ATATÜRK ALLAH’IN TÜRK KAVMİNE GÖNDERDİĞİ KURTARICI BİR
VELİ RESULÜ MÜYDÜ?
Yusuf 111: “Andolsun ki,
onların(peygamberlerin) kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır.”
Kur’an-ı Kerim, tüm zamanlara hitap eden, okuyanların ve ayetler üzerinde
derinlemesine düşünenlerin kendisinden faydalanabileceği, sonsuz ilmin kaynağı
olan müthiş bir kitaptır. Allah, bu eşsiz kitabında, peygamberlerin hayat
hikâyelerine de yer vermiş, insanların kendilerine bu hikâyelerden dersler
çıkarmalarını istemiştir. Daha önceki Peygamber ve Resul Karmaşası adlı
başlıkta, Allah’ın sadece peygamberlerine resul demediğini, peygamberlerden
sonra da onlara verilen kitap ile yeryüzünde amel edip, hüküm veren, dini
koruyup, ayakta tutmaya çalışan, aynı mesajları tebliğ edip, ayetlere şahitlik
eden alim, arif, veli ve resullerinin olduğunu incelemiştik. Biz de bu
yazımızda, Kuran’dan ayetler eşliğinde peygamberlerimizin bazılarının
hayatlarından örnekler ve ibretler alarak, Atatürk’ün bazı kendini bilmezlerin
iddia ettiği gibi Deccal mi yoksa tüm bu inanılanların aksine gerçekte Allah’ın
veli bir kulu ve resulü mü, onu inceleyeceğiz.
Kur’an’da Hz.Zulkarneyn adında Allah’a inanan bir şahıstan bahsedilir.
Ayetlere göre Allah’ın kendisine ilim verip, yol-yordam gösterdiği, kendi
yolunu tutmasına izin verdiği, çok akıllı, ferasetli ve basiret sahibi bir
mümin bir kuludur. Allah’ın verdiği bu özellikler sayesinde, karmaşık gibi
görünen her soruna hemen çözüm bulmakta, aksaklıkları gidermektedir:
Kehf Suresi 83-98 Ayetler: (Ey
Muhammed!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: ‘Size ondan
bir anı okuyacağım.’ Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her
konuda (amacına ulaşabileceği) bir yol verdik. O da (Batı’ya gitmek istedi ve)
bir yol tuttu. Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su
gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. ‘Ey Zülkarneyn! Ya
(onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın’ dedik.
Zülkarneyn, ‘Haksızlık edeni cezalandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülür. O
da kendisini görülmedik bir azaba uğratır’ dedi. ‘Her kim de iman eder ve salih
amel işlerse ona mükafat olarak daha güzeli var. (Üstelik) ona emrimizden kolay
olanı söyleyeceğiz.’ Sonra yine (doğuya doğru) bir yol tuttu. Güneşin doğduğu
yere ulaşınca; güneşi, kendileriyle güneş arasına bir siper koymadığımız bir
halk üzerine doğar buldu. İşte böyle. Şüphesiz biz onun yanındakileri ilmimizle
kuşatmışızdır. Sonra yine bir yol tuttu. Sonunda iki dağ arasına ulaşınca, orada,
hemen hemen hiçbir sözü anlamayan bir millete rastladı. Dediler ki: ‘Ey
Zülkarneyn! Ye’cüc ve Me’cüc (adlı kavimler) yeryüzünde bozgunculuk
yapmaktadırlar. Onlarla bizim aramıza bir engel yapman karşılığında sana bir
vergi verelim mi?’ Zülkarneyn, ‘Rabbimin bana verdiği (imkan ve kudret, sizin
vereceğiniz vergiden) daha hayırlıdır. Şimdi siz bana beden gücünüzle yardım
edin de, sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım’ dedi. ‘Bana
(yeterince) demir madeni getirin’ dedi. İki yamacın arasındaki boşluğu
(dağlarla) bir hizaya getirince ‘körükleyin!’ dedi. Demiri eritip kor (gibi)
yapınca da, ‘Bana erimiş bakır getirin, bunun üzerine boşaltayım’ dedi. Artık
onu ne aşabildiler, ne de delebildiler. Zülkarneyn, ‘Bu, Rabbimin bir
rahmetidir. Rabbimin vaadi (kıyametin kopma vakti) gelince onu yerle bir eder.
Rabbimin vaadi gerçektir’ dedi.
Ayetlerden anlaşılacağı üzere, Hz.Zulkarneyn, ileri bir inşaat tekniği
kullanarak, iki dağ arasına bir set inşa etmiştir. Bu set Yecüc ve Mecüc’ün
zulmünü durdurmuştur. Ayetlerde, onun Allah’ın izniyle inşaa ettiği bu güçlü
setin kıyamete yakın bir zamanda yıkılacağı bildirilmektedir. Bu setin
yıkılması ile birlikte, Yecüc ve Mecüc adlı kavim ya da insanlar her tepeden
akın edecektir.
Enbiya 96 – 97: “Nihayet Yecüc ve
Mecüc’ün setleri açıldığında, onlar her bir tepeden akın ederler. Gerçek vaad
(kıyametin kopması) yaklaştığında, bir de bakarsın inkâr edenlerin gözleri
açılıp donakalmıştır. Onlar, ‘Eyvahlar bizlere! Doğrusu biz bundan gafildik.
Hayır, hatta biz zalim kimselermişiz’ derler.”
Ayetlerde gördüğümüz gibi Hz.Zulkarneyn ilk önce batıya yolculuk yapmış,
orada bozulmuş, yozlaşmış, dinin doğru yolundan çıkmış, güneşin siyah balçıklı
bir suyun üzerine battığı (belki de petrolü keşfetmiş olan) kâfir bir medeniyet
ile karşılaşmıştı. Bu medeniyet ile savaşıp, onlara galip gelerek, onları
cezalandırmıştı. Sonra doğuya giderek, orada güneşten korunmaya ihtiyacı
olmayan ya da korunacak ilime veya medeniyete sahip olmayan gelişmemiş bir
kavim buldu. Onlar hakkında bir cezalandırma ayeti olmadığı için,
Hz.Zulkarneyn’in onlarla savaşmadığı şeklinde bir yorum yapabiliyoruz. Bunun
sebebi de, onların Allah’ın kendilerinden hoşnut olduğu bir kavim olması
olabilir.
Sonrasında, Hz.Zulkarneyn’in yine yola koyulup, iki dağ arasında,
kendilerine söylenen ve anlatılan hiç birşeyi anlayamayan, yani bana göre
eğitim seviyesi düşük, doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirinden ayırt
edemeyen, kolayca kandırılıp, yönlendirilebilen bir topluluğa ya da bir kavime
rastladığını görüyoruz. Onlar Hz.Zulkarneyn’den kendilerine bozgunculuk yapan
Yecüc ve Mecüc adlı kavimlere karşı bir set yapmalarını istiyorlar. Bu
bozgunculuklar ne olabilir? Elbetteki yine ahlaksızlık, yozlaşma, kanun
tanımamazlık, halkı hiçe sayıp istedikleri gibi orada hüküm sürme, faşist bir
diktatörlük ya da firavunluk düzeni kurma çabaları, istedikleri gibi insanları
öldürebilme, hapse atabilme, insanlar arasında ayrımlar, kutuplaşmalar yaratıp,
onları birbirine düşürme, savaştırma ve bölme çabaları olabilir.
Bütün bu anlatılanlar, günümüzde tanıklık ettiğimiz olayları göz önüne
getirdiğimizde ne kadar da tanıdık geliyor, öyle değil mi?
Görüldüğü üzere Hz.Zulkarneyn, Allah’ın kendisine ilim verdiği, yol yordam
gösterdiği, çok akıllı ve pratik zekalı bir dostu olduğu için, Rabbimizin
verdiği bu özellikler sayesinde, karmaşık gibi görünen her soruna hemen çözüm
bulmakta, aksaklıkları gidermekteydi. Yani içerisinde bulunduğu toplumun
sorunlarını, ihtiyaçlarını iyi analiz edip, anlayıp, onlara kolayca çözümler
üretebilen bir zattı.
Ayetlerden yola çıkarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’te de Hz.Zulkarneyn’i çağrıştıran özelliklerin mevcut olduğunu
görüyoruz.
Çünkü Atatürk, parlak zekâsı ve
engin görüş yeteneği ile zamanının en değerli komutanı ve lideriydi. O, çağının
bütün gereksinimlerini bilen, ait olduğu toplumun örf ve adetleriyle yetişmiş,
kendi zamanının insanlarının ve içinde yaşadığı toplumun sorunlarını bilip,
analiz edip, onlara kolayca çözüm yolları üreten gerçek bir yönetici ve devlet
adamıydı. İslâm’ı ve kitabı da çok iyi biliyordu. Hz.Zulkarneyn nasıl ileri bir
inşaat tekniği konusunda uzman ise, Atatürk de askeri ve siyasi konularda bir
uzman idi.
Atatürk mütevazı bir aileden geliyordu. Onun bu özelliğinin, ileride
halkın nabzını tutmada, halkın eğilimlerini sezmesinde büyük faydası olacaktı.
Yakınları onun bir halk çocuğu olmakla övündüğünü ifade etmişlerdi.
Okul çağına geldiğinde, eğitimi konusunda annesi ile babası arasında görüş
ayrılıkları belirdi. Geleneklere ve dinine bağlı bir aileden gelen Zübeyde
Hanım, eğitim sisteminin karışık olduğu bu dönemde, Atatürk’ün dini eksende
eğitim veren Mahalle Mektebi’ne gitmesini istiyordu. Babası Ali Rıza Bey’in
tercihi ise yeni açılan ve döneme göre oldukça modern bir anlayışla kurulan
Şemsi Efendi İlkokulu’ndan yanaydı. Zira okulun kurucusu olan ve okula kendi
ismini veren Şemsi Efendi, ezbercilik yerine aktif eğitim metodu uygulatıyordu,
ayrıca okulda kız bölümünü de açmış bir eğitimciydi.
Ali Rıza Bey’in önerisiyle okul konusundaki ikilem çözümlendi. Buna göre
Atatürk, önce ilâhîlerle ve dinî bir törenle mahalle okuluna başlayacak, bir
zaman sonra da Şemsi Efendi okuluna geçecekti.
Şemsi Efendi Okulu’nda dönemin mahalle okullarından farklı olarak yeni
öğretim metotları uygulanmakta ve kara tahta, tebeşir, silgi, öğretmen masası,
okumayı kolaylaştıracak levhalar gibi yeni araçlar kullanılmaktaydı. Atatürk’ün
pedagojik esaslara göre eğitim veren bu okulda öğrenim görmesi, onun çağının
gereksinimlerine göre gelişmesinde de oldukça etkili oldu. Zekâsı ve üstün
yetenekleri ile kısa zamanda arkadaşlarının ve öğretmenlerinin sevgisini
kazanan Atatürk, matematikteki başarısıyla da dikkat çekiyordu.
Babasının ölümü üzerine okuldan ayrılmak zorunda kalan Atatürk ve ailesini
zor günler bekliyordu. Maddî durumu yetersiz olan Zübeyde Hanım, çocuklarını
alarak Langaza’da tarım işiyle uğraşan ağabeyi Hüseyin Ağa’nın çiftliğine yerleşti.
1901 yılında Atatürk’ün kız kardeşi Naciye, verem hastalığına yakalanıp
hayatını kaybetti. Babasını ve kısa bir süre sonra kız kardeşini kaybetmenin
derin üzüntüsünü yaşayan Atatürk’ün, dayısının çiftliğinde ailenin erkeği
olarak aldığı sorumluluklar artmıştı. Çiftlikte geçen bu dönemde Atatürk,
peygamberlerin büyük bir çoğunluğu gibi çobanlık yaparak, doğayla iç içe oldu.
Şehir hayatından uzak bu ortamda, daha küçük yaşında iç dünyasına kapanarak,
başına gelenleri, hayatı ve yaratılışı sorgulayıp, bunları içinde sindirdi.
Dayısına çiftlik işlerinde yardımcı olduğu için el becerileri de arttı. Ancak
Zübeyde Hanım oğlunun öğreniminin yarım kalmasından üzüntü duyuyordu. Onun
caminin imamından ve özel öğretmenden aldığı eğitimin yetersiz kaldığını
düşünen Zübeyde Hanım, Atatürk’ü iyi bir eğitim görmesini sağlamak için halasının
yanına, Selanik’e gönderdi.
Halasının yanına taşındıktan sonra
Mülkiye İdadisi’ne kaydolan Atatürk, bu okulda başka bir çocukla kavga ettiği
için Kaymak Hafız lakaplı hocasından ağır bir dayak yiyince, zaten orada
okumasını istemeyen büyükannesi tarafından derhal okuldan aldırıldı. O dönemde
okul formasını çok beğendiği komşularının oğlu, Askeri Rüşdiye’ye gidiyordu.
Ona özenen Atatürk, asker olmasını istemeyen annesinin karşı çıkmasına rağmen,
kendi yolunu tuttu ve gizlice Selanik Askeri Rüştiyesi’nin sınavına girdi.
Sınavı kazandığı haberini alan Atatürk yine gizlice bu okula kaydını yaptırdı.
Böylece adeta “Nihayet Firavun ailesi
kendilerine düşman ve üzüntü kaynağı olacak olan o çocuğu bulup aldı. Şüphesiz
Firavun, (veziri) Hâmân ve onların askerleri hata yapıyorlardı” (Kasas 8) ayetindeki durumu anımsatan olaylar zincirine bir başlangıç verilmiş oldu.
Dini eğitim altyapısını çocukken almış
olan Atatürk, Allah’ın bir askeri dehası olarak
ileride İslam adına kazanacağı zaferler ile doğu ile batı arasına
Hz.Zulkarneyn’in inşa ettiği set gibi bir ülke inşa etmesi için yetiştirilmek
üzere, Allah’ın onun kaderini ve kalbini yönlendirmesiyle askeri okula girdi. Osmanlı gelenek ve göreneklerine göre askeri eğitim veren Selanik
Askeri Rüşdiyesi’nde oldukça başarılı olan Atatürk sınıf başkanıydı ve üstün
zekâsıyla matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin de dikkatini
çekiyordu. Genç öğrencisinin yeteneklerinden oldukça etkilenen Yüzbaşı Mustafa
Efendi onu benzersiz kılmak adına, “bilgi ve erdem bakımından olgunluk ve
eksiksizlik” anlamına gelen Kemal ismini ekledi. Genç Mustafa, o günden sonra
Mustafa Kemal olmuştu. Atatürk, Selanik Askeri Rüşdiyesi’nde iken, matematik
öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin mazereti olduğu zamanlarda, onun yerine
birçok kez ders vermekle görevlendirilmişti.
Atatürk, 1898’de Selanik Askeri Rüşdiyesi’nden üstün başarıyla mezun oldu.
Artık askerî lisede öğrenimine devam etmesi gereken Atatürk, Lise eğitimini
imparatorluğun başkenti olan İstanbul’da tamamlamak istiyordu. Ancak sınav
mümeyyizlerinden Hasan Bey’in kendisine tavsiye etmesiyle, Manastır şehrindeki
Manastır Askerî İdadisi’ne yazıldı.
Renkli etnik yapısıyla farklı din ve ırkların bir arada yaşadığı
Makedonya’nın en gelişmiş şehri olan Selânik’te, Atatürk yeni fikirlere açık
bir ortamda kendini geliştirme ve vizyon sahibi olma imkanı buldu. Allah onu
her topluluğun içerisinde bulundurarak, değişik yaşam tarzlarını ve
kültürlerini inceleme, gözlemleme ve tanıma olanağı kazandırıyordu. Onu hayatın
içerisinde yoğuruyor, pişiriyor, ilimlendiriyor, kendisine bir komutan
yaratıyordu.
Manastır Askerî İdadisi’ndeki eğitimi sırasında, arkadaşlarından Ömer
Naci, Atatürk’ün edebiyata ilgi duymasında rol oynadı. Şiir ve hitabet
sanatıyla yakından ilgilenmeye başlayan Atatürk, Namık Kemal’den ve
eserlerinden ciddi şekilde etkilendi.
Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Naküyiddin Yücekök Bey’de Atatürk’le yakından
ilgileniyordu. Zira Atatürk başarılı bir öğrencisiydi ve bir kurmay subayının
mutlaka bir yabancı dil öğrenmesi gerektiğine inandığı için Fransızca
derslerine büyük önem veriyordu. Ancak, Fransızcası diğer derslerine göre zayıf
olan Atatürk, bunu çözmek için tatil dönemlerinde gittiği Selanik’te College
des Frères de la Salle’in özel kurslarına devam ederek lisanını geliştirdi. Yakın
arkadaşı Fethi Okyar’ın da desteğiyle Fransız İhtilali’nin öncüleri Voltaire,
J.J. Rousseau gibi filozofları tanıdı, tarih ve siyaset konusundaki bilgisini
arttırdı. O dönem ayrıca sonradan sürekli işbirliği yapacağı arkadaşları, Nuri
Conker, Salih Bozok ve Fuat Bulca’yla da tanıştı. Atatürk’ü en çok etkileyen
derslerden birisi de tarihti. Zira tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik Bey
(5. Dönem Diyarbakır Milletvekili) geniş kapsamlı bir tarih vizyonu ile
Atatürk’e yeni ufuklar açtı. Lisede başlayan tarih sevgisi hayatı boyunca devam
etti.
Manastır Askerî İdadisi’ndeki eğitimi sırasında Atatürk’ü en çok etkileyen
olay 1897 tarihli Türk-Yunan Savaşı olmuştu. Türk Ordusu’nun savaş meydanında
parlak bir zafer kazanmasına rağmen barış masasında zararlı çıkmasına
içerleyen Atatürk, coşkun bir vatan sevgisiyle dolmuştu. Bir arkadaşı ile
gönüllü olarak savaşa katılmak için girişimde bulunsa da bu arzusunu
gerçekleştirme imkânı bulamadı. Ancak sonsuz vatan sevgisiyle kabına sığmaz
olan Atatürk’ün bu özelliği hayatı boyunca devam edecekti. Manastır Askerî
İdadisi’nin en parlak öğrencilerinden biri olan Atatürk, okuldayken, bıkıp
usanmaksızın çalıştı. Kendisini son derece “bilinçli” olarak geleceğe
hazırladı. Sonunda 1898 yılının Kasım ayında bütün derslerden tam not alıp, 54
kişilik sınıfın ikincisi olarak, dereceyle okulunu bitirdi. Öğrenimi boyunca
vatansever, kendini her konuda geliştiren, ilerleme tutkusuyla dolu, çalışkan,
azimli, kendine güveni sonsuz, seçkin, temiz ve iyi giyinen bir öğrenci oldu.
Dünyayı ve günceli sürekli olarak takip eden, çalışkanlığının yanında sosyal
hayatta da oldukça başarılı olan Atatürk, hem dünyanın nimetlerinden faydalanan
hem de başarıya ulaşmak için çok çalışan bir yapıdaydı.
13 Mart 1899’da İstanbul’a gelerek Osmanlı Harp Okulu’ndaki eğitimine
başlayan Atatürk, iki ay sonra arkadaşları arasında sivrilerek sınıf çavuşu
oldu. Burada yıllarca dost kalacağı arkadaşları Ali Fuat Cebesoy ve Asım
Gündüz’le tanıştı.
Harp Okulu’ndaki ilk yılını gençlik hayalleri ve çok sevdiği İstanbul’un
çarpıcı güzelliği içinde geçiren Mustafa Kemal, sınavlarını başarıyla vererek
ikinci sınıfa başladı. İlk yıl, ağırlığı sosyal hayata vermesine rağmen
oldukça başarılı olan Atatürk, ikinci ve üçüncü sınıflarda dersleriyle çok daha
fazla ilgilenmeye başladı. Zira, Harp Okulu’nda dereceye girmek oldukça
önemliydi. Çünkü kurmay sınıfına ayrılmak ancak okulda üstün başarı göstermekle
mümkündü. Atatürk, 3’üncü sınıfta 459 öğrenci arasından 8’inci olarak dereceye
girdi ve kurmaylığa hak kazandı. Mustafa Kemal 10 Ocak 1902’de teğmen rütbesi
ile Harp Akademisi’nde öğrenimine başladı.
Mustafa Kemal Harp Akademisi’nde iken onun üstün niteliklerini ilk keşfeden
Osman Nizami Paşa olacaktı. Paşa, Ali Fuat’ın babası İsmail Fazıl Paşa’nın
evinde kendisini mahcubiyetle dinleyen Atatürk’le konuşup şunları söylemişti:
“Mustafa Kemal Efendi oğlum, görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni takdir
etmek hususunda yanılmamış. Şimdi ben de onunla hemfikirim. Sen, bizler gibi
yalnız Erkân-ı Harb zabiti olarak normal hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve
yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzere müessir olacaktır. Bu sözlerimi
bir kompliman olarak alma, sende memleketin başına gelen büyük adamların daha
gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim.
İnşallah yanılmamış olurum.”
Gelecek günler Osman Nizami Paşa’nın görüşlerini haklı çıkaracaktı.
Siyasal düşüncelerinin Harbiye Okulu’nda olgunlaşmaya başladığını ifade
eden Atatürk, diğer yandan öğreniminde başarılı olmak için sürekli çalışıyor,
bir yandan da ülkesinin ve halkının kaderine, içerisinde bulunduğu
eksikliklere, sorunlara, halkının ihtiyaçlarına kafa yoruyordu.
Zira ülkenin siyasetinde, idari yönetiminde ve gidişatında bir takım
yanlışlar olduğunu fark etmişti. Ülkedeki yanlışlar hakkında herkesin bilgi
sahibi olmasını isteyen Atatürk, Harp Okulu’nda başladığı el yazısı ile gazete
hazırlama işine geri döndü ve gazete çıkarmaya başladı. Ancak bir süre sonra
durum Mektepler Nazırı Zülüflü İsmail Paşa tarafından öğrenildi. Bu durumla
ilgili bilgi alan akademi komutanı bir gün ansızın dershaneye bir baskın yaptı
ve öğrencileri suçüstü yakaladı. Komutan konu hakkında takibat yapmayıp sert
bir ihtarla yetindi. Fakat Atatürk ve arkadaşları faaliyetlerine ara
vermediler. Bir ev tutarak gazeteyi çıkarmaya devam ettiler. Ancak halkın
uyanmasını istemeyen bir muhbir tarafından ele verilerek tutuklandılar. Meslek
hayatlarını söndürmeyen, ancak birkaç ay hapiste kalmalarına neden olan olay
sonrasında serbest bırakıldılar. Mustafa Kemal 11 Ocak 1905’te üç yıllık
notlarının toplamına göre akademiyi beşinci olarak bitirdi. Harp Akademisi
yıllarını yabancı dilini geliştirerek, Namık Kemal’in düşüncelerini izleyip,
bunları okul içinde yayarak geçirdi. Askeri eğitimi boyunca yabancı dil, şiir,
dans, hitabet gibi o dönemin askeri öğrencisi için pek de alışık olunmayan
konularla ilgilendi.
Atatürk, almış olduğu eğitim ve kişisel gelişimleri sayesinde içerisinde
bulunduğu kavmin, yani kendi memleketinin sorunlarını, ihtiyaçlarını çok iyi
görebilen, onlara çözüm arayışı içerisinde olan çok bilgili, basiretli,
faziletli ve öngörüşü yüksek birisi olmuştu.
“Olgunluk çağına erişince ona ilim
ve hikmet verdik. İşte biz, iyilik edenleri böyle mükafatlandırırız.” (Yusuf
22)
Arkadaşları da ılımlı, akıllı ve düzgün kimselerdi. Onun yapabileceklerini
ve bu konudaki eksikliklerini görüyor, ona göre eğitim alması için yardımcı
oluyorlardı. Adeta, Allah tarafından özellikle seçilmiş ve yanına
yerleştirilmişlerdi.
“İşte böyle. Şüphesiz biz onun yanındakileri
ilmimizle kuşatmışızdır.”(Kehf 91)
Atatürk’ün gerçekleştirdiği seyahatleri ve savaşları incelediğimiz zaman
ise O’nun da doğuya ve batıya yolculuklar yaptığını görüyoruz. İlk askeri
görevi olarak doğuda Suriye’nin başkenti Şam’a gitmiştir. Atatürk, Şam’da 5.
Ordu’nun emrinde kaldığı üç yıl içinde Suriye’nin hemen her yerini görev
nedeniyle dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitimindeki
eksiklikleri, insanların yaşam ve yönetim şeklindeki eksiklikleri yakından
görmüştür. Tıpkı Hz. Zulkarneyn’in doğuya yaptığı seyahatte gördüğü ve oraların
işleyişine fazla karışmadığı, güneşle aralarına siper konmamış kavim gibi,
Şam’da eski geleneklere göre yaşayan, ibadet ve yaşam tarzını halen eski
devirlerdeki gibi sürdüren bir kavim arasında bulunmuştu.
Daha sonra tekrar batıya yolculuk yapmış, ilk önce İstanbul’a, 1910 yılında
da Fransa’ya gönderilmiş ve Picardie Manevraları’na katılmıştır. Birinci Dünya
Savaşı öncesinde ve savaş sırasında Fransa ve Almanya’da bulunmuş, oralarda
çeşitli incelemeler yapmış ve görevler üstlenmiştir.
“Güneşin battığı yere varınca, onu
siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim
gördü. “Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik
yolunu tutarsın.” (Kehf 86-88)
Sonrasında Atatürk, incelemelerde bulunduğu bu batı kavimleri ile
adeta Hz.Zulkarneyn gibi savaşacaktı:
1911’de, İtalyanların Trablusgarp’a hücumu ile başlayan Trablusgarp
Savaşı’nda, Atatürk bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde
görev aldı. 22 Aralık 1911’de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşı’nı kazandı.
İngilizler 6–7 Ağustos 1915’te Arıburnu’nda tekrar taarruza
geçmişlerdi. Anafartalar Grubu Komutanı Atatürk, 9–10 Ağustos’ta komuta ettiği
ordusuyla Anafartalar Zaferi’ni kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos’taki Kireçtepe ve
21 Ağustos’taki II. Anafartalar Zaferi takip etti. Çanakkale Savaşları’ndan
sonra 1916’da Edirne ve Diyarbakır’da görev aldı. 1 Nisan 1916’da tümgeneralliğe
yükseldi ve Ruslarla savaşarak Muş ve Bitlis’in geri alınmasını sağladı. Şam ve
Halep’teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917’de İstanbul’a giden Atatürk,
Veliaht Vahdettin Efendi’yle Almanya’ya giderek cephede incelemelerde bulundu.
Bu seyahatten sonra hastalanıp, Viyana’ya ve Karisbad’a giderek tedavi oldu. 15
Ağustos 1918’de Halep’e 7. Ordu Komutanı olarak geri döndü. Bu cephede İngiliz
kuvvetlerine karşı kahramanca savaştı. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından
bir gün sonra, 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na
getirildi ve daha sonra bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918’de
İstanbul’a gelip Harbiye Nezareti’nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Ekim 1912’de Balkan Savaşı başlayınca
Atatürk, Gelibolu ve Bolayır’daki birliklerle savaşa katıldı, Dimetoka ve
Edirne’nin geri alınışında önemli hizmetler verdi. 1913 yılında Sofya Ataşe
Militerliği’ne atandı ve 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. 1914’te Birinci
Dünya Savaşı başlamıştı ve Osmanlı İmparatorluğu da savaşa girmek zorunda
kalmıştı. Atatürk, 19’uncu Tümen’i kurmak üzere Tekirdağ’da görevlendirildi. 18
Mart 1915’te Çanakkale Boğazı’nı geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması
ağır kayıplar verdi. 25 Nisan 1915’te Arıburnu’na çıkan düşman kuvvetlerini,
Atatürk’ün komuta ettiği 19‘uncu Tümen, Conkbayırı’nda durdurdu. Çanakkale’de
kahramanca savaşan Atatürk, “Çanakkale
geçilmez!” sözünün de doğduğu bu büyük askeri
başarısıyla albaylığa yükseldi.
Atatürk’ün, hem doğuya, hem de batıya olan yolculukları sürekli devam
etmekteydi. Kazanılan zaferler ve Mondros Antlaşması, bu milletler tarafından
tanınmadığı için İtilaf devletleri Anadolu’yu işgal etmeye başladı. Ne yazık
ki, padişahın eli kolu bağlıydı ve fazla bir şey yapamıyordu. Osmanlı
İmparatorluğu artık neredeyse ortadan kaldırılmak üzereydi. Padişahlık ya da
halifelik sistemi de artık çağın ve halkın gereksinimlerine cevap veremiyordu.
Bir zamanlar Allah inancı ile iç içe olan bu sistem, artık bir başka hal
almıştı ve hak yolundan sapmıştı.
* * *
Burada konuya bir mim koyup,
insanlık tarihinde örnekleri sık sık görülen, bugün de yeryüzünde halen devam
ettiğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz, Kur’an’ın da önemle üzerinde
durduğu “Firavun” kelimesinin anlamını ve “Firavunluk
Sistemini” incelemek yararlı olacak.
Firavun eski Mısır hükümdarlarına verilen isimdir. Firavun olabilmek için
Firavun aile soyundan gelmek, ya da o soydan birisiyle evlenmek gerekir. Daha
çok babadan oğula geçen bir yönetim sistemi biçimindedir. Aile malını ve
servetini kendi içinde tutabilmek için bazen akrabalarıyla da evlilikler
yapabilirler. Ender durumlarda fethedilen yerlerdeki başka kavimlerden eşler
aldıkları da bilinmektedir.
Eski Mısır’da firavunlara Tanrı gözüyle bakılmakta, dedikleri
Tanrı’nın sözleri ve emirleriymiş gibi algılanmaktaydı. Onlar bir nevi
Tanrı’nın yeryüzündeki halifeleri konumundaydı. Bunu halkın gözünde krallıklarının
ve saygınlıklarının artması, yönetimleri altındaki insanların kendilerine
kulluk ve kölelik etmeleri için siyasi bir güç olarak kullanıyorlardı.
Firavunlar vergilendirir, başka ülkelere asker gönderir, fethettikleri yerlerdeki
insanların mallarına el koyardı. İnsanları bir sözleriyle mahkemesiz ölüme
mahkûm etmek gibi yetkileri vardı. Eski insanların inanışlarına göre firavun;
evrensel dengeyi sağlayan, güneşi temsil eden, çeşitli tanrıların azaplarını
engelleyen bir Tanrı olarak da bilinirdi. Adaleti ve ülke güvenliğini sağlayan,
iç ve dış siyaset ile orduyu yöneten tek yetkili kişiydi. Sömürü düzenine
dayalı, makam ve menfaati kaybetmemek uğruna zalim davranan, nefsine ve keyfine
göre ülkeyi yöneten, buna ortak olan politikacıları, bilim ve din adamlarını
etrafında tutan, onları kayıran, tahtını ve saltanatını tehdit eden herkesi
acımasızca katledebilen, sihirbazları ile çeşitli hileler ve yöntemlerle halkın
gözünü boyayan idarecilerin olduğu bir sistemdi.
Oysa ki İslam, Allah’ın kitabında insanları sürekli bu tip
yönetimlere ve insanlara karşı uyardığı, bu tarz akıllarını çalıştıramamış
kavimlerin içlerinden de her zaman bir takım peygamberler, veliler,
müceddidler, alimler, Musa’lar çıkarıp onlarla savaştırdığı bir dindir. Çünkü
Rabbimiz kendisinden başka birşeye kulluk etmeyi kesinlikle yasaklamıştır.
Halife, sözlük anlamı olarak, bir işte birinin yerine geçen kişi, onu
temsil eden kimse demektir ve genellikle devlet başkanı için kullanılır.
İslam terminolojisinde ise, Hz.Muhammed’in ölümünden sonra onun
yerine geçen kişi, yani Müslümanların din ve devlet başkanı anlamına gelir.
İslami anlayışa göre halife, cismani ve ruhani bir kişiliktir. Bu anlamda, hem
devlet başkanı ve ordu komutanı olarak dünyaya ait iktidarı temsil eder, hem de
baş imam olarak ahiret işlerini yürütür. Dolayısı ile Müslüman halk üzerinde
büyük tesiri vardır.
Halifeliğin tarihçesine kısaca baktığımızda, Hz.Muhammed’in
ölümünden sonra, ilk dört halifenin seçimle iş başına geldiklerini görüyoruz.
Halifeler ilk başlarda, tıpkı şimdiki Cumhuriyet rejiminde olduğu gibi seçimle
başa getirilmiş ve devlet yönetimi o kişiye bu şekilde teslim edilmiştir.
Dolayısıyla, halifeliğin, demokratik seçimlerden ve rejimlerden hiç bir farkı
olmadığını ve bu sistemi ilk dört halifenin uygulamış olduğunu görüyoruz.
Ancak, Emeviler devrinde, seçim geleneği bir tarafa bırakılarak, halifelik
saltanat usulüne göre, babadan oğula geçen bir müessese haline
dönüştürülmüştür. Bu olaydan sonra da bu makam, seçimle iş başına getirilen
liderlik vasfını kaybetmiştir. Yani bir nevi firavunluk sistemi ve saltanat
makamı haline dönüştüğünü de söyleyebiliriz.
İslamiyet’in geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte bazı
sultanlar, değişik zamanlarda ve yerlerde, kendi topraklarında bir hükümranlık
ifadesi olarak da halife ünvanını kullanmaya başladılar. Halifelik Osmanlı
İmparatorluğu’na Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılındaki Mısır seferinden sonra
geçti. Bu tarih itibarıyla artık Osmanlı padişahları aynı zamanda halifelik
sıfatını da aldı. Dolayısıyla Padişahlar, hem imparatorluk tebaasının
hükümdarı, hem de bütün Müslümanların dini lideri durumundaydı.
Osmanlı, halifelikle birlikte, İslam dünyasının en güçlü siyasi
otoritesi haline geldi. Bu sebeple padişahlar, siyasi üstünlükleri devam
ettiği müddetçe, ayrıca halifeliğe dayanan bir nüfuz elde etmeyi, yani bu
makamın maddi ve manevi gücünden faydalanmayı asla düşünmemişlerdi. Kendileri
zaten neredeyse yaşayan ayaklı Kur’an-ı Kerim oldukları için, İslam’a ve
Kuran’a ters düşen hareketleri asla sergilememiş, aksine Kur’an ahlakı ile
hükümranlıkları altındaki topluluklara adaletle hükmetmeye çalışmış ve İslam’a
hizmet etmeyi seçmiş, halifeliğin gerekliliğini yerine getiren karaktere ve
ahlaka sahip olan kimselerden olmuşlardı. Halk onlara bu üstün ahlaklarından
dolayı saygı duyuyor, adaletle yönettikleri ve korudukları, baskı ve zulüm
yapmadıkları için padişahlarına ve devletlerine hürmet ediyordu. Padişahlar
genellikle dini konularda Şeyhülislamların fetvalarına başvurarak, bu fetvalarda
öngörülen hususlara göre hareket etmeye çalışmışlardı. Şeyhülislam, Osmanlı
Devleti zamanında dini konularda en yüksek yetkiye sahip devlet görevlisi
demekti. Cumhuriyetin ilanı ve 1924’te laiklik ilkesinin kabulünden sonra
Şeyhülislamlık, Diyanet İşleri Başkanlığı adını almış ve aynı görevi
sürdürmüştür.
***
Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun son
zamanlarındaki padişahları ve devlet büyükleri, Allah’ın İsra 16’da “Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde
yaşayan şımarık elebaşlarına emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece
o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne
getiririz” dediği gibi yozlaştılar. İslam’dan ve
kitaptan uzaklaşıp, kendilerini birer firavuna dönüştürdüler. Hatta öyle ki, bu
makamları ve saltanatları ellerinden gitmesin diye, halklarının düşman
tarafından katledilmesine bile göz yumarak, düşmanın emellerine destek
verdiler. Ancak elbette ki Allah asırlardır İslam’a hizmet etmiş, yayılmasına
vesile olmuş, binlerce veli, evliya, eren, derviş ve alimler çıkarıp, şehitler
vermiş bir kavimi kurtarıcısız ve koruyucusuz bırakmayacak, düşmanın yok
etmesine izin vermeyecekti.
Tıpkı her bozulmuş ve darda kalmış kavime gönderdiği gibi, kendi
içlerinde yetiştirip çıkardığı, herkesin onu çok iyi tanıdığı ve saray halkına
azap olacak olan bir kuluna zamanı gelince padişaha gitmesini söyledi.
“Firavun’a git, çünkü o azmıştır.”(Ta-Ha 24)
Atatürk bütün bu olup biten bozgunculuklara ve zulümlere daha fazla
dayanamayarak kavminin firavunu olan padişaha gitti. Artık padişahla
aralarında ne gibi bir konuşma geçti, bilinmiyor. Belki memleketin kurtuluşu
için hiç kimsenin bilmediği bir anlaşma yaptılar ve padişah kendi koltuğundan
olmak ve sürgüne gitmek pahasına dahi bir fedakârlıkta bulundu ve Mustafa
Kemal’i gizlice destekledi. Planın bozulmaması ve yanındakilerin kendisine
karşı çıkmaması için de bunu tüm saray halkından gizledi. Ya da Mustafa Kemal,
padişahtan tıpkı Hz. Musa’nın firavuna önerdiği gibi yönetimi ve memleketin
idaresini kendisine teslim etmesini istedi. Kendisinin insanları
kurtarabileceğini ve doğru yolu bildiğini, padişahın kendisine uyarsa bunun
onun için daha hayırlı olduğunu, uymazsa başına gelecek olan musibetlerden ve
felaketlerden mesul olmayacağını anlattı.
“Mûsâ dedi ki: Ey Firavun!
Şüphesiz ki ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir resulüm. Bana,
Allah’a karşı sadece gerçeği söylemem yaraşır. Ben size Rabbinizden açık bir
delil (mucize) getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder.” (Araf 104-105)
“Firavun şöyle dedi: Seni biz küçük bir
çocuk olarak alıp aramızda büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda
geçirdin.” (Şu’arâ 18)
“Firavun: Eğer benden başka bir
ilah edinirsen, andolsun seni zindana atılanlardan ederim.” (Şu’arâ 29)
“Firavun’un kavminden ileri
gelenler dediler ki: Şüphesiz bu adam usta bir sihirbazdır. Sizi yerinizden
çıkarmak istiyor. Firavun ileri gelenlere, ‘Öyle ise siz ne düşünüyorsunuz?’
dedi. Onlar şöyle dediler: Mûsâ’yı ve kardeşini (bir süre) beklet (haklarında
bir işlem yapma) ve şehirlere toplayıcılar yolla. Bütün usta sihirbazları
(toplayıp) sana getirsinler. Sihirbazlar Firavun’a geldiler. ‘Galip gelenler
biz olursak mutlaka bize bir mükafat vardır, değil mi?’ dediler. Firavun,
‘Evet. Üstelik siz (ücretle de kalmayacaksınız) mutlaka benim en yakınlarımdan
olacaksınız’ dedi.” (Araf 109 – 114)
Neticede ayetlerde anlatılanlara benzer bir sihirbaz rolü Sadrazam
Damat Ferit Paşa’ya verildi. O da İstanbul’dan uzaklaşarak oyalansın ve
Samsun’da işgal devletlerinin çıkarlarına ters düşen ayaklanmalar sergileyen
Türk halkını zapt etsin diye Atatürk’ü Samsun’a Ordu Başmüfettişi olarak
görevlendirip gönderdi. Ancak Atatürk, Samsun’da Türk halkının başlattığı
ayaklanmayı engelleyeceğine, onlarla birlikte olduğunu açıkladı.
“Mûsâ kavmine, ‘Allah’tan yardım
isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini
mirasçı kılar. Sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır’ dedi. Dediler
ki: Sen bize gelmeden önce de bize işkence edildi, geldikten sonra da. Mûsâ,
‘Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizi bu yerde egemen kılıp,
nasıl davranacağınıza bakacaktır’ dedi.” (Araf 128-129)
Padişah, Atatürk ve ona tüm uyanlar hakkında yakalanma emri çıkarttı ve tüm
ünvanlarını geri aldığını söyledi. İnsanlar Atatürk’ün bir kurtarıcı olduğuna
inandılar ve onunla birlikte savaşmak istediklerini söylediler. Ondan sonra da
aşağıdaki şu ayetlerin benzerleri gerçekleşecekti.
“Firavun, ‘Ben size izin vermeden
ona iman ettiniz ha!’ dedi. ‘Şüphesiz bu halkını oradan çıkarmak için şehirde
kurduğunuz bir tuzaktır. Göreceksiniz! Mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı
çaprazlama keseceğim, sonra da (ibret olsun diye) sizin tümünüzü elbette
asacağım.” (Araf 123-124)
“Firavun ve ileri gelenlerinin kötülük
yapmaları korkusu ile kavminin küçük bir bölümünden başkası Mûsâ’ya iman
etmedi. Çünkü Firavun o yerde zorba bir kişi idi. O gerçekten aşırı
gidenlerdendi.” (Yunus 83)
“Dediler ki: Biz mutlaka Rabbimize
döneceğiz. Sen sırf, Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde iman ettiğimiz için
bize hınç duyuyorsun. ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak
bizim canımızı al’ dediler.” (Araf 125-126)
Bu arada padişahın çevresindeki sihirbazlar ve satılmış kişiler ona
makamını terk etmemesi için vesveseler vermeyi sürdürüyorlardı.
“Firavun’un kavminden ileri gelenler
dediler ki: Sen (sihirbazları cezalandıracaksın da) Mûsâ’yı ve kavmini, bu
ülkede fesat çıkarsınlar, seni ve ilahlarını terk etsinler diye bırakacak
mısın? Firavun, ‘Biz onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ
bırakacağız. Biz onların üzerinde ezici bir güce sahibiz’ dedi.” (Araf 127)
Tüm ünvanları elinden alınan Atatürk ise sade bir vatandaş olarak,
tıpkı sarayı ve sahip olduğu her türlü makamı ve imkanı terk edip, kendi
insanlarının yanında hak davasını sürdürmeye giden Hz.Musa gibi halkın arasına
karıştı. Kendisine inananlar ile birlikte hem padişaha hem de yabancı işgal
devletlerine karşı Kurtuluş Mücadelesi’ni başlattı. Sonra da gizlice Samsun’dan
Anadolu’ya geçmeye karar verdi.
İşte bu Anadolu’ya geçiş hareketi, tüm peygamberlerin yaptığı zoraki
göç ile Hz.Zulkarneyn’in en son varacağı ve iki dağ arasına bir set inşa
edeceği kavime geçiş hareketi gibiydi. Atatürk, Köroğlu ve Toros dağları ile
korunmuş iki dağ arasında, hemen hemen kendilerine söylenen hiçbir şeyi
anlayamayan, yöneticilerine kulluk ettikleri halde onların kendilerine bu kadar
kötülük yapacağına inanmayan, saf ve temiz yürekli Anadolu halkıyla karşılaştı.
Bu halk arasında, doğuda ve batıda kendilerine zulmeden, Yecüc’le Mecüc benzeri
bozgunculardan kaçarak bu bölgeye sığınmış insanlar da vardı. Bu göç eden halk
öyle bir halktı ki, kendilerine batılı kuvvetlerin düşman olduğu ve padişahın
onlarla işbirliği yaptığı ne kadar anlatılırsa anlatılsın, hiçbir şey anlamamışlar,
padişahın fetvasına ve emirlerine uyarak kendileri için savaşan Türk
askerlerine ateş açıp, öldürmüşlerdi. Memleketlerine bozgunculuk yapmak için
girenleri ise alkışlarla karşılayarak, onlara yardımda bulunmuşlardı. Ta ki
zulüm kendilerine dokunana, gözleri önünde eşleri, anaları, bacıları, kız
evlatları tecavüz edilip öldürülünceye kadar. Sonradan gözleri açılmıştı.
İşte bu iki dağ arasında tarih yeniden tekerrür etti ve tıpkı bir
zamanlar Kuran’da geçen topluluğun Zulkarneyn’den medet umması gibi Anadolu
halkı da Atatürk’ten medet umdu.
Adeta “Bu Yecüc’le Mecüc bize zulm ediyor, buralarda bozgunculuk çıkarıyor, sana
bir ücret ya da vergi versekte, sen bunlarla aramıza bir set kursan. Bizi bu
bozgunlardan ve ölümlerden kurtarsan” (Kehf 94) dediler.
Atatürk’te sanki onlara: “Rabbimin bana vereceği imkan sizinkinden daha hayırlıdır, siz bana beden
gücünüzle, insan kuvvetinizle yardımda bulunun da, sizlerle onlar arasına bir
set kurayım”(Kehf
95) dedi.
Bunun üzerine halk, onun dediklerini yaptı. Atatürk bu halk ile bir
ordu kurdu. Halk ellerinde ne kadar demir çelik, altın varsa, Atatürk’e verdi.
Bunların içerisinde eski kılıçlar, tabancalar, mızraklar, sağdan soldan binbir
güçlükle elde edilmiş ve zulmeden yabancı kuvvetlerden çalınan cephaneler de vardı.
Atatürk, bütün bu demiri çeliği halka erittirdi. Onlarla silah, tüfek, top
döktürüp, bu topa tüfeğe kovan yaptırttı. Bakırı erittirip, bu kovanlara mermi
yaptırttı. Allah, Atatürk’ü ilmiyle kuşatmıştı. O bütün bunların nasıl
yapılacağını, düşmanla nasıl savaşılacağını çok iyi biliyordu. Allah etrafında
ona bu konularda yardımda bulunacakları da ilmiyle kuşatmıştı. Daha sonra halk,
ona beden gücüyle yardımda bulundu. “Allah, Allah” nidalarıyla bu bozgunculuk
çıkaran Yecüc ve Mecüc ile savaştılar.
Yabancı devletlere karşı yapılan Kurtuluş Savaşı’nın yanı sıra, Allah
katında ortakları varmışçasına dini kendilerine mal edip, şahsi menfaatleri ve
çıkarları için kullanan, din ile kendilerine dünyalık saltanatlar kurup,
insanların başına dinden sorumlu birer bekçi kesilerek zulmeden, zorbalık eden,
her birisinin kendi katındaki dinî anlayış ile sevinip böbürlendiği ve
dinlerini darmadağınık edip gruplara ayırdığı tüm hacı, hoca, şıh, şeyh,
cemaat, tarikatlarla da savaştılar.
Tıpkı “Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya
kadar ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (Bakara 193)ayetindeki
gibi…
Düşmanı hem doğuda, hem batıda, hem de içeride yenilgiye uğratarak, sağlam
sınırlar çizdiler ve tıpkı kıyamet günü gelinceye kadar yıkılmayacak olan o seti
Yecüc’le Mecüc’ün arasına inşa eder gibi doğu ile batının arasına kurdular.
Bir daha böyle hatalar yapılmaması, memlekette bozgunculuk
çıkmaması, doğru yoldan sapılmaması için Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye çevirip,
bedava halka dağıttılar. Eğitim kurumları, sanayi ve endüstri tesisleri
oluşturdular. Bu setin korunması için de ‘Altın Ordu’yu, yani Türk Silahlı
Kuvvetleri’ni kurdular.
Böylece “Hor görülüp ezilmekte olan kavmi, toprağına bolluk ve bereket verdiğimiz
yerin doğu ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğullarına
verdiği güzel söz, onların sabretmeleri karşılığında gerçekleşti. Firavun ve
kavminin yaptıklarını ve (özenle kurup) yükselttiklerini yerle bir ettik” (Araf
137) ayeti Türkler hakkında da gerçekleşmiş
oldu.
Allah, kim iman edip salih amel
işlediyse, onlara mükâfat olarak daha güzelini verdi. Allah içlerinden bu yolda
cihat edip ölenleri şehit olarak katına aldı, yaşayan diğerlerini de
altlarından ırmaklar akan, orada her türlü meyveden yedikleri, tertemiz
eşleriyle mutlu bir şekilde yaşadıkları bu cennet vatanla ödüllendirdi.
İnsanlar, “Doğrusu biz kendimizi kendi öz
ailemizin yanında bile bu kadar güvende hissetmiyorduk, tıpkı daha önce
rızıklandırıldıklarımızın aynısıyla rızıklandırılıyoruz. Şükürler olsun bizi
cennetine yerleştiren Rabbimize, şüphesiz o vaat edenlerin en
hayırlısıdır.” dediler.
Bu rızıklar onlara cennettekine benzer olarak verilmişti. Allah, doğru
yoldan sapan Türk milletini, içlerinden cihat edenleri ve sabredenleri ayırt
etmek, iman edip, salih amel işleyenleri cennetine sokmak için bu savaşlarla
sınamıştı.
Atatürk ise bu iki dağ arasındaki kavimle ve kurmuş oldukları bu
setin devamlı ayakta kalabilmesiyle ilgili olarak şu sözleri söyleyecekti:
“Gözlerimizi kapayıp, dünyadan
soyutlanmış yaşadığımızı varsayamayız. Ülkemizi bir çember içerisine alıp evren
ile ilgisiz yaşayamayız. Tersine, ileri, uygar bir ulus olarak uygarlık
alanının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat, ancak bilim ve teknikle olur. Bilim ve
teknik nerede ise oradan alacağız.”
Atatürk bu sözlerle ileri teknolojiye sahip olup, zulmeden Yecüc ve Mecüc
kavimlerinden daha yüksek seviyeye çıkmak gerektiğini, bu setin ancak bu ülkü
ile korunabileceğini bizlere anlatmak istemişti.
* * *
Yaşadığımız dönemde, tarihi tekrar ettirecek unsurlarla yeniden karşı
karşıyayız. Ne yazık ki, Allah’ın verdiği nimetlere burun kıvırmaya başladık.
Şükretmiyoruz. Birlik ve beraberlik içerisinde olacağımıza Yecüc ile Mecüc’e
uyup, onların süslü gösterdiklerine kanıp, doğru diye yanlış yolda ilerliyoruz.
Binlerce gruba, cemaate, tarikata bölünüyor, Kur’an yerine başka kitaplara ve
insanlara inanıyoruz. Hızla cahiliye devrine geri dönerek, kendi kendine
zulmeden bir topluma dönüşerek, Allah’ın gazabını üzerimize çekiyoruz. Böylece
Allah’ın gözünden düşüyor, yaptığımız setin yıkılmasına neden oluyoruz. Oysaki
Allah, kurtulanların sadece Kur’an’a sarılmasını, O’nun dosdoğru yolundan
giderek birlik ve beraberlik içerisinde olmalarını, akıllarını kullanarak
yaşamalarını ve onları bu güzel yurda yerleştirdiği için O’na şükretmelerini
istemişti. Ancak biz Türkler, batılın peşinden koşmaya başladık.
Böylece aşağıdaki ayetlerde bahsedilen ve dinlerini darmadağınık edip
gruplara ayrılan, her bir grubun da kendi katındaki dinî anlayış ile sevinip
böbürlendiği ve kendi elleriyle birbirlerine zulm ettiği bir kavim haline
geldik.
“Resul, ‘Ey Rabbim! Kavmim şu
Kur’an’ı terkedilmiş bir şey haline getirdi’ dedi.”(Furkan 30)
“Onlar Kuran’ı da inanılan,
inanılmayan olarak kısım kısım ayırdılar.”(Hicr 91)
“İyi bilin ki, halis din yalnız
Allah’ındır. Onu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi
Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar.”(Zümer 3)
Eğer aklımızı başımıza toplamaz, millet olarak birlik ve beraberlik
içerisinde olmaz isek, bu ülke için kıyametin kopma vakti gelmiştir. Kıyamet
kelimesinin anlamı diriliş olduğuna göre de, artık bu kavmin insanlarının
uyanması, dirilmesi, üzerlerindeki gaflet uykusunu atıp, dinine, değerlerine,
kendilerine ve vatanlarına sahip çıkması gerekmektedir. Hem imparatorluk hem de
Cumhuriyet döneminde yapılan hatalardan ders alınması, birlik ve beraberlik
ile yepyeni, tertemiz bir nesil ve kavim meydana getirilmesi gerekmektedir.
* * *
Peki, Allah tarafından böylesine ilimlendirilmiş bir kurtarıcı olarak
İslam coğrafyasına gönderilmiş, memleketini düşman işgalinden kurtaran, camilerin
ayakta kalmasını, ezanların okunmasını ve Allah’ın adının günde beş vakit bu
ülkede anılmasını sağlayan, her söylediğine büyük bir özen gösteren Mustafa
Kemal Atatürk, 1 Kasım 1937’deki meclis açılışında şu konuşmayı nasıl oldu da
yapmış olabilir?
“Dünyaca bilinmektedir ki, bizim
devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır.
Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana
çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten
indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil,
doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde
yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin
bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız
sonuçlardır.”
Pek tabii ki, Atatürk’ün kutsal kitaplarla ilgili yorumları kendisini
bağlar. Ancak Kur’an’da kitabın bize Cebrail(A.S) vasıtasıyla indirildiğini
söyleyen pek çok ayet vardır:
“De ki: Her kim Cebrail’e düşman ise,
bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı,
mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine
indirmiştir.” (Bakara 97)
“Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh (Cebrail) senin kalbine apaçık
Arapça bir dil ile indirmiştir.” (Şu’arâ 193,194,195)
Acaba Atatürk, Allah Kuran’ı yeryüzünde iki ayağı üzerinde dolaşan,
beşer bir kulu olan peygamberin kalbine indirdiği için mi bu şekilde
söylemiştir?
Belki de “Fakat bu
prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların
doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz,
ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış
bulunuyoruz” derken, kendi yazmış ve belirlemiş olduğu bu kitabın, programın
ve prensiplerin, Allah’ın Kur’an hakkında Bakara 23’te “Kulumuza indirdiğimiz Kuran’dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir
sure meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allah’tan başka,
güvendiklerinizi de yardıma çağırın”dediği
gibi eşsiz ve emsalsiz bir kitap olmadığını, o kitabın Kur’an gibi
algılanmaması, inanılmaması ve takip edilmemesi gerektiğini, aklın ve ilmin
gösterdiği doğrultuda, günün şartları insanlık için neyi uygun gösteriyorsa,
ona göre değiştirilebilen prensipler olduğunu ima etmiştir.
Ayrıca belki de “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, yaşamın
içerisinden alıyoruz” derken de, kendisini peygamberi takip eder gibi takip
edenler ve ilahlaştıranlar varsa, kendisinin bir peygamber ya da ilah
olmadığını, her sözünün ve hareketinin peygamberin sünneti ya da tanrının sözü
gibi takip edilmemesi gerektiğini, bu izlenen politikaların ve kitapta
açıklanan prensiplerin Allah’ın peygamberine bildirir gibi kendisine verdiği
gayb bilgileri olmadığını, kendisinin kendi hayatı içerisinde edinmiş olduğu
tecrübeler, gözlemler ve analizlerden ibaret olduğunu söylemiş de olabilir.
Çünkü Atatürk “bizim devlet
yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun
kapsadığı prensipler, yönetimde
ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir.
Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir
tutmamalıdır” diyerek bu programın din
işlerini değil, devlet ve siyaset işlerini idare etmedekullanılacağının ve kullanılması gerektiğinin önemini belirtmiştir.
Ne var ki, kimileri bu sözlerini referans yaparak ve yanlış anlayarak
Müslümanlığı bir gericilik unsuru olarak gördü ve dindar insanları
aşağılayarak onlara zulmetti. Onlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaptılar.
Kuran’dan ve Allah’ın dininden uzaklaştılar. Atatürk’ün her yere heykellerini
dikip, onu ilahlaştırıp, Hz. İsa’nın ya da herhangi bir varlığın heykellerini
yapıp onlara tapan putperestler gibi onu da putlaştırdılar.
Baskı ve zulümle dışlanan dindar kesim ise, tıpkı gençliğinde işsiz
kaldığı dönemi Yahudilerden bilen ve onlara iyice düşman kesilen Adolf Hitler
gibi, Atatürk’e, onun inkılâplarına ve laikliğe kin bilediler. Hitler’in gerçek
bir Alman’ın Yahudi olmayacağını savunduğu gibi, gerçek bir Müslüman’ın da asla
laik olamayacağını iddia edebildiler. Oysaki Atatürk, tıpkı aşağıdaki ayette
belirtildiği gibi Allah’ın izniyle bu ülkeyi orta bir ümmet haline getirmişti.
“Böylece, sizler insanlara birer
şahit (ve örnek) olasınız ve resul de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi
orta bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın hidayet edip doğru yolu
gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti
ancak; Resûl’e tabi olanlarla, gerisin geriye dönecekleri ayırd edelim diye
kıble yaptık. Allah imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah insanlara
çok şefkatli ve çok merhametlidir.” (Bakara 143)
“Bir de elini koynuna sok! Bir başka mucize olarak lekesiz, bembeyaz bir
halde çıksın.” (Tâhâ 22)
Cüneyt Aktan
Kaynakça:
1) Kur’an-ı Kerim ve Meali, Mehmet Nuri Yılmaz, Horo Yayıncılık, Açıklamalı
2.Baskı, Ankara-2000
2) Üçü Birarada Kur’an-ı Kerim (Arapça-Meal-Türkçe Okunuşu),
Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır, Kabe Basın Yayın Dağıtım
6) Arayışname, Cinius Yayınları, Cüneyt Aktan, Nisan 2013, Sayfa 245