vatan” demek yasaktı

Falih Rıfkı Atay “vatan” ve “millet”siz büyümenin ne demek olduğunu, Batur’un da kitabına aldığı “Batış Yılları”nda şöyle anlatıyor:

“Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve ’Osmanlı’ idik. İlmihallerde baş dersimiz ’Din ile Milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti... Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer ’Padişahım çok yaşa’ diye bağırırdık... Okullarda da Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik..”

Batur, Mehmet Akif Ersoy’u da “Din ile milliyetin bir olduğunu savunanlar” arasında sayıyor:

“İstiklal Marşı gibi muazzam bir şiiri yazan Akif’e elbette şükran borçluyuz, ama onun da gerek o zamanki ve gerek günümüzdeki bazı dogmatik fikirli Müslümanlar gibi, etnik mensubiyetle ırkçılığı aynı şey kabul etmeleri, insanın milliyetine vurgu yapmakla İslam’a aykırı bir şey yaptığını düşünmeleridir. Bu düşünce iledir ki Akif, aynen şu beytleri yazmıştır:

Hani milliyetin İslam idi... kavmiyyet ne
Sarılıp sımsıkı dursaydın a, milliyetine
Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfrolur başka değil... kavmini sürmek ileri...”

Akif’in “En büyük düşmanıdır ruh-u nebi tefrikanın / Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın” diyerek hedef aldığı Ziya Gökalp ise Türk’ün “Vallahi Türk değilim”demeye itildiği günleri şöyle tarif ediyor:

“Bu milletin yakın zamana kadar kendisine mahsus bir adı yoktu. Tanzimatçılar ona: ’Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme! Milli bir ad istedidiğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun’demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusu ile, ’Vallahi Türk değilim. Osmanlılıktan başka hiçbir içtimai zümreye mensup değilim’demeye mecbur edilmişti.”

Yürü var gel ya Arap’tan ya Acem’den

Türk’e bütün bu hakaretleri sıralayanlar Selçuklu ve Osmanlı Sarayları’nda el üstünde tutulur, Türk devletine yön tayin edecek mevkilere yükseltilirken bu milletin evlatlarının “konumu” nu şöyle özetliyor şair Mesihi:

“Mesihi gökten insen sana yer yok!
Yürü var gel ya Araptan ya Acemden!”

Babinger’den yaptığı alıntıda, 2. Mehmed’in Acem sanarak Yedikule’de tekke olarak kullanması için bir Rum kilisesi armağan ettiği Tokat’lı Le’ali’nin Acem olmadığını öğrenince manastırı geri alıp maaşını da kestiğini ve 2. Selim’in de şehzade 3. Murat’ın yanına verdiği iki gencin Türk olduklarını öğrenince işten çıkarttığını aktaran Ahsen Batur, Sultan Süleyman’ın son dönemlerine kadar Türk olanlara “devlet” te görev verilmediğini de hatırlatıyor.

Batur’un kitabında altını çizdiği önemli ayrıntılardan biri de Osmanlı’ya diplomat, yönetici ve bürokrat yetiştirmek için kurulan Enderun’a Rum, Ermeni, Bulgar, Hırvat, Boşnak vs. alınırken bu “akademi”nin kapısının Türkler’e kapatılmış ve devletin asli sahiplerinin bir anlamda “cehalete” mahkum edilmesi. Türkler’e “savaşta ölmeye yarar” gözüyle bakılması.

Türk’ün 1200 yıllık sürgününü anlattıktan sonra bugünü de analiz eden Batur, AKP ile Osmanlı arasında Türklük açısından hiçbir fark olmadığını ileri sürdükten sonra şöyle yapıyor kitabının finalini:

“Peki, AKP ve temsil ettiği zihniyet Türk kelimesini sürgüne göndermeyi başarabilir mi? Hiç sanmıyorum... Osmanlı’nın 600 yılda başaramadığı şeyi, gelip geçici hükümetler hiç başaramazlar...”

“Paşa da olurmuş ha!..”

Ahsen Batur’un Ahmet Vefik Paşa’dan aktardığı şu anekdot bile tek başına yetiyor “kimliği” sürgün edilen bir milletin acıklı halini anlamaya/anlatmaya:

“Ahmet Vefik Paşa, Bursa Valisi iken (1880) ilçeleri teftişe çıkıyor. Paşa, uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken, etnik kökenlerini soruyor; aldığı cevaplar konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduklarını gösteriyor. Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek isteyen bir ihtiyara, ”hangi milletten“ olduğunu ısrarla söyletmek isteyince, o, bir kabahat ifşa ediyormuş gibi ürkek, titrek bir sesle, ”Ben Türk’üm efendim“ diyor. Bunun üzerine Paşa ”Niçin sıkılıyor saklanıyorsun? Türk olmak kabahat mi? Bak ben de Türküm“ diyor. O titrek ihtiyar birden canlanarak, ”Sahi sen de Türk müsün? Demek Türkten Paşa da olurmuş ha“ diye sevinç ve hayretle karşılık veriyor!”

Dedesinin torunu...

Hasan Cemal’in Türk Milliyetçiliği’ne karşı dinmeyen öfkesinin şifreleri de var Ahsen Batur’un “1200 Yıllık Sürgün”ünde.

Suriyeli bir paşanın ağzından Hasan Cemal’in dedesi Cemal Paşa’nın “Türklük”le imtihanı:

“Bir akşam Dımaşk eşrafından birinin köşkünde idik. Salonda ben, ev sahibi, Enver Paşa ve Cemal Paşa vardı. Sohbet şuradan buradan devam ederken bir ara Cemal Paşa ”Eğer damarlarımdan birinde Türk kanının dolaştığını bilsem, onu kerpetenle yolar alırdım“ dedi. Enver Paşa buz kesti ve hemen ayağa kalkıp sert adımlarla evi terk etti.”



ADINI SÖYLEMEKTEN KORKMAYAN YEDİ HÜKÜMDAR

Türk Tarihi boyunca “Ben Türk’üm” diyebilen iki devlet ve yedi hükümdar belgeleyebilmiş Ahsen Batur. O iki devletten biri Göktürkler, diğeri de Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti.

Göktürklerin yıkılışından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen 1200 yıllık “sürgün” sırasında Türklüğünü inkar etmemiş o “hükümdar”lara gelince;

“Bi’dat tanımadıkları için Tanrı bugün Türkleri yüceltmiştir (...) Türklerin idarecileri, katipleri ve memurları hep Horasanlı olmalıdır ki, Türklerin işleri bozulmasın...” diyen Selçuklu Sultanı Alparslan,
Kendisine elçi olarak gelen şeyhin okuduğu hadisi dinledikten sonra “Ben Türk’üm ve Arapçayı az bilirim” diyen Harezmşah Muhammed,
“Biz kim emîr-i Türkistan, melik-i Turanız. Biz kim halkların en kadimi, Türk’ün baş boğunumiz” diyen Emir Timur,
Bir Türk alfabesi hazırlayan (dil elden gidiyor diyen Nakşibendilerin gazabına uğrayan) Babür,
Türk alimlerin yetiştirdiği idealist bir “Türkçü” olan Genç Osman,
Türkçe bilmeyen Tunuslu Hayreddin Paşa’ya “Paşa paşa ben Türküm ve Türk kalacağım” diyen Abdülhamid,
Ve “Ferganalı, Buharalı, Taşkentli, Akşabatlı, Kaşgarlı, Almatılı, Bişkekli, Düşanbeli, Urumçili de aynı vatanın evladıdır. Sonuçta aynı atanın çocuklarıyız. Düşmanın oyununa gelmeyelim ve ölene kadar Uluğ Türkistan davasına hizmet edelim. Ben Buhara emiri, Özbeklerin Mangıt boyundan sayılırım ve gerçek Türküm...” diyenBuhara Emiri Said Halim Han...

Selcan TAŞÇI, 2 Şubat 2013
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."
http://www.guncelmeydan.com/pano/turk-dusmanliginin-derin-tarihi-selcan-tasci-t33788.html






22 Kasım 2015 Pazar

ATATÜRK'ÜN ANNESİNE ATILAN İFTİRALARA CEVAP MURAT BARDAKÇIDAN

ATATÜRKÜN ANNESİNE ATILAN İFTİRALARA CEVAP MURAT BARDAKÇIDAN 

Kurtuluş savaşının siperm artıkları ingiliz ajanlarında desteği ile Atatürke her türlü iftiralar atarak güya aşılıyor veledi zinanın çocukları
DÜNYADA YEDİĞİ EKMEĞE ,YAŞADIĞI TOPRAKLAARA ,İNANDIĞI DİNE CANI UĞRUNA BU TOPRAKLARI KURTARANLARA İFTİRA VE İHANET EDEN BAŞKA BİR MİLLET TÜRKİYEDEKİ KADAR BULUNAMAZ
ŞEREFLİ NAMUSLU İNSAN SEVMESE BİLE DİNİMİ RAHATÇA YAŞIYORUM ÖZGÜRÜM İŞGAL ALTINDA DEĞİLİM DİYE ŞÜKREDER MÜNAFIK SÜRÜLERİ

KANI BOZUK OLANIN KAREKTERİNİN BOZUK OLMASIDA KAÇINILMAZDIR

21 Kasım 2015 Cumartesi

KOLA BÖCEĞİ KARMİN

KOLA BÖCEĞİ KARMİN
KOLA BÖCEĞİ KARMİN BİR ÇOK GIDADA KATKI MADDESİ
Hemen herkesin sofrasında vişne reçeli bulunmuştur. Çilekli pasta, kola, gazoz, vişne suyu, dondurma, kırmızı renkli sakızlar, çikolatalar, vesaire… Bunlar, hemen her gün tükettiğimiz gıdalar… Bu ürünlerin çoğunun; hiç bilmediğimiz ortak bir özelliği var: Böcek kanından üretilen bir katkı maddesi içermeleri. Karmin; Cochineal adlı böceğin kanı da dahil tüm vücudundan elde edilen bir katkı maddesi.
ETİKETİNDE “E120” YAZIYORSA BÖCEK YİYECEĞİNİZİ BİLİN
Karminik Asit adlı katkı maddesi, kaktüsleri mesken edinmiş bir böcek türünden elde ediliyor. Karmin böceği, kaktüs bitkisine kene gibi yapışarak hayatını sürdürür. Meksika’da bu iş için özel Karmin tarlaları kurulmakta, böcek ve larvaları üreticilerce toplanarak gıdalarımıza katılmak üzere toplanmakta…
Karmin böceğinin vücut ve yumurtalarından elde edilen ‘Karminik asit’in, Avrupa Birliği EC kod sistemindeki karşılığı E120. Gıda endüstrisinin kırmızı renklendirici olarak kullandığı bu böceğin kanı, bedeni ve larvaları saf renklendirici (E120i) ve ham ekstrakt (E120ii) şeklinde pazarlanmakta.
BİR KİLO KARMİN İÇİN 160 BİN BÖCEK
Karminik Asit’in üretimi sırasında, böcekler, kurutulduktan sonra iki şekilde öldürülüyor; sıcak suya daldırılarak yahut buhara maruz bırakılarak.
Üretimdeki metot farklılıkları veya böceğin farklı türleri, kırmızı, mor ve pembe renk tonlarının oluşmasına neden oluyor. Bir kilo boya elde etmek için, 150-160 bin böcek gerekiyor.
Karminik Asit adlı katkı maddesi; gıda, ilaç, tekstil ve boya sanayi gibi birçok endüstride kullanılmakta. Dondurma, sakız, süt ürünleri, pasta ve kekler, şekerler, jelâtinli tatlılar, çikolatalar, soslar, salam ve sosisler, reçel ve marmelatlar, kola ve gazozlar, vişne suyu gibi çok sayıda yiyecek ve içeceğin yanı sıra; evlerimizin duvar boyalarında ve halısında, üzerimizdeki yahut bir cilt bakım ürünlerinde, ruj, pudra ve allıklarda, merhemler ve kozmetik ürünleri ile deterjanlarda da karşımıza çıkabilmekte.
HİPERAKTİVİTE, ASTIM, EGZAMA, UYKUSUZLUĞA YOL AÇIYOR
Alanında oldukça sabıkalı olan Amerikan İlaç ve Gıda Dairesi FDA, hemen her türlü katkı maddesini güvenli bulduğu gibi Karmin’i de güvenli bulmakta. AB örgütü olan EFSA ise Karmin’e karşı alerjik reaksiyonlarda artış olduğunu duyurdu.
İngiliz Gıda Standartları Ajansı FSA (Foods Standard Agency); astım ve alerjik reaksiyonlara neden olduğunu, bazı insanlarda da alerjik reaksiyonların en şiddetlisi olan ‘anafilaktik şok’a yol açtığını rapor ediyor.
Michigan Üniversitesi’nden Dr. Baldwinbaşkanlığındaki bir heyet, Karmin’in anafilaksi olarak bilinen ciddi bir alerjik reaksiyona neden olabileceğini ispatladı. CSPI bu reaksiyon tedavisinin hastanede yatarak yapılması gerektiğini söylüyor.
Corinne Geuget, Additifs Alimentaires adlı eserinde, Karmin’in neden olduğu riskleri şu şekilde sıralıyor: “Hiperaktivite, astım, egzama ve uykusuzluğa neden olduğu kanıtlanmıştır.Karsinojenik (yani kanser gelişmesine yol açma) ve mutajenik (mutasyona neden olma veyahut da insan bedeninde biyolojik değişim)e neden olabilir. Üreme sistemi ve metabolizma üzerindeki uzun vadeli yan etkileri konusunda henüz bir araştırma yapılmamıştır.”
Yaygın sonuç ise; özellikle çocuklar başta olmak üzere bazı kişilerde hiperaktivite artışına neden oluyor. Birçok batılı kaynak; Müslümanlar, Museviler ve vejetaryenlerin sakınmalarını önerirken, bizdeki bazı ilahiyatçılarda birbirlerinden farklı düşünüyor.
Karmin alternatifi var mı?
Böcekten elde edilen renk pingmentinin en iyi ve en sağlıklı alternatifi; üzüm kabuğu.
BİRÇOK BATILI KAYNAKTA KARMİN’İN KAN İÇERDİĞİ YAZIYOR
Lakin bu konuda araştırma yapan mütehassıslar, böcekten katkı maddesine dönüşüm süresinde, Koşineal ismiyle de adlandırılan böceğin kanının kullanılmamasının imkânsız olduğunu belirtiriyor.
Bu hususta uzun süren bir araştırma yapan ve“Yediklerimizin İçinde Ne Var?” adlı kitabında Karminik asit konusuna yer veren Gıda Hareketi Başkanı Kemal Özer, Konu ile ilgili bir makalesinde:“Bilgilerimi tazelemek için yaptığım literatür taramasında, birçok batılı kaynağın, bu böceğin (böcekten elde edilen maddenin) kan içerdiğini özellikle belirttiğini bir kez daha gördüm.” Diyor.

6 Eylül 2015 Pazar

ÇÖREĞİBÜYÜK KÖYÜ-HER AÇIDAN






HER AÇIDAN ÇÖREĞİBÜYÜK KÖYÜ .,*?VE ZAVİYESİ

 

1-ÇÖREĞİBÜYÜK KÖYÜ TARİHÇESİ :

Çöreği Büyük deyince üç isim mutlaka hatırlanmalıdır : bunlardan biri Çöreği Büyük Köyü,diğeri köye adını veren Çöreği Büyük tekkesi ,bir diğeri ise muhtemelen bu tekkenin bağlı olduğu Niksar’daki Çöreği Büyük Dergahı bunlar birbirine bağlı konulardır.

 

KÖYÜN ADI:Köyün adının köyün yakınındaki Çöreği Büyük tekkesinden gelmektedir bu tekke 1451 yılında Selçuklu’ların son  zamanında yapılmıştır ,işlevini ise daha çok Osmanlılar zamanında yerine getirmiştir..tekke içinde Zübeyir oğullarından Pir Mehmet(Muhammet) zübeyir ve ailesinin kabirleri vardır.

 

PİR MEHMET ZÜBEYR KİMDİR: Hakkında yazılı bir kaynağa ulaşılamamıştır yalnız Çöreğibüyük zaviyesinde sorumlu olduğu bilinmektedir yani zaviye görevlisi zavişendir.Halk arasında çeşitli rivayetler vardır bu rivetlerden en çok konuşulanıda şöyledir : Bir çoban olan Pir Mehmet Zübeyr  bir gün koyunlarını kaybeder ve aramaya başlar,bu günki çöreğibüyük zaviyesinin yerine gelince dinlenmek için oturur  bir dilek tutar eğer koyunlarımı bulabilirsem buraya bir zaviye yaptıracağım der  ve uykuya dalar ,uyandığında birde ne görsün tüm koyunları yanıbaşındadır bunun üzerine tüm sürüsünü satarak Tokat kadısına baş vurur ve zaviyesini buraya kurar Tokat kadılığı buraya araziler vakf ederek  faliyetine izin verir .Rivayetler her zaman gerçeği yansıtmadığı için pek itibar edilmez .Tekke ve zaviyeler Osmanlılarda ve Selçuklularda yarı resmi devlet kurumları gibidir. Zaviler en alt birimlerdir  zaviye tekke dergah hankah asitane şeklinde bir birine zincirleme bağlıdırlar o bölgede tekke yoksa zaviye doğrudan dergaha bağlı çalışır,bu zaviyede Niksar’daki Çöreğibüyük Dergahına bağlı görev yapmıştır. Bazı yanlış bilgilendirmeleri düzeltmek için köyün ismi hiç bir zaman değişmemiştir köy kurulunca direk çöreğibüyük köyü olarak kurulmuştur BAĞ DERESİ ismini çevre köyler vermiştir bağların çok olasından dolayı.KÖYLERDE İSİM DEĞİŞİKLİĞİ İSİMLERİN TÜRKÇE OLMAMASINDAN DOLAYIDIR Çöreğibüyük kelimesi öztürkçe isimdir hiçbir zaman köy ismi değişmemiştir bunu Tokat’ın özel idare kaynaklarındanda kontrol edebilirsiniz.İsim konusundaki bilgide ordan alınmıştır zaten .

 

 Çöreği Büyük denmesinin nedeni bir rivayete göre bu zatın lakabıdır bir rivayete görede kubbenin tam ortasında karşılıklı ön ayakları üzerine çömelmiş iki ceylan resminin yuvarlak rölyef içinde olup çöreğe benzetilmesidir.zamanla bakımsızlıktan define arayıcılar yüzünden mezarların ve kubbedeki resimlerin hepsi yok olmuştur.köyün yazılı tarihi olmamakla beraber eski tapu kayıtlarından yola çıkarak  1680 yıllarında kurulduğu tahmin edilmektedir o zamanlar zulümlerden korunmak için dere içine kurulmuş olup bol üzüm bağlarının bulunması nedeniyle çevre köyler’cede Bağ Deresi denmektedir.

Köyün ilk yerleşimcileri coşkun oğulları veya uysallar olduğu tahmin ediliyor sonra söylencelere göre Erzurum’un Horasan ilçesinden Niksar’ın bir köyüne yerleşen ordanda bu günki yere gelerek yerleşen  Polat oğulları Almus görümlü(Varzıl) köyünden gelen şahin oğulları(bir kısmı uçar soy adlıdır, Dursunlar(sarhoş oğulları) Sivas Koyulhisar ilçesi bahçe köyünden, yine Niksar’ın bir köyünden gelen Dündarlar en son olarak ta yılmazlar(kara veli)gelmiştir. Diğer soylarda gelip yerleşmişlerdir.Çöreği Büyük tekkesi aslında bir zaviyedir(zaviye tekkeden kücük bir tarikat evidir).Selçuklular zamanında sefere gidenler için yoksullar için yol üstlerinde zaviyeler tekkeler bulunur zaviye görevlilerine Zaviye’şin tekke görevlilerine tekkeşin denirdi bunlar genelde gönüllü çalışan din adamları idi. şikayet olursa ordan alınırdı tarikat canları burda buluşur memleket haberlerini gelenden gidenden alır Orta Asya’ya ve yönetime bildirirdi.

Çöreği Büyük Köyü Tokat İli'nin Merkez İlçesi'ne bağlı bir köydür. Köyün bulunduğu ilçe 40.416664 enlemi ve 36.583332 boylamı koordinatlarında yer alır.

 

2-KÖYÜN BU GÜNKİ HALİ İLE KÖYDE OTURAN AİLELER  :

  1-polat (polat oğulları)2-Engin(köseler) 3-uçar(yakub gil ler)4-güler(havalar)5-saka 6-şahin(şahin oğulları)7-dündar(sarılar)8-yılmaz(kara veliler)9-gün doğdu(Musalar)10-coşkun(coşkun oğulları)11-yıldız(topçular)12-doğan(çakırlar)13-atar(onbaşılar)14-dursun(sarhoşlar)15-uysal(tatar oğulları)16-yıldırım( dat çılar) 17-şimşek(civcovlar)18-uğurlu(göcenler)19-çoban(dırga o ğulları)20-arlan (ellezler)21-öz bek (com aliler)22-açık el(kidikler)köyümüz adını yakınındaki çöreğibüyük tekkesinden almaktadır çoğu insanın merak ettiği gibi Çöreği Büyük değildir bizim köyün çörekleride normal çörek büyüklüğündedir.tekke Selçuklu eseridir.

Köy tek bir aşirete bağlı olmayıp toplama bir köydür

Erzurumdan gelen Polatlar

Tokat Almus Çat köyünden gelen ugurlu (göcen aşurgil)

Tokat Reşadiye Sazak köyünden gelen Karaveliler

Sivas dan gelen Sarhoşlar

Niksardan gelen Sarılar

Gevrek köyünden gelen Köseler

Rus tatar sürgünüile Osmanlıya gelen ve köye yerleşen Tataroğlları

Tokat Görümlü köyünden gelen ŞahiN,Saka,Gündoğdu,,Güler,Özbek ve başka ailelerden oluşur

 

 

KÖYÜMÜZDE İNANÇ YERLERİ

Çöreğibüyük köyü tarihle iç içe bir köydür bu durum her köye nasip olmamıştır inançsal bazda bir çok tekke vardır bunlar  başta çöreğibüyük tekkesi,dede kayası tekkesi ,garip tekkedir .Çöreğibüyük tekkesi ile ilgili geniş bilgi daha önce verilmiştir .
garip tekke ve dede kayası tekkesi ile bilgiler şöyledir : Selçuklularda ve Osmanlılarda ordu sefere çıktığında  çeşitli nedenlerle ölen askerler  yol güzargahındaki o yerede bir mezar yapılarak gömülürdü  daha sonraki seferlerde aynı güzergahlar takip edildiği için o mezarlar ziyaret edilirdi onun içindirki Anadolunun her tarafında bu tip meçhul asker mezarları vardır bu mezarların bazıları tahrip olmuş tamemen kaybolmuş bazılarıda yöresel halklar tarafından sahiplenerek korunarak günümüze kadar gelebilmiştir,işte garip tekke ve dede kayasıda bu meçhul asker mezarlarıdır.

Tarihi yerler :

Günümüzdeki adı tekke önü denen mevkide ve o yörede eski uygarlık kalıntıları çok sayıda mevcuttur bu günki gümeneğin bulunduğu o yörede Dedeli köyü yöresinde Romalılar ve Helenistik  döneminde  komana şehri bulunuyordu komana şehri döneminde köyümüz mevki içindeki tekke önü önemli bir yerleşim bölgesidir Şimdiki adı yeşil ırmak o zamanki adı iris nehri boyunca çok sayıda yerleşim yeri oluşmuş tur komana şehri Anadoluda Romalılar  merkezi bu günki Nevşehir olan pontikaya bağlı idi daha sonra komana merkez olmuş ve komana pontika adını almıştır. Günümüzde antik Komana kazıları halen devam etmektedir.

Ölüleri gömme şekli değişik bölgelere ve inanışlara göredir özellikle Türklerde ölü gömme şekli iki türlüdür

 

OSMANLIDA ÖLÜ GÖMME ŞEKLİ

Cenaze kabre konacağında, kabre inen bir kaç kişi cenazeyi alarak yüzü kıbleye karşı, başı batıya gelmek üzere sağ yanına yatırırlar. Bu esnada: "Bismillahi ve ala milleti Rasûlillahi" (Allah'ın adı ile ve Rasûlullah'ın milleti -dini- üzere) derler. Kefenin bürgüsünün baş ve ayak tarafındaki bağları çözerler. Bu ölü gömme sistemi halen devam etmektedir.

 

SELÇUKLULARIN ÇOĞU OYMAKLARINDA ÖLÜ GÖMME SİSTEMİ

Selçukluların çoğu beylik ve oymaklarında  şu inanç vardır güneşin doğuşu ve batışı esas alınarak doğudan geldik batıya gidiyoruz diyerek

Cenaze sol yanı üzerine yatırılır yüzü kıbleye gelecek şekilde  ayaklar batıda kafa tarafı doğuda olacak şekilde gömülür ,bu gün bu gömme sistemi  bazı bölgelerde halen uygulanmaktadır, bu gerçekleri bilmeyen bazı kişiler bunlara ters mezar demektedirler.

 

3-KURTULUŞ SAVAŞINDA ÇÖREĞİBÜYÜK KÖYÜ

Kurtuluş savaşında Çöreği Büyük Köyü’de büyük acılar çekmiştir erkeklerin çoğu askere alındığından köyde kalan az sayıdaki kişiler köyü korumaya çalışmışlardır Yaylacık dağına yerleşen ermeni ve rum çeteciler sık sık Türk köylerini basıp insanları katletmişlerdir bundan dolayı çok köyler kendi güvenliğini sağlamak için silahlanmıştır

 Çöreği büyük Köyü’nde Polat ali(Polat oğullarının dedesi),sarı kahya(Dündarların dedesi)Yakup ağa(uçarların dedesi) köy savunmasında büyük çaba sart etmişlerdir 
özellikle Koca Anastas çetesi ve kara yorgi çetesi köyün başına bela kesilmişler köyden çok sayıda canlı hayvanı zorla alıp kaçmışlardır.Rumlar yakaladıkları  Türkleri kazığa  vurmuş, ırmakta boğmuş (Yeşilırmak),    çam  ağaçlarına bağlayıp  yakmışlardır. Yaktıkları kadınların göz yaşartan kokuları etrafı sardıkça keyiften bağıra bağıra gülmüşler; “bu kadında amma da yağlıymış ha, ne güzelde yandı bee” diye iğrenç naralar attıkları kulaklara adeta çivilenmiştir. köy o dönemde çok maddi kayıp yaşamış fakat can kaybı yaşamamıştır 
Yaylacık Dağı Karanlık dere mevkiine yuvalanan ermeni ve rum çeteler şunlardır

1- Kalaycı Oğullarından Lefteroğlu Yorgi Çetesi (Karayorgi lakaplı )2-Deli Girek’in oğlu   Dimitri Çetesi,3-Kara Lazarı Çetesi,4-Koca Anastas Çetesi (En azılı çete gurubu bunlardı. Çok can yaktılar.),5-Kara Yorgi Çetesi.6-Deli Hacı Çeteleri,7-Arapoğlu Çetesi.8-İstil Çetesi.9-Mihail Çetesi.

 

4-KÖYDE YAŞANAN FELAKET YILLARI

1939 yılında yaşanan büyük depremde çok sayıda ev yıkılmış fakat can kaybı az olmuştur can kaybının az olmasının nedeni ise köyün dere yakasına kurulması ve zeminin sağlam olmasıdır

Zaman zaman köyün içinden geçen derenin taşması ile köy ikiye bölünmüş çok sayıda hayvan dere taşması sonucu telef olmuştur öyle zamanlar olmuşki iki yakayı birleştirmek için tahta köprüler kullanılmıştır 1970 lerden sonra derenin islahı ile bundan kurtulmuşlardır 1960-1968 yılları arasında köyde büyük çapta kızamık,sıtma,boğmaca,hastalıkları salgınları yaşanmış özellikle kızamık salgınlarında köyde çok sayıda erkek çocuk ölmüştür  kız çocuklarda ölüm oranı daha azdır daha sonraki yıllarda aşılamanın önemi anlaşılarak bu hastalıklar bir daha görülmemiştir

 

5-ÇÖREĞİBÜYÜK ZAVİYESİ(tekkesi)  :

XIV. yüzyılda Anadolu, Anadolu Beylikleri adıyla, bölge bölge kurulan Türk Beyliklerinin idaresi altındadır.Selçuklu Devletinin çöküşünden sonra türeyen, her biri kendi başına buyruk, her biri bağımsız, büyüklü küçüklü bu beylikler, tek bir devlet gücüne bağlanıncaya kadar, birbirleriyle sürekli olarak çatışmışlardır. Aralarında birlik olmayınca, Anadolu'da dirlik de olmamış, halk sürekli bir huzurun özlemini çekmiştir.
Hele iki beylik vardı ki, bunlar ötekilerinden daha büyük, daha güçlüydüler. Biri Karamanoğulları, öteki Osmanlılardır Kayseri,Sivas Tokat yöresini ele geçiren kadı Burhanettin buralarda egemenlik kurmuş bu yörelerde tekkeler zaviyeler hanlar hamamlar yaptırmıştır . her ne kadar Tokat 1400 lü yılların başında Osmanlılara katılsa’da Osmanlı beyliği burda tam otorite sağlayamadı diğer Türk beylikleri arasında Tokat birkaç defa el değiştirdi . Anadolu’da Türk birliğini sağlama çalışmaları Yıldırım Beyazıt’la başlamış Yavuz Selim’le tamamlanmıştır.Bu dağınık durumda Anadolu’da yüzlerce beylik oluşmuş beyliklerin bir kısmı Anadolu Selçuklu devletine bağlı bir kısmı bağımsız bir kısmı Osmanlıya bağlı bir kısmı Karaman Oğul’larına bağlı kalmışlardır Osmanlıların  Anadoluya tam hakimiyetleri epey zaman almıştır Çöreği Büyük Zaviye’side işte bu dönem aralığında yapılmıştır. Kitabesini Tokatlı araştırmacı tarihçi merhum Halis Turgut Cinlioğlu 1901-1982)okumuş kitabesinde 1451 yapılış tarihi yazdığını yaptıranın Pir Mehmet(Muhammet) Zübeyr olduğunu söylemiştir ,

Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Tokat için halkının tamamı doğuştan zekidir  soylu ve olgundur yedi adet tekkesi vardır en meşhurları ÇÖREĞİBÜYÜK ve İlyas dede tekkeleridir der,  Kitabesi giriş kapısının hemen üstündedir kitabe yazısı Selçuklu Sülüs yazısı şeklinde olup okunup çözülmesini çok az kişi yapabilmektedir.Çöreğibüyük zaviyesi Anadolu Selçuklu devletinin dağıldığı bir dönemde yapılmış fakat işlevini daha çok Osmanlı’lar zamanında yerine getirmiştir.

 

Selçuklu eserleri Tokat listesinde bu tekke zaviye olarak geçer zaviye tekkeden küçük tarikat evidir.Buranın yapılış amacı şöyledir:Selçuklular zamanında verimli topraklar başlarına bu tip yerler yapılırdı,buraların genel ismi menzil hanedir.Menzil hanelerin bazıları tekke,bazıları zaviye (zaviyeler tekkelere bağlıdır)bazıları kervansaray, bazıları han  şeklindeydi ulaşım buralardan sağlanırdı.O zamanlarda devlet sistemi dine dayandığı için tekke ve zaviyelerin önemi büyüktü tekke ve zaviyelere görevli devlet tarafından atanır bu görevli dürüst çalıştığı zaman ölene kadar kalırdı.o yerlerden biride Çöreği Büyük’tür.Tekke ve zaviyelere araziler vakfedilir işletilerek ordu sefere çıktığında ihtiyaçlar buralardan karşılanırdı. Çöreği Büyük ismi bazı olasılıklara dayanmaktadır:kubbenin tam ortasında karşılıklı düz üstü çömelmiş iki ceylan resmi büyük yuvarlak rölyef şeklindedir bu rölyef çöreğe benzetilir bundan kaynaklanmış olabilir bu rölyef zamanla bakımsızlıktan ,definecilerden dolayı kaybolmuştur.diğer bir olasılıkta burayı işletenlerin lakabıdır yani zavişenin lakabıdır(tekke görevlisine tekke şin zaviye görevlisine zavişin yada zaviyadar denirdi) isim konusunda net bir durum yoktur.Aynı adla Tokat-Niksar ilçesinde Çöreği Büyük cami vardır,burası önceleri dergah olarak yapılmış sonradan camiye çevrilmiştir ,bazı kaynaklar buranın  İlhanlılar döneminde yapıldığını yazmaktadır kesin tarihi belli değildir. ilhanlılar o zaman  Selçuklulara bağlı beyliktir , Çöreği Büyük tekkesi ile Çöreği Büyük dergahı (camisi) aynı mimariye sahip aynı dönemin eseridirler,kesin bir yazılı kaynak yok ama buralar menzil hane görevi sağladığı için aynı kişiye bağlı olabilir.ilk yapılış amacı dergah olarak zaviye niteliğindedir sonradan cami yapılmıştır. Gelir kaynakları olarak vakfedilen araziler, halktan toplanan vergilerin bir kısmıdır.

 

Sakızlık Ağaçları:birde burası yapıldıktan sonra  sakızlık ağaçları dikilmiştir bu sakızlık ağaçlarından elde edilen yağlar ordunun koşumlarında Tokattaki Gök medresenin (şimdiki müze binası) Dar-ül şifa (üniversite hastanesi)da ilaç olarak kullanılırdı. Bu sistem Selçuklular yıkıldıktan sonra Osmanlılar zamanındada devam etmiş Osmanlının zayıflaması ile buraların arazilerine beyler ve ağalar el koymuş tur.şu andaki Çöreği Büyük tekkesi yıkılmak üzere köylüler birkaç kez onardılar ama buda tarihi özelliğine uygun olmadığından esasen Kültür Bakanlığı restore etmelidir halk tarafından yapılan restorasyon aslına uygun olmamaktadır.Tekkenin içersinde  kabirler vardır .Çöreği Büyük zaviyesini halk tekke olarak bilir tekke olarak söyler ,Tokat' a 20 km mesafede Çöreği Büyük köyü sınırları içinde ve Çöreği Büyük Mezarlığı içindedir

 

6- ZAVİYELERİN GÖREVLERİ :

ZAVİYE : Kelime anlamı ile Köşe, bucak, evin bir odası. Tarikat faaliyetlerinin yürütüldüğü küçük yapıdır. Zaviyelerde görev yapan şeyhlere zaviyedâr, buralarda oturan dervişlere de zaviyenişîn denirdi. Tarikatların yayılmasına paralel olarak, tarikat üyelerinin toplandığı ve görevlerini yerine getirdiği merkezî yapılar da yayıldı: Bu yapılar tekke, dergâh, asitane, hankâh, zaviye gibi çeşitli isimlerle anıldı. Tarikatların merkez tekkelerine genellikle asitane ya da hankâh deniyordu. Tekkelere göre daha küçük olan tarikat yapılarına zaviye adı verildi. Zaviyeler, büyük yerleşim alanları dışında, küçük köy ve kasabalarla yollar üzerinde açılıyordu.

Selçuklu ve Osmanlının taşrada dini ve SOSYOLOJİK HİZMET VEREN  kuruluşları en küçüğünden büyüğüne şunlardır

Türbe

 zaviye türbenin büyüğü

tekke  zaviyenin büyüğü

dergâh,tekkenin büyüğü

 hangâh, dergahin büyüğü

ribat, hangahın büyüğü

âsitane  ribatın büyüğüdür  bu günki sisteme göre en üst yönetim.

 

Çevredeki dervişlerin toplanma yeri olmasının da ötesinde kimi görevleri vardı. Özellikle Türk dünyasının çeşitli yerlerinden gelen derviş ve tâcirlerin yolculuklarını rahat biçimde yapmalarını sağlamak, bu görevlerin başında geliyordu. Zaviyelere gelen derviş ve yolcular, buralarda konaklıyor, dinlendikten sonra yoluna devam ediyordu.
Anadolu'da açılan ilk zaviyelerden itibaren bu sosyal görev zaviye vakfiyelerinde açıkça belirtiliyordu. Buna göre Türk dünyasından gelen misafirlerin yeme, içme ve barınma gibi zaruri ihtiyaçları karşılıksız olarak üç gün boyunca karşılanıyordu. Ayrıca, misafirlerin kimlikleri tesbit edilerek ilgili makamlara bildirilecek, misafirler geldikleri yerler hakkında bilgi vererek, onlar aracılığı ile de Anadolu'nun durumu Orta Asya'ya iletiliyordu. Misafirlere gerektiği gibi hizmet etmeyen zaviye görevlileri, kadı'ya haber verilerek görevlerinden alınıyordu. Yüzyıllar boyunca sosyal bir kurum olarak önemli hizmetlerde bulunan zaviyeler de, 30 Kasım 1925 tarih ve 877 sayılı kanunla tekkelerle birlikte kapatılarak tarihe karıştı.

İster Selçuklu ister Osmanlı döneminde olsun, Anadolu’da zaviyelerin kuruluşları incelendiği zaman şu manzara göze çarpmaktadır:
Her hangi bir tarikata bağlı bir şeyh, yanında belli sayıdaki müridiyle ya bir şehir, kasaba ve köyde veya yol üzerinde uygun bir mevkide zaviyesini açmaktadır. Bunun için gerekli yerler şeyh tarafından ya bizzat temin edilmekte, yahutta o yerin hükümdarı, devlet adamı, zenginleri tarafından bağışlanmaktadır. Ayrıca kurulan zaviyeye eğer şehirde ise masraflarını karşılamak üzere belli bir miktarda arsa ve emlâkın geliri vakfedilmekte veya devlet hazinesinden tahsisat ayrılmaktadır. Köylerde ve yol üzerinde olan zaviyelerde ise durum daha başkadır. Buralarda kurulan zaviyeler masraflarını kendi üretim güçleriyle karşılıyorlardı. Bu zaviyelerin etrafında târlalar, bahçeler, bağlar ve değirmenler meydana geliyor, hayvan sürüleri besleniyordu. Dervişler hem kendi ihtiyaçlarını, hem de gelip geçen yolcuların masraflarını bizzat kendi emekleriyle karşılıyorlardı. Anadolu topraklarında zaviyeler konusu Anadolu’nun iskânı Türkleşmesi ve Müslümanlaşması konusu ile paraleldir. Bu ülkede zaviyeler ilk devirlerde bir iskan unsuru olmuşlar ve İslâmiyetin yayılmasında en önemli rolü oynamışlardır. Anadolu’da ilk zaviyenin veya zaviyelerin nerede ve ne zaman kurulduğu konusunda kesin bir şey söylemek mümkün görünmemekle beraber bunların askeri fetihlerle birlikte batıya doğru bir yayılış çizgisi tâkip ettikleri kolayca tahmin olunabilir.
Bu derviş ve şeyhlerin Anadolu’yu tercih etmelerinin sebepleri arasında, bu ülkenin cihad ve gazaya elverişli olması kadar, Anadolu Selçuklu hükümdarlarının müsait olmalarıdır Başlangıçta tekke ve zaviyeler, tarikat şeyhleri tarafından seçilen yerlere inşa edilirken, Osmanlılar bir amaç doğrultusunda tercihi değiştirdiler  Amaç  : emniyet ve âsayişi temindi ,Bu yüzden yolculuk için tehlikeli olan yerlere tekke kurmaya başladılar. Bu anlamda tekke ve zaviyeler, bir bakıma “karakol” işlevini de üstlenmiş oldu. Bu süreçte ıssız dağ başları, tehlikeli boğaz ve geçitler tekke ve zaviyelerle doldu. Bunlar hem yol emniyetini sağlamakta jandarma karakolu işlevi görüyor, hem yolcuları ağırlıyor, hem ticareti kolaylaştırıyordu; bir yandan da askeri sevk ve idarenin sağlanmasına katkıda bulunuyorlardı.
Tekkede kalan farklı inançlara ve milliyetlere mensup yolcuların getirdiği haberler, Osmanlı Devleti’nin haber alma örgütüne mensup elemanları tarafından derlenip rapor haline getirildikten sonra Başkente gönderiliyor, bu sayede Başkent, fazla emek harcamadan çevrede olup bitenler konusunda bilgi sahibi olabiliyordu.

 

7-ÇÖREĞİBÜYÜK DERGAHI :

Tokat ili Niksar ilçe merkezinin doğusunda bulunan bu yapının kitabesi günümüze gelemediğinden yapım tarihi bilinmemekle beraber  İlhanlı’ lardan kalan en önemli eserdir.Ebu Sait Bahadır Han zamanında Tekke ve Zaviye olarak yapılmıştır

Giriş portaline dayanılarak bu yapının XIV. yüzyılda yapıldığı ileri sürülmüştür. Günümüzde cami olarak kullanılan bu dergâh 1857 yılında portal dışında tamamen yenilenmiştir. Niksar’daki planı bilinen ilk zaviye olmasıyla da önem kazanan bu yapı ortada bir avlu olmak üzere üç eyvan ve köşe odalarından meydana gelmiştir. Bu plan şekli Gazneli Karahanlı ve Büyük Selçuklu devirlerinden beri uygulanan bir yapı tipidir. Giriş portalı beden duvarı boyunca yükselmektedir. Portalın üç yanını kuşatan dört bordürlü palmet motifli bir kuşak çevirmektedir. Bundan sonraki giriş geçmeli taşlarla örülmüş basık kemerlidir. Kemerlerin köşelerine birer tane altı köşeli yıldızlar yerleştirilmiştir. Günümüze gelemeyen kitabenin yerinde ön ayaklarını kıvırarak oturmuş, başını geriye çevirmiş bir geyik figürü işlenmiştir.Geyik ve ceylan figürleri Çöreğibüyük tekkesindede mevcut idi.Yapımından sonra uzun süre dergâh olarak kullanılmıştırhttps://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png 1939 ve 1942 depremlerinde tamamen yıkılmış yalnızca portal kısmı ayakta kalabilmiştirhttps://www.blogger.com/img/img-grey-rectangle.png Yıkılan bölümler 1957 yılında restore edilmiştir

 

KÜLTÜR : 

Köyün gelenek ve görenekleri şunlardır: köydeki ailelerde kadın ve erkek eşitliği vardır. Evliliklerde zorlama yoktur. İki tarafın rızasına dayanır akraba evlilikleri çoktur. Nüfus planlamasına uyulur. Yemekleri: baklalı dolma(sarma, tarhana çorbası, fırın keşkeği, katmer, sarı burma, gömbe, tatar böreği, kurban pilav, üzüm pekmezi gibi birçok yemek. köyde eğitime 1980 yıllardan sonra önem verilmeye başlanmıştır. Dışarıya göç son yıllarda artmıştır.

 

8-ÇÖREĞİBÜYÜK KÖYÜ ADET VE GELENEKLERİ

1-kadın erkeğin uğrunu keserse (önünden geçerse )günah sayılır,kadının kısmetinin kesileceğine inanınılır

2-gece karanlıkta önüne kara kedi çıkarsa cin çarpacağına ,işlerin ters gideceğine inanılır.

3-bıçak elden ele verilmez ,bıçağı başkası yere bırakır diğeri yerden alır

4-cuma ve salı günü eskiden işe gidilmezdi özellikle salı günü işe gidenlerin işi sallanır derler.

5-hamile kadının uğru kesilmez

6-dilek amaçlı çalılara çaput, bez bağlarlar

7-cuma akşamları tekkelere gömbe ,çörek dağıtırlar mum yakarlar

8-cenaze gömülüp gelince cenaze sahibi kurban keser yemek verir buna kazma kürek ekmeği denir

9-cenazenin gömüldüğü akşamı köylü her evden cenaze evine sofra hazırlar getirir ve orda topluca yenir

10-cumalığı (mevlidi) yapılır kurban kesilir yemek verilir kuran okutulur

11-ölümün kırkıncı gününde kurban kesilir yemek verilir kırk gün okunmuş su mezara dökülür buna kırk suyu denir

12-ölümün elli ikinci günü yemek verilir kuran okutulur elli iki gün okunmuş su mezara dökülür buna 52 si denir

13-ölü gömüldükten ancak kırk gün sonra mezara gidilir daha önce gidilmesi günah sayılır

14-ölen kişi müsahipli ise darı çekilir

(günahlarının affı için dua edilir)

15-gelin attan indikten sonra gerdeğe kadar damadın gelini görmesi uğursuzluk sayılır

16-gelin damat evine gelince selavat getirilerek damat gelinin başına elma atar

17-evin evli erkek ve kızları babalarının yanında çocuklarını sevemezler

18-tarlada son buğday hasadında kurban kesilir kuran okutulur buna bereket duası denir

Not :bu inançların çoğu Türklerin İslamiyet’ten önceki din inancı olan Şamanizm den gelmektedir daha sonraları inanç adı altında ve gelenek haline  gelmiştir .

 

EĞİTİM :

 Köyde İlkÖğretim Okulu bulunmaktadır. Taşımalı eğitim verilmektedir.Köy eğitime önem vermekte kız erkek ayrımı kesinlikle köyümüzde yapılmaz beş parmağın beşide bir ilkesi hakimdir köyde çok sayıda emekli memur ve işçi vardır ,çok sayıda ünüversite mezunu ve ünüversite öğrencisi vardır emekli olanların bazıları köye dönüp yerleşmekte iklim uygunluğu bağı koparmaya engeldir .Kuşak çatışmasından dolayı bazı anlaşamazlık olmasına rağmen köyde önemli bir problem yoktur ,köy genellikle kendi yağı ile kavrulan bir yapıdadır.

 

COĞRAFYA :

 Tokat merkezine 16 km uzaklıktadır.Yeşilırmak köyün kenarından geçmektedir.Yarı düzlük yarı dağlık yapıya sahiptir . Pınarlı köyü ,Kızıl köy,Korucak köyü,Döllük köyü,Kara kaya köyü,Almus ilçesine bağlı Mamu  köyleri ile komşudur

 

İKLİM :

 Köyün iklimi,Karadeniz iklimi  etki alanı içerisindedir ama yarı bir karadeniz iklimi görülür.

 

NÜFUS :

200 0 yılı nüfus sayımına göre 500 dür

 

EKONOMİ : 

Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. tarım ve hayvancılığın gelişmesine önemli katkısı olan köyümüzün yetiştirdiği ziraat teknikeri Gazi POLAT'tır. Meyvecilik konusunda verimsiz topraklaravişne dikimini teşvik etmiş köyde budama ve aşılama kursları açtırarak teknik meyvecilik öğretilmiştir. Traktör ehliyet kursları açtırmış ,hayvancılığı teşvik için silaj yapımı öğretilmiş,hiç ziraatı yapılmayan şeftali ziraatı geliştirilmiş,çeşitli gece eğitimleri düzenlenerek teknik tarım metodları öğretilmiştir. Köy şartlarında konserve yapım kursları açılmıştır, arıcılık kursları düzenlenmiştir. üretimde çeşitlilik sağlanarak verimsiz topraklar köy ekonomisine kazandırılmıştır. Köyün halkı çalışkan ve hatırşinasdır. Köyde çoğunlukla sulu tarım yapılmakta olup en çok üretimi yapılan sebzelerden :salatalık,soğan,domates,fasülye son zamanlarda patlıcan,kabak meyvelerden :elma,armut,şeftali, kiraz,vişne üretimi yapılmaktadır vişne üretimi daha çok sulak olmayan kıraç yerlerde yapılmaktadır.Köy yeşil ırmak kenarında olması nedeni ile DSİ nin sulama kanalı vardır kanallardan biri pompalama sistemi ile çalışmakta köyün içine kadar sulama gelmektedir

 

ALT YAPI :

 Köyde İlk öğretim okulu vardır. Köyün hem içme suyu şebekesi  hem şebekesi vardır.Ptt şubesi ve ptt acentesi yoktur.sağlık ocağı  ve sağlık evi yoktur. Köye ayrıca ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon ve internet vardır.

 

9- SEÇİLDİKLERİ YILLARA GÖRE ÇÖREĞİBÜYÜK KÖYÜ MUHTARLARI VE YAPTIKLARI HİZMETLER :

 

2009 - Kazım ENGİN : Himmet Sakadan cem evini inşaat halinde devir aldı halen muhtarlığı devam ediyor.

 

2004 - Himmet SAKA : Muhtarlığı döneminde cem evi inşaatına başlandı inşaat devam ediyor ,çeşitli hizmetleri oldu.

 

1999 - Ahmet DURSUN(Rahmetli)

1994 - Ahmet DURSUN : Muhtarlığı döneminde köy terör kıskacında idi terörün bitirilmesi için büyük gayret gösterdi çeşitli hizmetleri oldu Allah rahmet eylesin.

 

1989 - Durmuş GÜLER : muhtarlığı döneminde köy yollarının yapımı köy korusunun korunması gibi çeşitli hizmetleri olmuştur.köy kanalizasyonları yapıldı

 

1984 - Tahsin YILMAZ :muhtarlığı  döneminde evlere su getirme işlemine devam edildi telefon çekilme işlemi devam etti .

 

1980 - Selim POLAT : muhtarlığı döneminde köye su getirildi evlere su dağıtıldı,çeşitli hizmetleri oldu ,yine evlere telefon çekildi.

 

Ali DOĞAN : muhtarlığı döneminde köye PTT acenteliği açıldı telefon etmek isteyenler kontür karşılığı telefonla görüşebiliyordu yol yapımı çalışması yapıldı

 

Şükrü POLAT : muhtarlığı döneminde köye ilk defa ilk okul açılması için büyük çaba gösterildi köyden Mahmut Dündar ve İsmail Dündar yer temini konusunda fedakarlık yaptı ,okul konusunda Mehmet Güler,Veli Yılmaz,Mahmut Dündar ,İsmail Dündar Muhtar Şükrü Polat’a büyük destek sağladılar tüm köy halkı fedakarlığını esirgemedi  1962-1963 yılı öğretim döneminde açıldı  ilk öğretime okul musa gündoğdunun eski bir dam evinde başladı (şimdi yerinde oğlu Ahmet Gündoğdu oturuyor) daha sonra Durmuş Polatın dam evine (şimdi Dursun polatın evi var)  taşındı  en sonundada yeni okul yapıldı oraya taşındı ,bende köyümüze açılan okulun 1968 yılı  ilk mezunlarındanım sebep olanların hepsi rahmetli oldu ruhları şad olsun .

 

Mehmet POLAT : köye okul yaptırmak için ilk girişimleri yapanlardandır,köyün dereden gelen suya köyün başına köy çeşmesini yaptıran kişidir hatta dikkat edilirse o çeşmede yaptıran mehmet polat diye yakın zamana kadar yazıyordu bilmem şimdi duruyormu.?

 

Musa GÜNDOĞDU : Bir bilgiye ulaşılamadı

 

Veli YILMAZ           : Bir bilgiye ulaşılamadı

 

Yakubun MEHMET(uçar.ların dedeleri) Muhtarlığı döneminde genç cumhuriyetin bir köyü olarak devletle irtibatı sağlamış çete baskınlarına karşı köylüyü devamlı uyanık tutmuştur.

 

Sarı kahya(Dündar.ların dedeleri .cumhuriyet rejiminin ilk köyümüz muhtarı) : cumhuriyetin ilk yıllarında köy sık sık ermeni ve daha çok rum çetecilerin baskınlarına uğramış bu konuda köyü korumak için edinilen bilgilere göre sarı kahya(dündarların dedeleri) ,yakubun mehmet(uçarların dedeleri) ,polat Ali(polatların dedeleri) büyük çaba göstermişlerdir ruhları şad olsun.

 

NOT: Muhtarların görevleri döneminde yaptıkları işlerle ilgili bilgiler anlatıma dayalıdır belki yapılan işlerle yapan kişiler karıştırılmış olabilir noksanlıklar olabilir böyle bir durum olması durumunda bize bilgi verilirse düzeltme yoluna gidilir .saygılarımla

 

KAYNAKLAR

Vikipedia,Evliya Çelebi seyahatnamesi,Selçuklular döneminde Tokat,Osmanlıda ve Selcuklularda mezar şekilleri,Osmanlıda ve Selçuklularda tekke,zaviye hankah asitane işlevleri,kişisel anlatımlar ,kurtuluş savaşında Tokatta’ki Ermeni ve Rum çeteler,Türk Tarih kurumu kütüphanesi,TBMM kütüphanesi

 

ÇÖREĞİ BÜYÜK KÖYÜ İÇİN ŞİİR : KÖYÜMÜZDE BÖYLE CANLAR VAR İDİ

 

KÖY İÇİN YAZILMIŞ DÖNEMİNİN İNSANLARINI ANLATAN GÜZEL BİR ŞİİR 
ŞİİRDE İSİMLERİ  GEÇİP ÖLENLERİ  RAHMETLE ANIYORUM.

 UMARIM  SONRADAN GELEN NESİLLER KÖY HAKKINDA BİLGİ SAHİBİ OLURLAR


Köyümüz dede kayası eteği
Adelİde giyerdi sarı eteği
Gurtloğun bozda gohulunun otağı
Köyümüzde böyle canlar var idi

Köyümüzün önünde kanal yolları
Esma ana dokur idi ala çulları
Gönül ananın tatlı dilleri
Köyümüzde böyle canlar var idi

Sivrilide gezer idi Havza köyünü
Ziyaret ederdi talibini soyunu
Çokda severdi dıngılının uzun boyunu
Köyümüzde böyle canlar varidi

Sarhoşun cumuya tarih yazardı
Katıkçi sali at üstünde gezerdi
Eminde gamsüzü bazen üzerdi
Köyümüzde böyle canlar varidi

Ali kösenin uzundur boyu
Havanın memetde kul himmet soyu
Ederdi sohbet ,severdi köyü
Köyümüzde böyle canlar varidi

Köyümüzde ekilir mısır darısı
Üflükçüde sarıların yarısı
Karasudanda akardı suyun durusu
Köyümüzde böyle canlar varidi

Köyümüzden geçer sel deresi
Çokda içerdi dırga çetesi
Erken ayrıldı aramızdan Hamza ile ali rızası
Köyümüzde böyle canlar varidi

Topçunun aşurda biner idi sarı atına
Sürer giderdi kaşın ardına
Derdi duranım derman derdime
Köyümüzde böyle canlar varidi




Ali baba yüksekde yatardı
Albay anada mekik atardı
Yar yarda koyun alıp keçi satardı
Köyümüzde böyle canlar varidi

Yemenin evi yakın idi setene
Kösenin Halil çift koşardı kötene
Civcovun alide görevini yaptı vatana
Köyümüzde böyle canlar var idi

Çakırın alinin şerif sanki bir hacı
Halil dedeside ona hep duacı
Oğulları bacanak gelinleri bacı
Köyümüzde böyle canlr varidi

Kel sali gezerdi dağı taşı
Hep yanında idi ekmeği aşı
Onunda var idi iki gardaşı
Köyümüzde böyle canlar var idi

KAYNAK:Aşık Sabri Yılmaz 1978

Araştırma :Gazi Polat